Hortum'dan Havuz'a medya talihi!
Amiral Doğan Grubu ile İskele Sancak Grubu arasındaki atışma özetle şunu anlatıyor:
Birinciler gazeteciliği safra diye zaten suya atmışlardı…
İkinciler bir de ayağına okkalı taş bağladılar!
Seyir ve Oşinografi Dairesi’nin tespiti böyle!
Nitekim Milliyet’i suya atmışlardı; Fitbolun başındaki yeni patron da gazetenin ayağına taş bağladı.
Oysa safra dedikleri gazetecilik, kendi haysiyetlerini bile su üstünde tutabilecek bir şeydi!
***
Bizzat Sancak’ın sözleri ile karşı tarafta grup sözcüsünün yazdıkları alt alta gelince de anlıyoruz ki, önceki var olmadan sonraki de var olamazmış.
Nasıl birinci varken yok olmamış ise, ikinci de yoktan var olmamış.
Materyalizm ve Diyalektik Dairesi’nin tespiti de öyle!
***
İskele Sancak kaptan köşkünden deniyor ki:
“Aydın Bey’le dostluğumuz, muhabbetimiz vardı. Ortaklık kurabilir miyiz diye görüşmelerimiz oldu.
Bazen iktidarla girdiği çatışmalarda aracılık edeyim diye benden görevler istedi, bunları memleket yararına kabul ettim. Sayın Erdoğan’a ilettim.
Ailece de görüşürdük. Birbirimizi çok severdik.”
Çatışmayı öteki grubun “Sayın Cumhurbaşkanı ve milli şeylere karşı olması”na bağlıyor.
***
Amiral Gemisi’nin Çarkçıbaşı katlarından da deniyor ki:
“Bu Şems Ethem, dört ay öncesine kadar Aydın Doğan’ın etrafında, Sen benim babamsın, ver elini öpeyim, ben senin beşinci çocuğunum, diye dolaşıyordu.”
***
Ona bakarsak, dört ay öncesine kadar “çözüm süreci” de vardı. İktidar ve devlet, şimdi yeniden “terörist” dedikleriyle Oslo’dan İmralı’ya kadar temas kuruyordu.
Demek üç vakte, dört aya kadar oluyor böyle şeyler!
***
Bu muhabbete baktım, baktım.
İnsanlar ailecek görüştüklerine, çok sevdiklerine, baba dediklerine sonradan nasıl “Terörist, yargılanacak” gibi manşet düzebiliyor; anlamak zor.
“Baba” denenler, “Erdoğan’la ara bulunsun diye 5’inci çocuğa görev verenler” de onlarla nasıl kanlı bıçaklı oluyor?
Diyeceksin ki, “Hocaefendi’nin bizden emri var mı? Ne istedilerse verdik” denenler “terörist”; “terörist” denen önce muhatap sonra yine “terörist” olmadı mı?
Ailecek “resim cekinilen” Sayın Esad, Fesat olmadı mı?
***
Milliyet’ten yine toplu çıkarmaların, özellikle Kemal Göktaş, Mehveş Evin gibi “kamu gazeteciliği” yapanların da kazınması üzerine, ben de aynı olayın başka patron ile başka iktidar dönemindeki aynı tezahürünün 15’inci yılını kutladım şimdiden.
Başa döneyim:
Gazeteciliği safra diye Amiral gemilerinden atmışlardı…
Havuz Donanması da gazeteciliğin ayağına kocaman taş bağladı!
Yani Havuz Medyası’nın içtihadı, selefinin Hortum Medyası tabir edilmiş şey olmasıdır.
Herkes önceki dönemi harika, bugünkünü rezil…
Bugünkünü muteber, öncekini sefil görmekte serbest.
Lakin sadece birini görebilmek haliyle şaşılık yaratıyor.
Çünkü ne birinin taşına sarılacaksın, boğulmamak için…
Ne de seni fırlatıp atandan medet umacaksın.
Artık hangimiz ne kadar yapabilirse tabii!
***
Bunu izah için bir misal vereyim.
İskele Sancak Kaptan Köşkü, gazetecilik prospektüsü yazmış adeta.
“Milletin yanında olup milli olmak. Milletin değerlerini simgeleyen kurumların yanında saf tutmak” diye.
Ben görememiş olabilirim; içinde “bağımsız habercilik” filan yok.
Ayrıca, yüzde 50-50 veya yüzde 41-59 diye bölünmüş “millet”in hangi yanını millet kabul edip diğerini etmeyeceğiz?
Hangilerinin değerlerini milletin değerleri kabul edip ötekileri değersizleştireceğiz?
Gazeteciliğin böyle şeylerle işi yok elbette.
O yüzden dünyada en sıkı gazetecilik örnekleri, özellikle devletlerinin, “milli” sanılan sermayelerin, güçlülerin halktan gizlediğini ortaya çıkaran gazetecilerin eseri.
Halkların gözünü, zihnini ve önünü açan da bunlar zaten.
Şimdi çatışan iki taraftan biri bu kadar net ama diğerinin derin tarihindeki “Devlet gazeteciliği” bir yana, Amiral’in önceki Başbakan’ın bir brifinginde, “Siz söyleyin biz yazalım; siz söyleyin biz yazmayalım” mealindeki milli duruşu da tarihe yazılı.
***
Bir öteki diğerinden elbet daha süfli, daha sefildir denebilir ama bu “potansiyel ortaklık”ı en iyi, böyle duruşların unutulmaz yönetmeni Ertuğrulgazi ifade etmiş zaten.
Mealen diyor ki…
“Bize andıç vermişlerdi, yayınlamış, gazetecileri hedef göstermiştik.
Bunlar (yani Sancak) kendileri andıç düzüp yayınladı.
Biz kullanışlı aptallardık, bunlar kullanışsız gaddar.
Biz hatamızı çabuk anladık, özür diledik, helalleştik; onlar ortadan kaldırmaya ant içti.”
Nüanslar elbette vardır. Yok demem.
Ama diyorum ki, paşanın eline tutuşturduğunu manşet yapman ile maşaların eline tutuşturulanı manşet yapması arasında çok nitelik farkı yok.
O yüzden, Havuz Medyası’nın tohumunu Hortum Medyası atmıştır.
Damlaya damlaya göl olmuş, gölden ne maya çalsan tutmuştur!
Tamam, boynuz kulağı geçti; gaddar aptaldan daha feci olabilir!
Sen istersen, ben kabak tohumu attım, hıyar çıktı, de; fark etmez!
***
“Ertuğrulpaşa”nın dediği aynen şu:
“Biz başkasının neden olduğu bu ayıbı alnımızda taşımaya devam edeceğiz…
Onlarsa bizzat kurdukları bu kumpası, zift, katran ve çamuru gönüllü olarak alınlarında taşıyacak.”
Bravo; işte mesele bu:
Alınlardaki o lekeler.
Ne yapsan çıkmıyor!
Mağrurken yediğin hurmalar…
Hayat boyu alnını tırmalar!
***
Başlıktaki “talih”e gelince…
Gündüz yazdığın yazıda gazeteciliklerini övdüğün meslektaşlarının kadro dışı kaldığını öğrenince, gazete basılmadan, akşam acele acele yazı değiştirmek, onların adını silmek bir talihsizliktir mesela.
Neden dersen…
Yıllar geçer, senin başına da bir şey gelebilir.
Bu kez yazacak kimse kalmamıştır zaten!