Paris yanıyor mu!
Avrupa Ortadoğu’yu kendi konumuna göre hem Doğu hem Orta olarak tarif etmişti.
Şimdi Avrupa’nın ortası Ortadoğu!
Böyle bir dünyada Türkiye hakikaten Köprü ülke!
***
Paris’te saldırıların olduğu bölgenin hemen yakınındayım.
Bir vesileyle geldiğim kent birkaç saat önce başka türlüydü. Şimdi öldü!
O saate kadar mevsime göre sıcak bir cuma akşamıydı. Zaten hep canlı bir şehrin az sonra cansız düşeceğini kim bilebilirdi?
“Ortadoğulu” iseniz “bizim gibi”, her an her yerde insanların, şehirlerin cansız düşebileceğini biliyorsunuz. Yanınızda taşıyorsunuz zaten o duyguyu.
***
Fransız gizli servisleri esasında “biraz” biliyormuş olacakları.
Önümde 2 Ekim’de yayınlanmış bir haber duruyordu zaten:
“Fransa çok beterine hazır olmalı. Şimdi Kalaşnikof modası. Saldırıları uzun uzun gündemde tutma zamanı.
Paris’te yahut büyük bir kentte, iyi silahlanmış bir grup tarafından, 2013’te Nairobi’dekine benzer bir saldırının yapılabileceğinden ürkülüyor. O saldırıda 68 kişi öldürülmüştü.
Kaç saldırganın olduğunu bilebilmek saatler sürer. Hele bu saldırganlar Suriye’de çarpışmış deneyimli kişilerse. Bundan sonra bekleyeceğimiz profesyonel saldırganlar.
Işid’in çok büyük bir saldırı planlaması, bugüne kadar olanlardan çok büyüğünü hedeflemesi beklenmeli.
Önümüzde karanlık günler var. Işid’in topraklarımıza taşımak istediği asıl savaş henüz başlamadı.
Fransız gizli servisleri, polis ve ilkyardım birimleri büyük bir saldırıya hazırlanıyor. Sürekli olarak böyle bir saldırının hazırlıkları yapılıyor. Müdahale zamanının kısaltılması için uğraşılıyor.”
***
Çoklu saldırıların yoğunlaştığı Oberkampf-Belleville bölgesi, Paris’in mütevazı, çok kültürlü, çok etnisiteli ve son yıllarda gece hayatının canlılığıyla bilinen yerler.
Saldırganların bölgeyi rastgele mi seçtikleri, iyi bildikleri için mi yoksa kaçabileceklerini düşündükleri için mi yahut simgesel bir şey mi atfettikleri belirledikleri elbet (henüz) bilinmiyor.
Ama elde silahla ölerek öldürmeyi göze alan birileri için dünyanın her köşesi, her an hedef zaten.
O yüzden bu sadece “terör” değil, nasıl adlandırırsanız adlandırın, bir “savaş”ın coğrafi olarak da uluslararasılaşması.
Kirli savaşların şimdilik sonuncusu.
Suriye’nin (vec Irak’ın) kaderi üzerindeki tüm oyunların, sınırların ötesinden uzanan ellerin, niyetlerin öteki yüzü.
Ve tarihin görmekte olduğu en gözü dönmüş, sivilleri en açık biçimde hedef alan ve bunu “savaş”ın bir parçası gören bir yüz.
***
Silvan”ların, Suruç’ların, Ankara Garı’nın ülkesinden “elalem” için konuşmanın belki pek manası yok.
Ama Suruç ve Ankara ile Paris, hepsi ile Bağdat, Beyrut hiç de uzak değil!
Sadece dünyanın herhangi bir yerindeki bir insanın bir ötekini algılaması zor oluyor.
Ancak şiddet, kan, acılar, masum insanların hedef alınması, katliamlar ortak bir mana çıkarabilmemiz için dürtüyor bizi.
Onda da, içimizdeki nefret duyguları, bir ötekinin acısına sırt çeviren veya daha ötesi, bayram yapan o tuhaf insanlık dışılıklarımız baskın çıkabiliyor.
***
Büyük, ışıl ışıl, sokaklarda yaşayan ve dünyanın her tarafından onbinlerce insanın da bulunduğu bir kentin, savaş dışında, bir panik atağa, bir korku tüneline ve bir katliam mahalline dönüşmesi ve bunun “anında küreselleşmesi” için bir dakika, birkaç gözü dönmüş, birkaç silah ve bomba, canlı bomba yetiyor.
Her katliam mahalli o kadar küreselleşmiyor elbet.
Metrodaki bir reklam afişi, Eyfel Kulesi’nin çelikten yarısını bir Kalaşnikof gibi gösteren montaj bir gecede hakikat oluverdi adeta.
Sadece bir konser salonunda 100 ölüyle!
***
1955’ten beri ilk olağanüstü hal ilan edilmiş. Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasındaki olaylardan ötürü.
17 Ekim 1961 Fransa tarihinin ve Paris’in gizlenmiş en büyük katliamlarından birinin tarihiydi.
Fransa’yı protesto eden Cezayirlilerin, Arapların mitinginde polis saldırısıyla 200 kadar insan öldürülmüş, birçoğunun cesedi Seine Nehri’ne atılmıştı.
Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, henüz adayken bu katliamı anarak dikkat çekmişti.
Dört yıl sonra Paris bu kez Suriye’den taşınan bir katliamla yıkıldı.
Bir kitap ve filmdi, “Paris yanıyor mu?”
Suruç, Ankara, Silvan ülkesinden kalkıp ne diyebiliriz:
Evet, yanıyor!
BİR ŞEHİT, BİR HANE, BİR VİRANE, BİR DE BİZ, HEPİMİZ!
“20 bin kişi kaçtı, elektrik, su yok, Silvan hayalet şehir oldu.”
Haberler böyle.
Ortadaki haberler tabii. Bir de tam ortaya düşmeyen, kaç ölünün olduğunu bile bilmeyen bir ülkenin tamamına ulaşmayan, yoksul hanelerin delik deşik yüzleriyle yüzleşmeyen milyonlarca insanın bihaber olduğu, kiminin umursamadığı, kiminin de müstahak gördüğü haberler var.
Bir de “şehit haberi.”
Sadece onun yüzüne, onun hanesine, onun kaderine baksanız bile, esasında “savaş”ın nasıl sıvasız hanelerin üzerine üzerine yürüdüğünü anlayabilirsiniz zaten.
***
Bir yanı Bodrum, Marmaris gibi “cennetler” olan Muğla’nın, esasen tabiatı cennet hayatı zorlu bir tepesinde, kimine göre “tek oda”, kimine göre “iki göz” bir hane.
“Sıvasız haneler” diyoruz ya, öyle mecazi değil; her seferinde yine öyle. Çatısı askerlerin koyduğu direklerle zar zor tutulan “Şehit Uzman Çavuş”unki de öyleydi; annesini özürlü kardeşiyle bırakıp askere giden ama üç kuruş borç yüzünden elektriği çoktan kesilen hanesine tabutla dönen “Şehit Er”inki de; işte “Silvan’da Şehit Teğmen”inki de.
Direklerle zor ayakta duran, naylonlarla korunmaya çalışan, yürek-umut-sevgi ile ısınsın diye uğraşılan hayatları daha da kavuruyor işte savaş.
Ağaların, beylerin, efendilerin, reislerin, şeflerin karar verdiği büyük yangın!
***
“Şehit Teğmen” Altuğ Pek, o haneden, kilometreler yürüye yürüye, bazen otostop yapa yapa okula gidip bir de üniversite bitirmiş.
Öyle çocukların hayallerinin bir yanında bir sevda varsa, bir yanında da öğretmenlik olur ya çokça…
Matematik Bölümü’ne gitmiş.
Bu ülkenin tarihi bazen iki cümleye sığıyor işte:
Üniversitenin adı Adnan Menderes. Kim? Askeri darbe sonucu idam edilmiş Egeli Başbakan.
Öğrenci kim? Mesleğini yapamayınca 5 ay önce asker olmuş yoksul bir Egeli.
Yangından idama, idamdan yangına büyük Türkiye!
***
Öğretmen çıkmış “Şehit Teğmen”, lakin öyle neredeyse 400 bine yakın öğretmen, çocukluk hayalleri veya son çareleri ile çıktıkları bu yolun başında düşüyor zaten. Atama yok, iş yok, puan yok, sözleşmeli-kölelikten hallice mevsimlik işlerin öğretmenlikle alakası pek yok.
Kimi intihar etmiş, kimi sözleşmeli iş bulduğu okulda yazın işsiz kalınca, okul kitaplarına hamallık ederken kalp krizinden ölmüş.
O da “devlet öğretmen olarak atamayınca”, aynı devletin “sözleşmeli subay”ı olmuş.
“Sözleşmeli subay” bazen ne demektir, bilir misiniz? Ben öğrenmiştim!
Ne bir altsın, yani astsubay-uzman çavuş… Ne subaysın!
Maalesef kimi “mektepli” meslektaşları “katır” diyor öyle subaylara. Zaten öyle işinin garantisi yok. Ama ne üstteki gibi “soylu at” sayıyorlar, kendilerinin çoğu da yoksul hanelerden geldiği halde; ne alttakiler gibi tam…
Şunu da diyeyim: Evladınız gencecik yaşında bir tabutla döneceğine yoksul hanenize, “hayatta olduğunu bileyim, ne derlerse desinler” de dersiniz. Belki de asla demezsiniz!
Bu hayatta bir yer, bir saygı, tutunacak bir dal, haysiyetiyle yaşama imkânı arayan “sıvasız hane çocukları”ndan “40 bin ölümüz” derken, şimdi iki seçim sırası 1000 daha mı eklenmiş?
Yıkık, delik deşik hanelerden bir Silvan bir yanda… Silvan’da vurulup yoksulluğunun üzerine bir bayrak, bir de ölü hayalleriyle gözlerimizin içine bakan bir gencin fotoğrafı asılmış sıvasız hane bir yanda!
Ne kadar uzak ve aslında ne kadar yakınlar!
BAŞÖRTÜSÜ GİREMEZ!
Hala böyle bir şey olabiliyor mu?
Kelepçe takılınca hemen müdahale edip Emniyet Müdürü’nü alan bir Başbakan varken bile!
Son halkası hariç bir kaç kez yazdığım olay: Hakan Astsubay Ankara’da bir lojman hakkı kazanmış, ama eşi “”evine” giremiyordu.
Öğretmen eş başörtülü diye giriş için “Akıllı Kart” verilmemişti. Yönetmelik “Çağdışı ve İnkılap Kanunlarına aykırı fotoğraf olmaz” demiş, şimdi Meclis Başkanı olan Bakan’ın, yani AKP’nin Milli Savunma Bakanlığı da bu yasağı savunmuştu. Hepsi belgeli.
Sonra Astsubay ve avukatı Erkan Akkuş ciddi hukuk mücadelesi verdi. Yönetmelik değişti biraz. Lojmana giriş mümkün oldu.
Bu kez orduevine giremedi Öğretmen Hanım. Girmek isteyince çıkarıldılar. Çünkü yönetmelik yine yasak diyordu. (Uludağ’da tesisten kış günü apar topar atılanı da yazmıştım; İzmir’de kabalıkla çıkarılanı da!)
Yine hukuk mücadelesi verdiler.
Ve son halkada, Cumhurbaşkanı, Başbakan eşleri de başörtülü olan iktidarın Milli Savunma Bakanlığı savunma yaptı ve tercümesiyle şöyle dedi:
“Yasak yerindedir. Orası askeri tesistir. Kararı Genelkurmay verir. (Eşi başörtülü olduğu için orduevine alınmayan) Davacı talebinin reddine karar verilmesi…”
Üçü hakim, ikisi hukukçu olmayan 5 albaydan oluşan Askeri Yüksek İdare Mahkeme heyeti de askeri yasağı ve “sivil” bakanlığı oybirliğiyle haklı gördü!
Eminim Sayın Arınç da üzülecek şimdi!