Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Her gün “bayrağa sarılı tabutlar”, “etkisiz hale getirilenler”, “maalesef siviller” hızlı hızlı sayılan; 11 çocuk annesinin, bebek ve dedenin, çocukların, gençlerin, genç kızların vurulup sokakta yattığı, ne ambulansa ne cenaze arabasına kavuşabildiği…

        Bir yılda “işyerleri”nde üç kuruş ekmek parası peşinde 1600 işçinin öldü(rüldü)ğü, 300 kadının “tanıdık” erkeklerin elinde can verdiği, cennet kıyılarına cehennemlerden kaçmaya çabalayan çocukların cesetlerinin vurup durduğu ülkede “ölüm”den bahsetmek ne kolay ve esasen ne zor.

        Bir ucunda “ölüm”ün gündelik hayat, “şimdiki zaman, her zaman” olduğu, bir ambulansın sokakta yatana ulaşması için AİHM’in karar aldığı ülkenin “bu tarafı”, Mustafa Koç’un, üstelik kendi hastanelerine yetiştirilmeye çalışıldığı halde inat eden “zamansız” ölümüyle sarsıldı.

        Tanınmışlık, zenginlik, gençlik, sağlık, imkân, güç, kudret ve ölüm üzerine herkese bir şeyler söyleyerek ve gülümseyerek birden vedalaşmış olmalı.

        Özellikle de kudretini sınırsız, ömrünü ölümsüz zannedenler varsa, onlara bir şey fısıldamış olmalı.

        Kim olursa olsun, ben hep babaların, annelerin ardından bakakalan çocuklara yanarım; 6 yaşımdan bilirim.

        Hele, kaç yaşında olursa olsun evlatlarının ardından bakakalan analara, babalara. Onlar da kim olursa olsun.

        ***

        10 yılı geçmiş, gidip gidip geleli.

        O sıra bir yıldır “hanemiz”de sıkı bir “kanserle mücadele” başlamıştı. Öyle vakur, sessiz, çok saygıdeğer.

        Üzerine bu kez kalbimin “çok yorgunum” diye iki ay arayla iki kez teklemesi geldi. Birinde bir operasyon, diğerinde “yoksa gideceksin”den “yok öyle şey, güleceksin”e kadar doktor yorumları. Bir üçüncüde cebimde “minik bir hap” vardı.

        Ben de ona müteşekkir, bir yazı yazmıştım. “Hayat ve ölüm”ün ucuzluğuna dair.

        Hap hep benimle. Bazen çantada, bazen cepte. Nadiren kutudan çıkıyor. Zaman oluyor, zaman doluyor, son kullanma tarihi bile geçiyor; o ölüyor, ben devam ediyorum!

        Aşağıda o 10 küsur yıllık yazı, “Üç kuruşluk opera” başlığıyla. Tabii hapın fiyatı o arada arttı!

        ***

        1 lira 44 kuruş. “Hayatını kurtarabilir” diye cebime, herhalde çok sayıda eve, arabaya, çantaya, işyerine, çekmeceye, komodine, mutfak dolabının bir köşesine, ecza kutusuna konan ilacın fiyatı.

        Bazen, hani o an, kim bilir 5 dakika sonra belki, hayatını kurtarabilecek 5 miligramlık şey, 1,44 bölü 50 tablet eşittir 2,8888888; tableti “üç kuruş.”

        Üç kuruşluk bir hayatınız olduğunu kabul edebilir misiniz; Brecht’in diliyle,“Üç Kuruşluk Opera”da bir rolü kabullenir misiniz?

        Hani o kıymetli, kimimizde gösterişli, makamlı, manalı, afili, kimimizde sıradan ama her halükarda ağıtlar yakılası hayatlarımızın, ki ölümlerimiz de diyebiliriz, bazen üç kuruşluk, minicik, pembecik, dilaltıcık bir hapçığa bağlı olabildiğini sindirebilir misiniz?

        Hani geçen, gencecik, “daha en verimli çağında” yitirdiğiniz “o” vardı ya…

        O esnada o haptan bir adet bulsa, yani cepte üç kuruşluk bir tedbiri olsa, olsa da dil altına koyabilse, hiç olmazsa o an kurtulabileceği ihtimalini düşünebilir misiniz?

        Elbet hikayenin tamamı, aslı bu değil.

        Elbet hayatlarımız gibi ölümlerimiz de ille üç kuruşluk değil.

        Elbet kırık, bozuk, yorgun, titrek bir kalbin tüm ilacı bundan ibaret değil.

        Elbet uzun ya da kısa, ama dumanlı, puslu, hırslı, hüzünlük, kırılgan, kıran, ömürlerin kırılma anının sorumluluğunu üç kuruşluk bir hapa yıkmak da adil değil.

        Lakin böyle bir şey var. Yenilerde tanıştım. Bilirdim de, alıştım.

        Bir göğüs ağrısı diyelim; adı “Angina Pectrus”, ki hayatınız Yüce Sezar ise mesela, o da “Angina Brütüs”. Öyle içinizden, tam kalbinizden geliyor, bir hançer gibi sırtınıza saplanıyor.

        İki ana ihtimal var:

        a)Yaşayacaksınız.

        b)Öleceksiniz.

        Bu kadar basit ve ani yol ayrımında, Brütüs’e karşı Üç Kuruş!

        O kavşağa bilmeden de gelmiş olabilirsiniz, bile bile lades diyerek de.

        Ne yalan söyleyeyim, her şeyi bildiğini, gördüğünü zannedip sizi buna ikna eden bir “uzman”ın lagarlığı, yanılgısı, yanıltmasıyla da!

        O an yanınızda, tesadüfen yakınınızda olan veya yetişen bir elin uzattığı “üç kuruşluk” muhtemelen ölümcül bir krizin yörüngesinden çıkarır… Hayatınızı da ölüm ihtimalinizi de uzatmanın telaşlarına taşır.

        Pahalı pahalı tedavilere yazılırken bazen üç kuruşluk haplara kilitlenmiş, “kader” gibi görünüp birden sanki elindeymiş, pimi sendeymiş gibi kurulmuş saatli bombanız varsa…

        Hayat başka bir şeydir artık…

        Ölüm başka bir şey.

        Ne birbirine zıt, ne birbirinden uzak, ne sana ait ne senden ırak.

        O vakit üç kuruşluk bir operada aryayı iyi seçmek lazım:

        Tam kalbinizle, tüm vicdanınızla herkesin üzerine titreyeceksiniz…

        Tam kalbinizle, tüm vicdanınızla dikilecek, dikleneceksiniz!

        (25 Temmuz 2005)

        ***

        Tüm iyilik dileklerimle. Bilhassa çocuklara.

        Ve Tahsin Yücel’e de, bu ülkeye, bize kattığı her kelimeye, her düşünceye, her iyiliğe teşekkürle.

        Diğer Yazılar