Kırmızı çizgi, beyaz silgi
Başbakan’ın Diyarbakır konuşmasında önemsenecek, eleştirilecek, tam tersi söylenebilecek çok şey bulunabilir.
Nihayetinde, konuşma akışında bile birbiriyle çelişen nice unsur var.
Ben sadece bir alıntı yapacağım.
Yüzde 50 desteği, tek başına iktidarı olan bir parti bunu gerçekten benimsiyorsa, bu taahhüde gerçekten inanıyorsa…
Çok şey daha farklı olmalıydı; daha farklı olabilirdi; daha başka olabilir.
“Ak Parti fikriyatının oluşumunda, programın şekillenmesinde Diyarbakır’ın çok önemli etkisi var. Diyarbakır önümüze kırmızı çizgiler koydu: Etnik milliyetçilik yapmayacaksın, dinsel ve bölgesel milliyetçilik yapmayacaksın dedi. Kimseye zulüm etmeyeceksin, her zaman kardeşliği, bütünleşmeyi savunacaksın dedi. Önümüze ileri demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, adaleti, kalkınmayı koydu. Siyasetin, devletin, iktidarın diline başvurmadan, kardeşiniz olarak konuşuyorum.”
Mesele belki de hakikaten…
Siyasetin, devletin, iktidarın dili meselesidir.
O dilin “milliyetçi, ayrımcı, kardeşliği bozucu, zulme yatkın” ezberleridir.
Dil yarasıdır…
Ruh yarasıdır…
Kalp yarasıdır…
O dilin yarattığı kadim yarılmadır!
Kamber’in kanlı düğünü!
Tarihte nadir oldu ama hiç olmadı değil.
Bir bakmışım (E.) Özkök’ün bir yazısını yerinde bulmuşum.
Yani yazdığı yerde manasında değil; mana manasında.
“Bir de Kerinçsiz bulunursa, tamam” başlıklı yazısı gibi.
Yazı, kamuya açık tartışma ortamında dedikleri (bazen cımbızlanarak) hoşa gitmedi, kutsallıklara hakaret sayıldı diye Fazıl Say’ın yargılanacak olmasını eleştiriyor.
Burası Türkiye, burada zaten böyle!
Hakikaten hiç fark etmiyor!
***
(E.) Özkök de “Aklıma gelen ilk cümle ne oldu biliyor musunuz?” diye soruyor.
Biz cümleten başka bir cümle bekliyoruz ama olsun, şöyle cevaplıyor:
“Bir tek Kerinçsiz eksik… Hrant Dink mahkemeye giderken kapıda bağıranları tekrar gördüm. Orhan Pamuk’u hatırladım. Orada ‘Ulusalcı arkadaşlar rahatsızdı’. Şimdi ‘Muhafazakâr arkadaşlar’ huzursuz. O zaman, ulusalcılar gammazlardı. Şimdi muhafazakâr muhbirler görevi devraldı. Devir değişti, akıl, mantık, kafa hiç değişmedi… Malum Kanbersiz düğün olmaz, olamaz… Fotoğrafta bir Kerinçsiz eksik.”
***
Bu yazıya vallahi katıldım da…
Ergenekon’dan tutuklu olan, Veli Küçük kuşatma ekibi asli üyesi Av. Kemal Kerinçsiz olsam şöyle derim:
“Ulan ben Kanber isem, siz de Kamber’diniz. Ben düğüne gitmişsem, siz dört kol çengiydiniz… Ulan ben bir eksiksem, siz toptan noksansınız. Ben Kerinçsiz isem siz kerinçsiniz!”
***
Çünkü Kerinçsiz bile afallamıştır…
“Biz Dink’i kuşatırken, gammazlayıp manşetten önümüze sürükleyen kimlerdi” diye.
Bir hafızasına bakmıştır, bir de Hafız’ın yazdıklarına!
Hrant Dink maalesef bir şey diyemiyor; çoktan öldürüldü.
Ahmet Kaya maalesef bir şey diyemiyor; çoktan sürgünde öldü.
Orhan Pamuk’un diyeceği varsa, kendisi söyler ya da yazar zaten. Ya da sonra söyler.
Ama ben olsam, “Masumiyet Müzesi”ne önce (E.) Özkök’ü kaldırırdım.
Hepimiz kirliyiz ve…
Daha masumu bulunamaz çünkü!
***
Bir de… İsimlerini (E.) Özkök de zaten bilmez ama…
Düzmece manşetler eşliğinde…
Öyle mahkemede kuşatma filan değil…
Cezaevlerinde Hayata Dönüş diye hayat söndüren Tufan Operasyonu’nda…
Boğulan, zehirlenen, yakılan, cesetlerine dahi kurşun sıkılan onca genç vardı.
C-1 koğuşunda metanol ile, xylen ile katledilen Güler, Seyhan, Özlem, Şefinur, Gülser, Nilüfer isimli kadınlar vardı.
O kanlı düğünde Kanber kimdi Kamamber?
***
Şuna hayret ediyorum:
İnsan kendini kaybederek manşetler atar da…
Kendini unutarak, unutturarak nasıl böyle yazılar yazar?
Yoksa yazı tek başına kötü değil Kerinçsiz...
Şu hafıza, şu hatıra, şu arşiv de olmasa!
Fazıl Say’ın kuşatılmasına tepkisinde haksız değil…
Şu Hrant Dink, şu Ahmet Kaya da ölmese!