Ahmet Kaya'nın iki isteği!
Tam 14 yıl oldu ölümünden bu yana... Olmasaydı sonumuz böyle... ECEVİT KILIÇ YAZDI...
“Kürtçe klip yapacağım...”
İşte her şey bu cümleyle başladı.
Hem de soğuk bir kış günü…
O günlerde hayli değerli olan, bir nevi müziğin Oscar'ı kabul edilen Magazin Gazeteciler Derneği’nin gecesi…
Ödül alan isimlerden biri de oydu.
Önce ödülünü aldı.
Sonra konuştu.
Ama daha konuşmasının ilk cümlesinden itibaren salondan homurdanmalar gelmeye başladı.
Can alıcı cümle ise sadece 8 saniye sonra geldi.
“Kürt asıllı olduğum için Kürtçe klip yapacağım” dedi.
Bin anda salon karışmaya başladı.
O hiç istifini bozmadı.
Şarkısını söyledi.
Sonra da yerine çekildi.
Tam her şey bitti derken az önce salonu karıştıran hezeyan korusunun üyelerinden biri birden sahneye fırladı.
Ve Onuncu Yıl Marşı’nı söylemeye başladı.
“Bu vatan bizim, ellerin değil” diyordu.
Ne de olsa 28 Şubat kararlarının uygulandığı günlerdi.
Her halükarda iş yapacak bu çıkıştan sonra salon yeniden karıştı.
Önce çatallar sonra tabaklar…
Sonra da bardaklar havada uçtu.
“Cehenneme git, Kürt diye bir şey yok” bağırıyorlardı.
Biraz sonra da bu kez devreye hezeyan korosunun bir başka bir üyesi girdi.
Salondakileri “Memleketim” şarkısını söylemeye çağırdı.
Hep birlikte “Türk’üz, Türk’üz” diye tempo tutuyorlardı.
Hedefteki isim ise en köşedeki masada oturmuş, bakışlarıyla etrafını anlamaya çalışıyordu.
Bir taraftan da “Ben buyum” diyordu.
Etrafında sadece onu korumaya çalışan birkaç sivil polis vardı.
Bir de o hezeyan konusuna tavır alan Kadir İnanır, Mehmet Aslantuğ ve rahmetli Savaş Ay…
Aslında o gece Ahmet Kaya’nın ölüm fermanı yazıldı.
Ona saldıranlara değil Ahmet Kaya’ya soruşturma açıldı.
Hem de bölücülükten.
Ülkenin en sevilen sesi bir anda hain olmuştu.
Gazetelerin manşetlerini ona küfürler süslüyordu.
Tam bir lince dönüştürüldü.
O da bir sabah ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
"AĞLAMA BEBEĞİM"
1957’de Malatya’da başlayan yaşam serüveninde artık sürgün günleri vardı.
Ahmet Kaya’nın ortaya çıkışı darbeden sonraydı.
12 Eylül günü darbe her şeyi değiştirdiğinde, şarkılar da artık başka bir anlamda söylenir oldu.
İki müzik türü ve onu simgeleyen iki isim vardı…
Bir taraftan “Batsın bu dünya” diyen Orhan Gencebay.
Diğer tarafta “Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler” diyen Sezen Aksu.
Sezen Aksu, hüzünlü sesiyle kentlilerin duygularına tercüman oluyordu.
Darbenin yarattığı duyarlılığı notalara döküyordu.
Ama gerçeğe dokunmadan.
Orhan Gencebay’ın temsil ettiği arabesk ise kent merkezlerinin kenarlarına kurulan yoksul mahallerde yükseliyordu.
Yine de asıl anlatmak istediğini, darbenin götürdüklerini tam olarak ulaştıramıyordu onlara.
İşte o günlerde Atilla İlhan’ın deyimiyle “Elinde sazı, deli, kara bir çocuk” ortaya çıktı.
Ve “Ağlama Bebeğim” dedi.
Garip bir müzik türüydü.
Ne Sezen Aksu’nun ne de Orhan Gencebay’ın müziğine benziyordu.
Darbenin götürdüklerini, yarattığı ruh halini tüm gerçekliği ile anlatıyordu.
İlk kasetiyle yer yerinden oynadı.
Seyyar tezgahlarını sadece o süslüyordu.
Sessizce yüz binler satıyordu.
"SAÇLARINA YILDIZ DÜŞMÜŞ"
Ona ilk ses verenler de kaderlerine terk edilmiş yoksullardı.
Sonra onu sol keşfetti.
Cezaevinden çıkan ama bütün umutlarını yitirenler, savunduğu değerler yerle bir olanlar...
Şarkıları tam da onları; avluda volta atanları, suçu saz çalmak olanları anlatıyordu.
Soldan sonra sağ da kendini Ahmet Kaya’da buldu.
Cezaevinden çıkan ülkücüler konserlerinde en ön sıralarda yer alıyordu.
İçeri giren bir kuşağın acılarına tercüman oluyordu.
Cezaevine girmeden önce birbirini öldüren bir kuşak cezaevi çıkışında onun sesiyle acılara tutunuyordu.
Sonra yeni albümü geldi.
Yine toplumsal izler taşıyordu.
Hapishane kapısında oğlunu görmek için bekleyen, evlatlarını işkencede kaybeden, oğlu idama mahkum edilmiş ve “Saçlarına yıldız düşmüş” anaları anlatıyordu.
Albümleri beğeni ve nefret çizgisi arasında dolaşıyordu.
Kimisi onu kabul ediyor, kimisi ise toptan reddediyordu.
İşte o günlerde “Yorgun Demokrat” geldi.
Bu albümle darbeden arta kalanları anlatıyor, içerideki günlerin muhasebesini yapıyordu.
Yitik bir kuşağın kaybettiklerini sıralıyordu.
Bilyelerini, topacını, kiraz ağacında yırtılan gömleğini, çocukluğunu, akvaryumunu hatta kanaryasını istiyordu.
ASİ... HIRÇIN... HAZİN...
Seslendirdiği Yusuf Hayaloğlu şiirleri de aslında tam onu anlatıyordu.
Çünkü kendisi de asiydi.
Hırçındı.
Yoksulluğu yaşamıştı.
Acıyla yoğrulmuştu.
Yitik arkadaşlıklar yaşamıştı.
Hazin de bir öyküsü vardı.
EN BÜYÜK AŞK İSYANI
Onun şarkıları sadece toplumsal gerçekliklerden ibaret değildi.
Kocaman aşkların izi de vardı.
“Sen zahmet etme yerinden, gürültü yapmam derinden. Parmakların üzerinden, su gibi akar giderim” diye devam eden sözler bir ayrılığı, bir aşk isyanını ancak bu kadar güzel anlatabilirdi.
Peki, ya “Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz” dediğinde…
Kaç milyon kişi karşılıksız aşkları daha da büyüttü, sonra o umutları yüreğinde astı…
Ya da kaç milyon kişi dile gelmeyen sırları gözyaşları ile içine akıttı.
KÜRT SORUNUNUN İZİ...
Can Dündar'ın deyimiyle "Ülkenin gündeminde ne varsa Ahmet Kaya’nın müziğinde o vardı.”
Aslında sistem kimi eziyor, kimi hedef alıyorsa Ahmet Kaya onların yayında yer alıyordu.
Onların sesi oluyordu.
1990’lı yıllara gelindiğinde faili meçhuller artıyor, köyler boşaltılıyor, zorunlu göçler yaşanıyor ve ölüm haberleri peş peşe geliyordu.
Ahmet Kaya’nın albümlerinde artık Kürt sorununun izleri vardı.
En çok istediği iki şey vardı; anaların ağlamaması ve savaşın bitmesi.
28 Şubat günlerinde ise herkes sus pusken o korkmadan konuştu.
Konserlerinde üniversite kapılarında başörtüsü zorla çıkartılan genç kızların acılarına ortak oluyordu.
Sadece yaralı solcular, “Aldatıldık” diyen ülkücüler değil 28 Şubat darbecilerinin hedefinde olanlar da kendini onda buluyordu.
Başı örtülü olduğu için orduevinin kapısından döndürülen bir anne de…
Şiir okuduğu için hapse mahkum edilen memleketin en büyük kentinin belediye başkanı da…
Dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan cezaevine gönderildiğinde yanında Ahmet Kaya vardı…
Sisteme isyan ettiği şarkılarıyla onu uğurluyordu…
VATAN HASRETİNDEN ÖLÜM...
Ölümünün üzerinden tam 14 yıl geçti.
Ama hala Türkiye müziğinin yeri asla doldurulamayacak isimlerinden biri.
Ekranlarda bolca yer alan ses yarışmalarında onu taklit eden bir yarışmacı mutlaka her dönem olur.
Hatta sadece onun şarkıları çalındığı için rating rekorları kıran diziler bile yapıldı.
Şimdi, en başa dönelim.
Asla unutulmayacak, yürek burkan o linç gecesine…
Ardından da Paris’te yaşadığı sürgün hayatına…
Bir insan gerçekten vatan hasretiyle ölebilir mi?
İşte Ahmet Kaya tam da bundan, vatan hasretinden öldü.
Şimdi milletçe peşinden ağlıyoruz.
Zaten önce öldürüp ardından ağlamak da sadece bu topraklara özgü olsa gerek…
Hiç olmasa "Olmasaydı sonumuz böyle" dememek için Ahmet Kaya'nın en çok istediği iki şeyi, vasiyet kabul edip anaların ağlamaması ve savaşın tamamen bitmesi için çaba sarfetsek olmaz mı?