Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        İslam Ansiklopedisi Hâfiz nedir?

        Arapça’da “korumak, ezberlemek” mânasındaki hıfz kökünden türemiş bir sıfat olan hâfız (çoğulu huffâz) sözlükte “koruyan, ezberleyen” anlamına gelip Kur’an’ın tamamını ezberleyene hâfız denilmiştir. Hâfız kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de sözlük anlamında birçok âyette yer almakta (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥfẓ” md.), üç âyette Allah’ın sıfatı olarak geçmektedir (Yûsuf 12/64; el-Hicr 15/9; el-Enbiyâ 21/82). Hz. Peygamber, hâfızları Abese sûresinde sözü edilen (80/15-16) “sefere-i kirâm”a benzetmiş ve hâfızların cennette onlarla beraber olacağını müjdelemiştir (Müsned, VI, 110; Dârimî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 11; Buhârî, “Tefsîr”, 80/1; Tirmizî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 13). Buhârî’nin ashabın kurrâsıyla ilgili babda kaydettiği rivayetlerden (“Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 8), Kur’an’ı kısmen veya tamamen ezberleme anlamında “kıraat” kelimesinin kullanıldığı anlaşılmakta (EI2[İng.], V, 129), bazı rivayetlerde ise Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezberlememiş olsa bile ahkâmı konusunda geniş bilgi sahibi olanlara da kurrâ denildiği görülmektedir. Resûl-i Ekrem’in çeşitli kabilelere gönderdiği ashâb-ı suffeden olan hocalara “kurrâ” adı veriliyordu. Bu anlamda Bi’rimaûne’de şehid edilenlere de kurrâ denilmiştir (Buhârî, “Vitir”, 7; Müslim, “Mesâcid”, 301). Buhârî’de yer alan bir rivayete göre (“İʿtiṣâm”, 2) yaşlı ve genç kāriler Hz. Ömer’in meclisinde bulunur, halife onlarla istişare ederdi. Hakem Vak‘ası’nın ardından Hz. Ali’ye karşı mücadeleye girişen Hâricîler arasında 8000 kurrâ bulunduğundan söz edilirse de Ahmed b. Hanbel’in bir rivayetinden anlaşılacağı gibi bunlar genellikle okuma yazması olan, içlerinde hâfızların da yer aldığı kimselerdi. Hz. Ali bu hâfızları bir eve davet etmiş ve daha önce Kûfe’ye gönderilen örnek mushaftan âyetler göstererek onları iknaya çalışmıştır (Müsned, I, 86). Daha sonra, mânasını anlamasa bile Kur’an’ı ezberleyen ve kıraat vecihlerinden bir veya birkaçı hakkında bilgi sahibi olanlara kurrâ denilmiştir. Abdülhay el-Kettânî tâbiîn döneminden sonra ilmin zayıfladığını, insanların Kur’an ilimlerini bir bütün olarak öğrenmekten âciz kaldıklarını, böylece Kur’an ilimlerini bölümlere ayırdıklarını; bir grubun mânaları anlamaya ve bunlar üzerinde düşünmeye yönelmeden Kur’an’ın dil özelliklerini, harflerin mahreçlerini, âyet, sûre, hizb, nısf, rub‘ ve secde sayılarını öğrenmeye çalıştığını, âyetleri onar onar öğretme, ezberletme, benzer kelimeleri ve âyetleri tesbit gibi şeklî konularla ilgilendiğini ve bunlara kurrâ denildiğini ifade eder (et-Terâtîbü’l-idâriyye, III, 3). İbn Haldûn’a göre kurrâ kelimesinin yerini sonradan “fukahâ” ve “ulemâ” kelimeleri almıştır (Mukaddime, II, 1049).

        Hâfız karşılığında ayrıca hâmil de kullanılmıştır (Lisânü’l-ʿArab, “ḥml” md.). Hz. Peygamber’in bir hadisinde, Kur’an’ı ezberledikten sonra unutmayan hâmil-i Kur’ân’a saygının dolaylı olarak Allah’a saygı demek olduğu ifade edilir (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 20). Kelime çoğul olarak da (hameletü’l-Kur’ân) bazı hadislerde geçmektedir (Dârimî, “Rüʾyâ”, 13, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 33). Kur’an’la meşgul olanlara ehlü’l-Kur’ân ve sâhibü’l-Kur’ân da denilmiş, bir hadiste ehl-i Kur’ân, “ehlullah ve Allah’ın has kulları” olarak nitelendirilmiştir (Müsned, III, 128, 242; Dârimî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 1). Diğer bir hadiste, sâhibü’l-Kur’ân’ın âhiretteki derecesinin bildiği âyetler sayısınca yüksek olacağı belirtilmiştir (İbn Mâce, “Edeb”, 52; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 20; Tirmizî, “S̱evâbü’l-Ḳurʾân”, 18).

        Hz. Peygamber’den gelen rivayetlerde Kur’an’ın öğrenilmesi ve başkasına öğretilmesi teşvik edilmiştir. Bu rivayetlerin en kapsamlısı, “Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir” meâlindeki hadistir (Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 21; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 14,15,19; Tirmizî, “S̱evâbü’l-Ḳurʾân”, 15). Kur’an öğrenimiyle ilgili teşviklerin çoğu onu sadece ezberlemeyi değil mânasını anlamayı, muhtevasına vâkıf olup gereğince amel etmeyi amaçlamaktadır. “Artık Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Allah bilmektedir ki içinizde hastalar bulunacak, bir kısmınız Allah’ın lutfunu (rızık) aramak üzere yeryüzünde dolaşacak, diğer bir kısmınız da Allah yolunda çarpışacaktır. O halde Kur’an’dan kolayınıza gelenini okuyun” (el-Müzzemmil 73/20) meâlindeki âyetten anlaşılacağı üzere Kur’an’ın tamamının ezberlenmesi farz kılınmamıştır. Ancak her müslümanın yeterli miktarda âyet ezberlemesi namazın farzlarından olan kıraatin bir gereğidir. Resûl-i Ekrem bu asgari bilgiden mahrum olanları harabeye benzetir (Müsned, I, 223; Dârimî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 1; Tirmizî, “S̱evâbü’l-Ḳurʾân”, 18).

        Resûlullah’ın ders halkasında bulunan sahâbîlerden kaçının Kur’an’ın tamamını ezberlediği hususunda değişik rivayetler vardır. Buhârî’nin ashabın kurrâsıyla ilgili kaydettiği bir rivayete göre Hz. Peygamber Kur’an’ın dört kişiden alınmasını tavsiye etmiştir. Bunlar Abdullah b. Mes‘ûd, Ebû Huzeyfe’nin mevlâsı Sâlim, Muâz b. Cebel ve Übey b. Kâ‘b’dır (Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 8). Aynı yerde geçen diğer bir rivayette Enes b. Mâlik Kur’an’ı “cemeden” sahâbîlerin sayısını dört olarak vermektedir ki bunlar Übey b. Kâ‘b, Muâz, Zeyd b. Sâbit ve Ebû Zeyd’dir. Sonuncu kişinin ismi üzerinde ihtilâf edilmiş ve bunun Evs’ten Sa‘d b. Ubeyd, Hazrec’den Kays b. Seken veya Sâbit b. Zeyd olduğu rivayet edilmiştir (Aynî, XVI, 208). Kaynaklar adı geçen kişileri ashabın hâfızları arasında zikreder. İbn Sa‘d’ın bir rivayetinde Sa‘d ve Ebû Zeyd farklı kişiler olarak gösterilir (eṭ-Ṭabaḳāt, II, 355). İbn Habîb ashaptan Kur’an’ı cemedenleri altı kişi olarak sayar. Bunlar Sa‘d b. Ubeyd, Ebü’d-Derdâ (Uveymir b. Kays b. Zeyd), Muâz b. Cebel, Ebû Zeyd Sâbit b. Zeyd, Übey b. Kâ‘b ve Zeyd b. Sâbit’tir (el-Muḥabber, s. 286).

        Kur’an’ı cemetmenin ne anlama geldiği konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bunlar arasında Kur’an’ın değişik kıraatlerini bilme, onu hıfzetme ve yazılı metnini elinde bulundurma sayılabilir (Aynî, XVI, 209). Kastallânî, Hz. Peygamber dönemindeki dört hâfızın ismini kaydeden Enes rivayetinde geçen “Kur’an’ı cemetti” sözünü “hâfızasına yerleştirdi, ezberledi” şeklinde açıklar (İrşâdü’s-sârî, VI, 162). Nevevî ise buradaki “cem‘” kelimesini “kıraat” olarak yorumlar (Tehẕîb, II/2, 83-86). İbn Sa‘d’ın Hz. Osman’ı tanıtırken naklettiği, onun namazda Kur’an’ın tamamını ezbere okuduğuna dair üç ayrı rivayette ezbere okuma işi “hatm”, “kıraat” ve “cem‘” kavramlarıyla ifade edilmiştir (eṭ-Ṭabaḳāt, III, 75-76). Aynı müellifin, “Resûlullah zamanında Kur’an’ı cemedenler” başlığı altında verdiği bilgilerden bu bölümde hâfız olanları kastettiği anlaşılmaktadır (a.g.e., II, 355-358). Burada kaydedilen rivayetlere göre Muâz b. Cebel, Übey b. Kâ‘b, Zeyd b. Sâbit, Ebü’d-Derdâ, Ebû Zeyd, Sa‘d b. Ubeyd, Hz. Osman, Temîm ed-Dârî, Ubâde b. Sâmit, Ebû Eyyûb el-Ensârî ashabın hâfızlarındandır. Bunlardan Hz. Osman gibi bazılarının Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra hâfız olduğunu söyleyenler de vardır (a.g.e., II, 356). Aynî ise otuza yakın hâfız sahâbînin adını zikretmekte olup kadınlardan Ümmü Varaka, Hz. Âişe, Hafsa ve Ümmü Seleme bunlar arasındadır (ʿUmdetü’l-ḳārî, XVI, 209). Sahâbîler genellikle Kur’an’dan on âyetlik bölümleri ezberler, bunların mânasını ve bu âyetlerdeki emir ve yasakları öğrenmeden diğerlerine geçmezlerdi (Kurtubî, I, 39).

        Kurrâyı çeşitli tabakalara ayıran Zehebî, ilk tabaka olarak sahâbeden yedi kişinin biyografisini verdikten sonra bunların Kur’an’ı Hz. Peygamber zamanında ezberledikleri hakkında rivayetler bulunduğunu ve on imamın kıraatlerinin bunlara dayandığını belirtir. Zehebî’ye göre ilk tabaka şu isimlerden oluşmaktadır: 1. Osman b. Affân. Ondan Mugīre b. Ebû Şihâb ders almıştır. 2. Ali b. Ebû Tâlib. Zehebî, Hz. Ali’nin Resûlullah hayatta iken Kur’an’ın çoğunu veya tamamını öğrendiğini, ancak ondan gelen bir rivayete göre Kur’an hıfzını Hz. Peygamber’in vefatından sonra tamamladığını belirtir. Ebû Abdurrahman es-Sülemî ve Ebü’l-Esved ed-Düelî Hz. Ali’den kıraat öğrenenler arasındadır. 3. Übey b. Kâ‘b. Hz. Peygamber’den Kur’an’ı arz yoluyla alanlardan ve Kur’an okuyuşuyla onun övgüsüne mazhar olanlardan biridir. Ashaptan İbn Abbas, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Sâib, Abdullah b. Ayyâş ve Ebû Abdurrahman es-Sülemî kendisinden kıraat dersi almışlardır. 4. Abdullah b. Mes‘ûd. Hz. Peygamber’in hayatında Kur’an’ın tamamını cemettiği gibi bizzat Resûl-i Ekrem’in ağzından yetmiş kadar sûre ezberlemiştir. Kendisinden ders alan hâfızların başında Alkame b. Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Esved b. Yezîd, Zir b. Hubeyş, Ebû Abdurrahman es-Sülemî gelir. 5. Zeyd b. Sâbit. Hz. Ebû Bekir’in Kur’an’ı cemetmek için kurduğu heyete başkanlık etmiş, Hz. Osman zamanında mushaf nüshalarının çoğaltılması çalışmalarına katılmıştır. Kendisinden Ebû Hüreyre ve İbn Abbas gibi bazı sahâbîler kıraat dersi almışlardır. 6. Ebû Mûsâ el-Eş‘arî. Resûl-i Ekrem Ebû Mûsâ’ya Hz. Dâvûd’unkine benzer bir ses verilmiş olduğunu söyleyerek ona iltifatta bulunmuştur (Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 31; Müslim, “Müsâfirîn”, 235, 236; Tirmizî, “Menâḳıb”, 55). Ebû Recâ el-Utâridî ve Hıttân b. Abdullah er-Rekāşî kendisinden ders almışlardır. 7. Ebü’d-Derdâ (Uveymir b. Zeyd). Dımaşk kadılığında bulunduğundan “kāri-i Dımaşk” olarak tanınmıştır. Ondan arz yoluyla Kur’an öğrenenler arasında hanımı Küçük Ümmü’d-Derdâ ile Atıyye b. Kays, Hâlid b. Ma‘dân ve Ba‘lebek Kadısı Süveyd b. Abdülazîz bulunmaktadır.

        Sahâbeden olan hâfızlar Mekke, Medine, Kûfe, Basra, Dımaşk ve Mısır gibi merkezlerde ders vererek kendi kıraatlerini sonraki nesillere aktaracak talebeler yetiştirmişlerdir. Meselâ Hz. Osman Mugīre b. Ebû Şihâb el-Mahzûmî’yi yetiştirmiş, Mugīre de kıraat imamlarından İbn Âmir’in hocalarından olmuştur. Yedi kıraat imamının (Nâfi‘, İbn Kesîr, İbn Âmir, Âsım, Hamza, Ebû Amr ve Kisâî) okuyuş tarzları genellikle ashaptan Übey b. Kâ‘b, Zeyd b. Sâbit, Ebü’d-Derdâ, Abdullah b. Mes‘ûd, Hz. Osman ve Hz. Ali’ye dayanır.

        Hicretin ilk asırlarında Kur’an hıfzı ve tâlimi çalışmaları daha çok camilerde yapılıyordu. Medine’de Mescid-i Nebevî’nin dışında dokuz mescidde daha Kur’an öğretimi devam etmiştir. Ayrıca Mahreme b. Nevfel’in evi gibi “dârülkurrâ” denilen yerlerde de Kur’an tâlimi yapılmış olması muhtemeldir. Nitekim Huzâî, Mahreme’nin evini medreselerin menşei olarak göstermektedir (Taḫrîcü’d-delâlâti’s-semʿiyye, s. 80). Sonraki dönemlerde de bazı hocalar evlerini mektep gibi kullanmışlardır. Meselâ Ebû İshak et-Taberî’nin evi ehl-i Kur’ân ve ehl-i hadîs için bir toplantı yeriydi (İbnü’l-Cezerî, Ġāyetü’n-Nihâye, I, 6).

        Hz. Peygamber’in vefatından sonra Kur’an hıfzına olan ilgi giderek artmıştır. Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, Basra valisi iken Halife Ömer’e yazdığı bir mektupta Basra’da pek çok kimsenin Kur’an’ı ezberlediğini bildirmiş, halife de onlara maaş bağlanmasını istemişti. Ebû Mûsâ ertesi yıl hâfız sayısında büyük bir artış olduğunu haber verince Hz. Ömer, “Onları kendi hallerine bırak. İnsanların Kur’an’ı ezberlemekle meşgul olurken onun hükümlerini öğrenmeyi ihmal etmelerinden kaygı duyuyorum” diyerek hâfızlara maaş bağlamanın sakıncalı olacağı kanaatine vardığını belirtmiştir (Abdülhay el-Kettânî, III, 95). Müslim’in bir rivayetine göre Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, bazı nasihatlerde bulunmak üzere Basra’nın hâfızlarını çağırttığında davete icabet edenlerin sayısı 300’ü bulmuştu (Müslim, “Zekât”, 119). İlk mushaflar, esas itibariyle Kur’an’ın tahrife uğramasını önleme maksadına yönelik olarak hazırlanmışsa da Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, özellikle kıraat vecihlerinin mushaflarda değil rivayet yoluyla yani ezberden aktarılarak yaşatıldığını, ancak kāriler arasında ihtilâf vuku bulması halinde mushaflara başvurulduğunu kaydeder (Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, II, 1040). İbnü’l-Cezerî de, “Daha sonra Kur’an’ın naklinde mushafların ve kitapların korumasına değil kalplerin ve zihinlerin korumasına (ezberlemeye) güvenilmiştir. Bu durum yüce Allah’ın bu ümmete nasip ettiği en değerli özelliktir” diyerek aynı hususa işaret etmiştir (en-Neşr, I, 6).

        İbn Hallikân’ın, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî’nin el-Elḳāb adlı eserine dayanarak verdiği bilgiye göre Hârûnürreşîd’in hanımı Zübeyde’nin 300 kadar hâfız câriyesi bulunmakta ve sarayından dışarıya “arı kovanı gibi” Kur’an sesleri yayılmaktaydı (Vefeyât, II, 314). Bu bilgi, daha II. (VIII.) yüzyılda hâfızlığın ne kadar büyük itibar gördüğünü, kadınlar arasında bile geniş ölçüde yaygınlaştığını göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Bu itibarın giderek arttığında şüphe yoktur. Nitekim Bâkıllânî, bazı Şiî grupların Kur’an’da eksiltme veya ona ilâveler yapılmış olabileceği yolundaki iddialarını cevaplandırırken Allah’ın kitabında böyle bir tahrifin mümkün olmadığını, çünkü her yerde pek çok insanın Kur’an’ı ezberleyip hâfızasında zaptettiğini, artık onun bir harfinde dahi değişiklik yapmanın mümkün olmadığını belirtir (İʿcâzü’l-Ḳurʾân, s. 29-30, 41-42). İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî de kendi dönemiyle ilgili olarak aynı şeyleri söyler (el-Muvâfaḳāt, s. 59).

        Endülüs’te bazı kurrâya kıraat dersi ve hâfızlık çalışmaları için belli mescidler ayrılırdı. Endülüs âlimlerinden Ebû Bekir İbnü’l-Arabî ülkesinde çok başarılı bir öğretim metodu takip edildiğini, ilk öğretimin yazı, hesap ve dil bilgisiyle başlatıldığını, daha sonra Kur’an hocasının öğrencilerine şifahî olarak Allah’ın kelâmını tâlim ettiğini, çocuklara kabiliyetlerine göre Kur’an’dan bir kısım ezberlettiğini, hâfızlığını tamamlayanlardan isteyenlerin öğrenimlerini fıkıh ve hadis dersleriyle sürdürdüklerini bildirir (Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, IV, 1895).

        Hâfızlık çalışmaları sonraki asırlarda cami ve dârülkurrâlar yanında medrese, dârülhuffâz, dârülhadis, ribât ve türbelerde de sürdürülmüştür. Dımaşk’taki el-Eşrefiyyetü’l-Cevvâniyye Dârülhadisi’nin vakfiyesinde, sayıları onla sınırlandırılmış olan kırâat-i seb‘a öğrencilerine aylık 10 dirhem burs verilmesi öngörülmüştü. Bazı türbeler Kur’an öğretimine uygun tarzda bina edilir, türbe sahibi kabrinin yanı başında Kur’an öğretilmesinden büyük bir hayır umardı. Meselâ Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed es-Sehâvî Ümmü’s-Sâlih (Sâlihiyye) Türbesi’nde (Zehebî, III, 1246, 1250; İbnü’l-Cezerî, Ġāyetü’n-Nihâye, I, 569), Müntecebüddin el-Hemedânî Zencîliyye Türbesi’nde (Zehebî, III, 1265) kıraat okutmuşlardır. Bir kısım kārilerin birkaç yerde görev yaptığı da oluyordu. Meselâ İbrâhim b. Fellâh Eşrefiyye Dârülhadisi, Eşrefiyye Türbesi ve Emeviyye Camii bünyesindeki Kubbetünnesr’de uzun müddet kıraat dersleri vermiştir (a.g.e., III, 1432). Peygamberlere ait olduğuna inanılan kabirlerle ribâtlar da Kur’an dersi verilen mekânlardı (a.g.e., III, 1250, 1406, 1424). Müstansıriyye Medresesi bünyesinde bir dârülkurrâ mevcuttu. Evliya Çelebi’nin verdiği bilgilere göre dârülkurrâ veya dârülkur’ânlar İstanbul’da umumiyetle cami bünyesinde yer alırdı. Ayrıca müstakil dârülkurrâlar ve mektepler de vardı.

        Kıraat hocalarına “şeyhü’l-kırâa”, görevlerine de “meşîhatü’l-kırâa, meşîhatü’l-ikrâ, riâsetü’l-ikrâ” denilirdi. Bazı hocaların görevleri için “meşîhatü’l-ikrâ el-kübrâ” ifadesi de kullanılmıştır (İbnü’l-Cezerî, Ġāyetü’n-Nihâye, I, 34). Bir beldenin kıraat hocası genellikle o beldeye nisbet edilir ve meselâ “kāri-i ehl-i Mekke” veya “mukri-i Kûfe” gibi unvanlarla anılırdı.

        Hâfız yetiştiren hocalar kendilerine has metotlar geliştirmişlerdi. Âyetler onar onar veya beşer beşer ezberletilir, bunlar iyice öğrenilmeden yeni ders verilmezdi. Bazı hocalar talebenin çokluğu sebebiyle birkaç öğrenciyi aynı anda dinlemek zorunda kalırdı. Yolda yürürken bile öğrencilerini dinleyen hocalar vardı. Dımaşk’ın kıraat şeyhi Ali b. Muhammed es-Sehâvî’nin Cebel’e giderken iki üç öğrenciyi aynı anda dinlediği rivayet edilir. Türkiye’deki hâfız yetiştiren kurslarda da rastlanan bu uygulamayı Zehebî, “Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet olunsun” meâlindeki âyetin (el-A‘râf 7/204) hükmüne ve sünnete aykırı bulmuştur (Maʿrifetü’l-ḳurrâʾ, III, 1247-1248).

        İslâm dünyasının birçok yerinde Kur’an hıfzına küçük yaşlarda başlanırdı. Tabakat kitaplarında yer alan belli sayıdaki kurrâ dönemlerinin en meşhurlarıdır. Bunlardan biri olan İbnü’l-Cezerî’nin Bursa’ya gelmesinden sonra Osmanlılar’da kıraat ilminde büyük bir gelişme olmuş ve binlerce hâfız yetişmiştir. Evliya Çelebi’nin verdiği bilgiye göre Amasya’da dokuz dârülkurrâ vardı ve bunlardan sadece Sultan Bayezid Dârülkurrâsı’nda 300’den fazla hâfız bulunmaktaydı (Seyahatnâme, II, 188). Hüseyin Hüsâmeddin’e göre sıbyan mekteplerinde de hâfızlık yapılmaktaydı (Amasya Târihi, I, 265-268). Yine Evliya Çelebi’nin kaydettiğine göre İstanbul’da “esnâf-ı hâfızân-ı Kur’ân-ı Azîm”in sayısı 3000 kadarı kadın olmak üzere 9000’dir. Merasimlerde “hâfız ve hâfizeler, ale’l-umûm küheylân atlar üzerinde Feth-i şerif (Fetih sûresi) tilâvet ederek Alay Köşkü dibinden geçerlerdi” (Seyahatnâme, I, 524).

        Türkiye’de Cumhuriyet’in kurulmasından sonra zamanın Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi’nin gayretleriyle Kur’an kursları Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu’nun dışında bırakılmışsa da ilk dönemlerde bu kurslara fazla ilgi gösterilmemiş, 1950’li yıllara kadar özel çabalarla çok az sayıda hâfız yetiştirilebilmiştir. Nitekim Ali Rıza Sağman, bu dönemde hâfızlık mesleğinin nerede ise ölmek üzere olduğundan yakınarak bu işin bir nizama bağlanmasını istemiştir (Din Adamları Nasıl Yetiştirilmeli, s. 50-58). 1923-1933 yılları arasında dokuz olan resmî Kur’an kurslarının sayısı 1991’de 5000’i aşmıştır. Kur’an kurslarında hâfız olanlar için her ders yılı sonunda Diyanet İşleri Başkanlığı’nca tesbit edilen bölgelerde imtihan açılmakta, başarılı olanlara hâfızlık belgesi verilmektedir. 1970’ten bu yana Türkiye’de Kur’an kurslarında yetişen ve belge alan hâfız sayısı 30.000’den fazladır.

        Malezya, Suudi Arabistan vb. ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de 1983’ten beri hâfızlık yarışmaları tertiplenmektedir. Hâfızlık belgesi için imtihan yapılan on bölgenin birinci ve ikincileri Mevlid kandili gecesinde büyük bir camide jüri ve halk önünde yarışmakta, dereceye girenler çeşitli hediyelerle ödüllendirilmektedir. Diğer taraftan, 1975 yılında 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 36. maddesinde yapılan bir değişiklikle Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluşunda görevli olan hâfızlara mükteseplerinin üstünde bir derece (üç yıllık kıdem) verilerek hâfızlık teşvik edilmiş ve bu uygulamaya devamlılık kazandırılmıştır.

        Balkanlar’da Osmanlılar döneminden itibaren hâfızlık müessesesi halk tarafından büyük ilgi ve destek görmüş, çoğu camilerin yanında hâfızlık medreseleri veya dârülkurrâ adı verilen okullar faaliyet göstermiştir. Bu kurumlarda hıfzını tamamlayan on on beş yaşlarındaki öğrencilerin, “hâfız-ı kavî” veya “hafsalkārî” diye anılan hocalar önünde tâbi tutuldukları hâfızlık imtihanlarının günümüzde, pazartesi başlayıp cuma günü cuma namazından sonra yapılan hatim duasıyla son bulan bir merasime dönüştüğü görülmektedir. Hâfızlık imtihanının ardından hıfzını geliştirmek isteyenler üç aylarda ve daha çok ramazan ayında mukabele okurlar.

        I. Dünya Savaşı’ndan sonra ve özellikle komünist iktidarları döneminden itibaren Balkanlar’da bilhassa Arnavutluk, Karadağ, Kosova, Sancak ve Bulgaristan’da hâfızlık faaliyetlerinde belirgin bir duraklama olmuştur. Buna karşılık Üsküp ve yöresi en güç şartlarda bile Osmanlı dönemindeki hâfız yetiştirme geleneğini korumuş ve diğer Balkan ülkelerinin hâfız ihtiyacını karşılamıştır. Son dönemlere kadar en çok hâfız yetiştiren bölgeler Makedonya’da Üsküp, Kalkandelen ve Gostivar; Bosna-Hersek’te de Saraybosna, Mostar ve Zenica olarak görülmektedir (Hadži Hafiz Smail Fazlić, s. 9-12; Hifzija Hasandedić, s. 92-113).

        Mısır’da 1983 yılında tanınmış hâfız Abdülbâsıt Muhammed Abdüssamed’in başkanlığında kurulan Nikābetü muhaffizî ve kurrâi’l-Kur’âni’l-Kerîm’in başlangıçta 300 olan üye sayısı 1996’da 4000’e ulaşmıştır. Dernek, hâfızlık okullarının yönetimi yanında camilerde, radyo ve televizyonda, yurt içinde ve dışında düzenlenen resmî-dinî törenlerde görev alacak kārileri de tesbit etmekte olup yapılan imtihanı kazananlara belge vermektedir. Ayrıca Evkaf Bakanlığı ve Ezher’in yönetimindeki çeşitli resmî ve sivil kurumlarda da hâfızlık öğrenimi yapılmakta, sayısı 5000’e ulaşan Kur’an kurslarında 250.000 talebe okumakta, bunlardan 4600’ü hıfzını tamamlamış bulunmaktadır (1995-1996).

        Hint alt kıtasının İslâmlaşmasına büyük katkılarda bulunan tasavvuf ekolleri Kur’an öğretimine de önem vermişlerdir. Özellikle Çiştiyye tarikatının VII. (XIII.) yüzyılda başlayan faaliyetleri sonunda o devirde Hindistan’da hâfızların sayısı başka İslâm ülkeleriyle kıyaslanamayacak derecede artmıştı. Kur’an öğretimi bir dönem yavaşlamışsa da Şah Veliyyullah ve oğulları zamanında tekrar hız kazanmıştır. Diyûbend Dârülulûmu’nun (kuruluşu 1866) kurucuları ve buradan yetişen âlimler de Kur’an hıfzını bir gelenek haline getirmişlerdir. Günümüzde bu ekole mensup medreselerin Kur’an hıfzı bölümlerinde her yıl yüzlerce hâfız yetişmektedir. XX. yüzyılın ilk yarısında Hindistan’ın Kandehle, Diyûbend ve Pânîpet gibi bölgelerinde hâfızlık daha büyük bir gelişme kaydetmiş, kadınlardan da çok sayıda hâfız ve kāri yetişmiştir.

        1947’de bağımsızlığını elde eden Pakistan’da, sayısı günümüzde 3000’i aşan medreselerde Kur’an öğretimi sürdürülmüştür. Bugün medreselerde öğrenciler “nisab” denen usule göre temel öğretime başlamadan önce hıfzını tamamlamaktadır. Hâfızlık için medreselerde ayrı bölümler bulunmakta, burada yatılı ve gündüzlü öğrenciler hâfızlık yapmakta, isteyenler hâfızlık sonrasında iki yıl süreyle tecvid ve kıraat dersleri almaktadırlar. 1992 yılında Lahor’daki Câmia Eşrefiyye’deki 600 kadar öğrencinin 120’si hâfızlık bölümünde bulunuyordu. Okuma yazma oranı % 25’lerde bulunan Pakistan’daki toplam hâfız sayısının 30.000’den fazla olduğu tahmin edilmektedir. Pakistan Eğitim Bakanlığı’nın Mart 1988’de hazırlattığı Pakistan key Dinî Medâris ki Dayrektiri [directory] adlı kitapta verilen bilgiye göre ülkede bulunan 2991 medreseden 195’i hâfızlık, tecvid ve kıraatle ilgili hizmet vermekteydi.

        Ebû Bekir Muhammed b. Hüseyin el-Âcurrî’nin Aḫlâḳu ḥameleti’l-Ḳurʾân (Beyrut 1406; Medine 1408/1987), Nevevî’nin et-Tibyân fî âdâbi ḥameleti’l-Ḳurʾân (Dımaşk, ts., Dârü’l-fikr), Alemüddin Ali b. Muhammed es-Sehâvî’nin Cemâlü’l-ḳurrâʾ ve kemâlü’l-iḳrâʾ (Mekke 1407/1987) ve Süyûtî’nin Âdâbü tilâveti’l-Ḳurʾân’ı (Beyrut 1987) gibi bazı müstakil kitaplarda ve Kur’an ilimlerine dair çeşitli eserlerde Kur’an okutan, okuyan ve ezberleyen kimselerin uyması gereken kurallara yer verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’i edepli bir şekilde ve huşû ile okumak, tecvid, tertîl gibi tilâvet kaidelerine riayet etmek, ezberlediğini unutmamak, âyetlerin mâna ve hikmetlerini anlamaya çalışmak, Kur’an’ın buyruklarına uyup yasaklarından kaçınmak, kalbini kibir, kıskançlık, kin ve riya gibi Kur’an ahlâkına uymayan kötü duygulardan arındırmak, Kur’an’ı ve hâfızlığı dünya malı ve mevkii için bir istismar aracı yapmamak bu kurallardan bazılarıdır.

        KAYNAK

        • Lisânü’l-ʿArab, “ḥml” md.
        • M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥfẓ” md.
        • Müsned, I, 7, 86, 223; III, 128, 242; VI, 110.
        • Dârimî, “Rüʾyâ”, 13, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 1, 2, 11, 33.
        • Buhârî, “Tefsîr”, 80/1, 98/1-3, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 8, 21, 31, “Vitir”, 7, “İʿtiṣâm”, 2.
        • Müslim, “Mesâcid”, 301, “Müsâfirîn”, 235, 236, “Zekât”, 119.
        • İbn Mâce, “Muḳaddime”, 11, 16, “Edeb”, 52, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 178.
        • Ebû Dâvûd, “Edeb”, 20, “Vitir”, 14, 15, 19, 20.
        • Tirmizî, “S̱evâbü’l-Ḳurʾân”, 15, 18, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 13, “Menâḳıb”, 55.
        • İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, II, 355-358; III, 75-76.
        • İbn Habîb, el-Muḥabber, s. 286.
        • Bâkıllânî, İʿcâzü’l-Ḳurʾân, Kahire 1370/1951, s. 29-30, 41-43.
        • Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, II, 1040; IV, 1895.
        • Ali b. Muhammed es-Sehâvî, Cemâlü’l-ḳurrâʾ ve kemâlü’l-iḳrâʾ, Mekke 1407/1987, I, 101-124.
        • Kurtubî, el-Câmiʿ, I, 39.
        • Nevevî, Tehẕîb, II/2, s. 83-86.
        • İbn Hallikân, Vefeyât, II, 314.
        • Zehebî, Maʿrifetü’l-ḳurrâʾ (Altıkulaç), III, 1245-1251, 1247-1248, 1265, 1406, 1424, 1432.
        • Huzâî, Taḫrîcü’d-delâlâti’s-semʿiyye, s. 65-66, 80.
        • Şâtıbî, el-Muvâfaḳāt, s. 59.
        • İbn Haldûn, Mukaddime (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1983, II, 1049.
        • İbnü’l-Cezerî, Ġāyetü’n-Nihâye, I, 6, 34, 94, 546, 568-571.
        • a.mlf., en-Neşr, I, 6.
        • Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, Kahire 1392/1972, XVI, 141, 176, 208-209.
        • Tecrid Tercemesi, X, 21-22.
        • Süyûtî, el-İtḳān, I, 93-97.
        • Kastallânî, İrşâdü’s-sârî, Kahire 1327, VI, 162.
        • İbn Hacer el-Heytemî, Taḥrîrü’l-maḳāl (nşr. M. Süheyl ed-Debs), Beyrut 1407/1987, s. 21-67.
        • Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 524; II, 188; a.e.: Putopis (trc. Hazim Šabavorić), Sarajevo 1979, s. 110, 285, 344, 416, 566.
        • Amasya Târihi, I, 265-268.
        • Türkiye Maarif Tarihi, I, 170.
        • Ali Rıza Sağman, Din Adamları Nasıl Yetiştirilmeli, İstanbul 1950, s. 50-58.
        • Maʿlûmât ʿan Câmiʿati’l-ʿUlûmi’l-İslâmiyye Karaçi (haz. Câmiatü’l-Ulûmi’l-İslâmiyye), Karaçi 1977.
        • Fjalori i Gjuhës së Sotme Shqipe (nşr. Akademia e Shkencave e RPS Shqipërisë), Tirane 1980, s. 640.
        • Hadži Hafiz Smail Fazlić, Hafizi u Sarajevu, Sarajevo 1981, s. 9-12.
        • Abdülhâdî el-Fadlî, el-Ḳırâʾâtü’l-Ḳurʾâniyye, Beyrut 1985, s. 16-26.
        • Ali M. ed-Dabbâ, Kur’an Okumanın Edepleri ve Hafız Olmanın Sorumlulukları (trc. Ali Osman Yüksel), İstanbul 1985, s. 70-74.
        • Pakistan key Dinî Medâris ki Dayrektiri (haz. Pakistan Eğitim Bakanlığı), İslâmâbâd 1988.
        • Nerkez Smailagić, Leksikon Islama, Sarajevo 1990, s. 228.
        • Enes Karić, Hermeneutika Kur’ana, Zagreb 1990, s. 17-30, 191-197.
        • Saîd A‘râb, el-Ḳurrâʾ ve’l-ḳırâʾât bi’l-Maġrib, Beyrut 1410/1990, s. 5-18.
        • Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), III, 3, 95.
        • Maʿârif-i Câmiʿa-i Eşrefiyye, Lahor 1993.
        • Disa Fetar Patriot Musliman Shqiptare (nşr. Albanian Islamic Center, Harper Woods), Michigan 1414/1993, tür.yer.
        • Menâzir Ahsen Geylânî, Pâk ü Hind me Müselmânôn ka Nizâm-ı Taʿlîm u Terbiyet, Lahor, ts. (Mektebe-i Rahmâniye), II, 110-112, 117-119, 125-130, 142-146, 152-153, 155-170.
        • Muhammed Tufeyl, “Pâkistân me Ḳurʾân-ı Ḥakîm ki Tedrîs”, Fikr u Naẓar, XII/5, İslâmâbâd 1974, s. 267-281.
        • İzhâr Ahmed Tânevî, “Dârülʿulûm ôr Tecvîdü’l-Ḳurʾân”, er-Reşîd (Dârülulûm-i Diyûbend Nambir), IV/2-3, Lahor 1976, s. 648-652.
        • Hifzija Hasandedić, “Hafizi Mostara i Okoline”, Takvim, Sarajevo 1977, s. 92-113.
        • R. Paret, “Ḳırāʾa”, EI2(İng.), V, 129.