Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        İslam Ansiklopedisi Ki̇tap nedir?

        İslâm dininin iki kaynağını Allah’ın Hz. Muhammed’e vahyi olan Kur’an ile Resûl-i Ekrem’in dinî beyan niteliğindeki söz, onay ve davranışları (sünnet) teşkil eder. Kur’an, şâriin muradı hakkında doğru bilgiye ulaştırdığı için “şer‘î delil”, diğer delillerin ona dayanması ve dinî-hukukî hükümlere kaynaklık etmesi yönüyle hükümlerin “meşruiyet delili”, Cebrâil vasıtasıyla Hz. Peygamber’e vahyedilmesi ve Hz. Peygamber’in bildirimiyle sabit olması sebebiyle de “naklî ve sem‘î delil” olarak nitelendirilir.

        Dinin amelî hayata ilişkin hükümlerinin delillerini, bunların sabit olma yollarını ve hükme delâlet yönlerini belirlemeyi konu edinen fıkıh usulünde Kur’an kaynaklar hiyerarşisinin başında yer alır ve “kitap” denildiğinde kural olarak şer‘î hükmün kaynağı olması yönüyle Kur’an kastedilir. Klasik fıkıh usulü literatüründen fukaha ekolüyle telif edilenler doğrudan, mütekellimîn ekolünün eserleri ise dil ve mantıkla ilgili bazı açıklamalar yaptıktan ve şer‘î hükümle ilgili tanıtıcı bilgi verdikten sonra şer‘î delillerin ilki sıfatıyla kitap konusunu işler. Kur’an fıkıh usulünü şer‘î hükme kaynaklık etmesi yönüyle ilgilendirdiğinden birçok eserde kitabın tanımı bile yapılmaksızın doğrudan hükme delâleti ve bunu bilmeyi sağlayan dil ağırlıklı çeşitli kural ve metotlar ele alınır. Kur’an’ın nüzûlü, tarihi, cem‘i, dil ve üslûbu, i‘câzı ve muhtevası gibi konular ise -yeni dönem fıkıh usulü eserlerinde didaktik amaçlı olarak işlenmesi hariç tutulursa- fıkıh usulünün ilgi alanına girmez (bu konular için bk. KUR’AN; MUSHAF).

        Şer‘î Delil Olarak Mahiyeti. Fıkıh ve usûl-i fıkıh âlimleri sağlıklı bir zihinsel işlemde, araştırılan hususa dair hüküm vermeye ulaştıran veya bir hükmün kanıtlanmasını sağlayan vasıtaya, daha özel ifadeyle araştırılan hususta şer‘î-amelî nitelikteki hükme ulaştıran vasıtaya delil derler. Delil içerdiği bilginin kaynağı açısından aklî-naklî, ulaştırdığı sonuç hakkında karşı ihtimali ortadan kaldırıp kaldırmaması açısından kat‘î-zannî ayırımına tâbi tutulur. Fıkıhta delil genelde “fıkhî bir hükmün dinî-hukukî dayanağı” (edille-i şer‘iyye, edilletü’l-ahkâm) anlamında kullanıldığından hüküm kaynağı aslî deliller de bu kaynaktan hüküm elde etmeye yarayan metotlar da çok defa delil olarak adlandırılır. Bundan dolayı hem Kur’an ve Sünnet gibi şer‘î hükmün kaynakları hem de naslarla çözümü beklenen olay arasında bağ kurmayı ve naslardan olayı aydınlatacak bir sonuç çıkarmayı hedefleyen metotlar şer‘î (dinî-hukukî) delil olarak adlandırılmıştır.

        Şer‘î deliller üzerinde ittifak edilen-ihtilâf edilen, aklî-naklî, kat‘î-zannî şeklinde bazı ayırımlara tâbi tutulur ve kitap bütün olarak alındığında üzerinde ittifak edilen naklî ve kat‘î delil sayılır. Kat‘î delil şeklinde anılması, aslına uygun olarak Hz. Peygamber’den sahâbeye ve sonraki nesillere tevâtüren nakledilmiş olduğunu (sübût) ifade içindir. Ancak herhangi bir lafzının bir anlamı ifade etmesi (delâlet) yönüyle kat‘î veya zannî delil sayılması da aklî-mantıkî öncüllere dayanması yönüyle aklî delil olarak nitelendirilmesi de mümkündür. Nitekim Kur’an ve Sünnet ahkâmının şer‘iyyât-hissiyyât veya sem‘iyyât-akliyyât şeklinde bir ayırıma tâbi tutulması da bunu ifade eder. Öte yandan bütün delillerin nakle ve akla veya sadece Kur’an’a irca edilmesi de mümkündür. Bu sebeple delillerin çeşitli adlandırma ve ayırımında bakış açısına göre değişebilir bir izâfîliğin bulunduğu görülür.

        Kitap yani Kur’an, Hz. Peygamber’in sünnetiyle birlikte İslâm dininin ve onun dinî-hukukî (şer‘î) hükümlerinin aslî kaynağını teşkil eder. Fıkıh usulünde de İslâm hukukunun aslî ve tâli kaynakları incelenirken aslî delillerden ilk sırada kitap yer alır. Dinî ahkâmın temel ve ilk kaynağının Kur’an olduğu bütün müslümanların ortak kabulü ve görüşüdür. İman esasları arasında yer alan kitaplara iman böyle bir ön kabulü içermekte olduğundan ve genelde Allah’ın kelâm sıfatının bir sonucu olarak ilâhî kitapların varlığının, özelde ise Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunun ispatı konusu İslâm kültüründe kelâm ilmi çerçevesinde ele alındığından fıkıh usulü eserlerinde Kur’an’ın delil değeri üzerinde ayrıca durulmaz. Kur’an her ne kadar kendini Allah’ın vahyi (el-En‘âm 6/19), insanlık için hidayet rehberi (el-Bakara 2/185; el-İsrâ 17/9), şifa ve rahmet (el-İsrâ 17/82) olarak nitelendirmekte ve kendine sıkça atıfta bulunmakta ise de onun delil oluşu ilk aşamada dinin kabulünün dayandığı fıtrî ve aklî temellere, ikinci aşamada da sünnete dayanır. Çünkü Kur’an’ın bu niteliğinin kabulü öncelikli olarak onu Allah’tan getirdiğini ifade eden Hz. Muhammed’i tasdike ve onun peygamberliğini kabule bağlı bir husustur (Debûsî, s. 19; Seyfeddin el-Âmidî, I, 145). Öte yandan Kur’an birçok âyette Resûl-i Ekrem’in dini açıklama yetkisine atıfta bulunmuş, bu atıflar dinin beyanı mahiyetindeki sünnete ayrı bir konum kazandırmıştır. Şâfiî’nin de ısrarla vurguladığı budur (er-Risâle, s. 32-33, 41, 73-113). Kur’an ve Sünnet arasındaki bu karşılıklı bağ sebebiyledir ki İslâm’ın ilk döneminden itibaren müslümanların din anlayışlarını, itikadî ve amelî hayatlarını bu iki asıl inşa etmiş; aralarında itibar, sübût ve bağlayıcılık, hatta içinde bulunduğu tarihî durum ve sosyal çevreyle bağlantı yönünden belli farklılıklar gözetilse de neticede Kur’an ve Sünnet İslâm dininin iki temel kaynağı olmuştur. Hz. Peygamber’den sonra gelen nesiller de gerek devraldıkları dinî geleneği temellendirmede gerekse karşılaştıkları yeni durumlar karşısında tavır belirlemede bu iki kaynağı daima aktif şekilde devrede tutmuşlardır.

        İslâm’ın ilk asırlarında ana hatlarıyla belirginleşen dinî geleneği ve hukukî tefekkürü ileriye ışık tutacak şekilde formüle eden, teknik ifadesiyle şer‘î delilleri ve bunlardan hüküm elde edilmesini ele alan fıkıh usulü ilminde de kitap yani Kur’an ilk şer‘î delil olarak yer alır ve diğer deliller onun çerçevesinde temellendirilir. Kur’an’ı sünnetin izlemesi, ikisi arasındaki yakın bağ ve Hz. Peygamber’in Kur’an’ı ve dini açıklama görevi sebebiyledir. Bunun için de Kur’an’ın inanç esasları, ibadetler, haramlar gibi sem‘iyyât niteliği taşıyan ve gerekçesi akılla bilinemeyecek olan (taabbüdî) hükümlerinde sünnet belirleyici bir rol üstlenir. Şer‘î deliller arasında üçüncü sırayı alan icmâın asıl fonksiyonu Kur’an’ın ve onun zımnında sünnetin anlaşılmasında ve bir yöne tevcihinde ümmetin fikrî ve amelî ittifakını temsil ederek dinin ana çatısını belirginleştirmektir. Esasen bir nassa dayanan ve nesiller boyunca ihtilâfsız şekilde sürdürülen ittifak anlamıyla icmâ farklı yorumlara ve neshe kapalı olduğundan kuvvet sıralaması yönüyle Kitap ve Sünnet’ten önce, kıyas ve istinbata dayalı icmâ ise sonra gelir. Aralarındaki hiyerarşi ve ilişki hayli girift olan, fakat kitap merkezli olarak konum kazanan bu üç delil şer‘î hükme müstakil olarak kaynaklık edebildiğinden şer‘î asıllar veya kesin bilgiyi gerektiren hüccetler (el-hücecü’l-mûcibe) olarak anılır. Bu üç kaynağa göre delil değeri kısmen tartışmalı olan ve dördüncü sırada yer alan kıyas ise müstakil bir hüküm kaynağı olmayıp asıl kaynakların dolaylı kapsamını ortaya çıkarmaya yarayan yöntemin adıdır. Bunun için bazı usulcüler onu ma‘kūlü’l-aslın kapsamında hitabın anlamı, emâre veya hüccet-i mücevvize, fer‘u’l-usûl şeklinde adlandırmışlardır (İbn Fûrek, s. 4-10; Debûsî, s. 18; Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, II, 690; Bâcî, s. 187, 528; Alâeddin es-Semerkandî, I, 76). Gazzâlî de elde edilmek istenen şer‘î hükmü ürün (semere), ilk üç delili bu ürünü veren kaynak, kıyası da ürün elde etme yolu olarak tanıtır (el-Müstaṣfâ, I, 7-9). Bununla birlikte kıyas, naklî delil üzerinde cereyan eden akıl yürütme faaliyeti olduğu ve asıllara bağlı olarak işlerlik kazanabildiği için şer‘î ve sem‘î delillerin dördüncüsü sayılmıştır (İbnü’l-Kassâr, s. 40; Debûsî, s. 19). Bunların dışında kalan ve fıkıh usulü eserlerinde ayrıntılı biçimde ele alınan diğer fer‘î deliller ve delil adıyla anılan hüküm çıkarma metotları ise ya anılan dört şer‘î delilin ya da genel olarak nasların bıraktığı bilinçli boşlukları doldurma ameliyesinin kapsamında mütalaa edilir. Böyle olunca kitabın doğrudan ve dolaylı delâleti veya sükût ederek yetki tanıması sebebiyle geçerlilik kazanan bütün şer‘î deliller birçok usulcünün de ifade ettiği gibi Kur’an’a irca edilebilir. Kur’an’ın delillerin aslı (aslü’l-usûl) sayılması bundandır.

        İşlevsellik açısından bakıldığında ise Kur’an’ın anlaşılmasında ve hayata aktarılmasında sünnetin, nesilden nesile tevârüs edilen dinî geleneğin ve amelî icmâın, fakihlerce yürütülen re’y ve ictihad faaliyetinin ayrı ayrı payları vardır ve yerine göre bunlardan biri diğerine göre daha belirleyici olabilmektedir. Bunun için deliller arasındaki klasik hiyerarşi daha çok şeref ve itibar sıralaması niteliğindedir. Çünkü Kur’an ve Sünnet’te yer alan ilke, hüküm ve hedeflerin, örneklendirme ve benzetmelerin anlaşılması, yorumlanması ve bunlardan amelî hayatın çeşitli yönlerine ilişkin hükümlerin ve uygulanabilir sonuçların çıkarılması aklî muhakeme ile gerçekleşir. Sınırlı sayıda ve muhtevadaki nasların sınırsız sayıda ve çok çeşitli olaylara ışık tutabilmesi, farklı konum ve mahiyetteki insan davranışlarını yönlendirebilmesi ancak böyle bir anlama ve yorumlama faaliyetiyle mümkün olur.

        Şer‘î Hükme Delâleti. Kur’an’ın sübût değeri üzerinde yani aslına uygun olarak günümüze ulaşmış olduğu hususunda müslümanlar arasında görüş ayrılığı bulunmadığı için bütün metodolojik tartışmalar Kur’an’ın ve ona tâbi olarak sünnetin lafzının yorumlanmasına ve hükme delâletine ilişkin kurallar üzerinde yoğunlaşmıştır. Hatta fıkıh usulünün esas itibariyle, Kur’an ve Sünnet’in doğru ve tutarlı biçimde anlaşılmasını ve ondan şer‘î hüküm elde edilmesini sağlayacak metot ve kuralları belirlemeyi hedefleyen bir ilmî disiplin olduğunu söylemek mümkündür. Ancak Kur’an âyetleri İslâm’ın aslî kaynağı, Kur’an hükümleri de yine İslâm’ın aslî ahkâmı olmakla birlikte tafsilî ve cüz’î âyetlerin fıkhî hükme ne ölçüde ve ne yönde delâlet ettiği hususu ciddi bir bilimsel çabayı ve metodolojiyi gerektirir. Bu sebeple âyetler iman, ahlâk, âdâb-ı muâşeret, geçmiş toplumlardan kıssa ve öğütler, genel insanî ve aklî değerler, beşerî ilişkiler gibi konularda muhatabına doğrudan ana fikir vermekte ve onu büyük ölçüde yönlendirmekte ise de belli bir yorum metodolojisine bağlı olmaksızın veya böyle bir metodoloji kurmaksızın âyetlerden gerek fıkhî ayrıntılar gerekse hukuk doktrini alanında hüküm çıkarmak kolay değildir. Kur’an’ın anlaşılmasında âyetlerin lafzı kadar Kur’an’ın bütüncül anlatımı, ilke ve hedefleri, Hz. Peygamber’in açıklama ve uygulaması, fıkıh doktrin ve geleneği ayrı ayrı önem taşır. Öte yandan Kur’an’ın lafzından doğrudan ve açıkça anlaşılan mânalarla onun dolaylı anlatımı arasında bir ayırım yapmanın gerektiği de açıktır.

        Bir dilin varlığı, o dili konuşanlar arasında belli lafızların belli anlamları taşıması konusunda asgari bir mutabakatın bulunmasını zorunlu kıldığından fasih Arapça ile indirilen Kur’an lafızlarının zorunlu, mümkün ve muhtemel anlamını belirlemede Arapça’yı bilmek, özellikle de Kur’an’ın indiği dönem ve coğrafyada yaşayan Arapça’nın dil ve mantık yapısını göz önüne almak vazgeçilmez bir öncelik taşır (Şâfiî, s. 51-52; Şemsüleimme es-Serahsî, I, 141; Şâtıbî, I, 44; II, 70; III, 31). Bu aynı zamanda ümmetin din anlayışının merkezinde kitabın yer almasını, onun nesnelliği sağlamada ve dinî hayatı inşa etmede aktif rol üstlenmesini, kitabın anlaşılmasında müslümanlar arasında her dönemde belli bir ortak paydanın varlığını korumuş olmasını da açıklayan bir husustur. Bunun için usulcüler kitaptan hüküm çıkarma metotlarının çatısını dil kuralları üzerine kurmuşlar ve eserlerinde lafızla ilgili usul kurallarına oldukça geniş yer vermişlerdir. Lafzın vaz‘, kullanım, mânaya delâlet ve bu delâletin şekli yönünden çeşitli ayırımlara tâbi tutulması ve bunların âyet ve hadislerden örneklendirilmesi, bu yapılırken de dil bilimi alanına giren bir dizi tartışmanın açılması bundandır.

        Lafzın anlam yelpazesini belirlemede dilin kural ve imkânlarından yola çıkmak ön şart niteliğinde ilk aşamayı teşkil etse de ikinci aşamada anlamı bilinen lafzın nasıl bir şer‘î hüküm içerdiğine karar vermek, yani metnin hukukî yorumunu yapmak gerekir. Kitap açısından ifade edilecek olursa lafzın anlamı şâriin ne dediği, hükme delâleti ise usulcülerin deyimiyle mükellefin fiili açısından bu hitabın anlamı veya mükellefin fiiline bağlanan şer‘î vasfıdır. Artık ikinci aşamada şâriin ne demek istediğini de araştıran bir fıkhî anlama ve yorumlama söz konusudur. Bunun için dili bilmenin ötesinde fıkıh formasyonu ve ictihad melekesi, engin bir çaba ve birikim gerekmektedir (bk. İCTİHAD). Kıyamete kadar bütün insanlığa davet içeren ve muhtemel her gelişme karşısında bir diyeceği olan kitabın doğru anlaşılması ve hayata aktarılması için buna ihtiyaç vardır. Nitekim müslümanların tarihî tecrübesinde de nasların literal anlamıyla yetinip şer‘î hükümleri bu çerçevenin dışına çıkarmayan tavırların azınlıkta kaldığı, nasların fıkhî açılımlarının müctehid fakihler tarafından yapıldığı, onların kurdukları yorum metodolojileri içinde hukukî tefekkürün geliştiği, daha sonra usul eserleri telif edenlerin ise bu zengin fıkhî mirası sistemleştirip dil ve mantık kurallarıyla formüle ettikleri görülür.

        Kitabın lafızlarının şer‘î hükme delâletinin mümkün ve muhtemel yönlerini belirlemede, hatta ona belli sınırlar çizmede ilk dönemlerden nakledilen sözlü ve amelî geleneği içinde barındıran sünnet ve icmâın da çok önemli payı vardır. Âyetlerin nüzûl sebebi ve ortamı, Kur’an’ın nâzil olduğu dönemin sosyal yapısı ve nasların tarihî bağlamı da bu noktada önem taşır. Öte yandan lafzın anlamının Kur’an’ın hatta dinin bütünlüğü içinde hükümlerin genel amaçlarıyla birlikte değerlendirilmesi, insanlığın tabiî-fıtrî tecrübesinin ve toplumun genel yararlarının göz önüne alınması da lafzı doğru anlamaya hizmet eden vazgeçilmez bir bakış açısıdır. Hatta bu, fertlere kitabın anlaşılmasında geniş bir takdir alanı bırakmış olsa ve ilâhî hitapla hedeflenen sonucu tersyüz eden bir ameliyeye dönüşme tehlikesini içinde barındırsa bile az veya çok fakihlerin bîgâne kalmadığı bir yöntem olmuştur. Bu yola, lafzı anlama ve yorumlama yönüyle fertler arasında önemli farklılıkların bulunacağı, insanların kültür, gelenek, bilgi ve tecrübe birikimlerinin dönem ve bölgelere göre değişmekte olmasının bu anlama ve yorumlama faaliyetini yakından etkileyeceği önceden kabullenilerek girilir. Bu sebeple fıkıh usulünde dil kurallarına bağlılığı dengeleyecek biçimde lafzî anlam çerçevesini aşmaya imkân veren çeşitli metodolojilerin neler olabileceği ve bunların ne ölçüde geçerli sayılacağı hususu ayrıntılı biçimde tartışılmıştır. Kur’an’ın indiği ortamın şartlarından uzaklaşıldıkça bu yöndeki tartışmaların hız kazandığı görülür. İstihsan, istislah, istishab, örf, sedd-i zerîa, mesâlih, makāsıd gibi yöntemler ve kavramlar etrafında yoğunlaşan ve farklı ekollere göre belli noktalarda öne çıkan usul tartışmalarının ve vurguların belki de en önemli anlamı budur ve bunlar neticede kitâbın şer‘î delil olarak hükme delâletini anlama çabalarıdır. Hatta burada ilâhî hitabın tabiatı, vahiy-lafız ilişkisi, Allah’ın ilmi, kulun fiili ve sorumluluğu gibi teolojik açılımlar da devreye girebilmektedir. Müctehid Kur’an’da yer alan bir nassın fıkhî yorumunu yaparken dil kurallarını göz önüne aldığı gibi Kur’an ve dinin genel ilkelerine ve amaçlarına, olayın özel konum ve şartlarına ve diğer etkin unsurlara defalarca gidiş geliş yaparak bir sonuca ulaşır. Bu sebeple Kerhî gibi klasik dönem fakihlerinin, bir olayla karşılaşıldığında fıkhî yorum alanında geliştirilen bunca zengin birikimi göz ardı ederek bu tikel olayın hükmünü doğrudan bir âyet veya hadisten çıkarmaya kalkmanın yanıltıcı olabileceği şeklindeki uyarılarına hak vermek (Risâle fi’l-uṣûl, s. 169-170) ve bunu salt mezhep taassubuyla takınılmış bir refleks olarak görmemek gerekir.

        Netice olarak Kur’an’ın metninden, müslümanların asgari müştereğini teşkil eden değişmez bir İslâmî öz ve ana unsur yanında bir de anlama, yorumlama ve bakış açısına göre değişebilen ve çeşitli toplumlara renk ve ton farkıyla değişerek yansıyan bir çeşitliliği çıkarmak da mümkün olmaktadır. Kur’an lafzının anlamı üzerinde kendiliğinden oluşan ve asırlarca devam eden fikir ve anlayış birlikteliğinin de aynı metin üzerinde yoğunlaşan derin görüş ayrılıklarının da cereyan edegelmiş olması bunun için garipsenmemiştir. Böyle olunca İslâm’ın anlaşılması, değişmezliği ve uygulamaya da yansıyan farklı tezahürleri yönüyle iç içe birkaç halkadan söz etmek mümkündür. Bu ayırım, aynı zamanda İslâm’ın doğrudan ve dolaylı olarak ilgi alanını ve kapsamını tanıtıcı olacaktır. En içte Kur’an ve Sünnet metninden doğrudan ve açık bir şekilde anlaşılan öz, İslâm’ın ana ve değişmez unsuru yer alır. İkinci halkayı nasların dolaylı şekilde ve yorumlama sonucu kapsadığı alan teşkil eder. Bu alanda izlenen aklî istidlâle, muhâkemelere ve bakış açılarına göre naslara farklı yorumlar getirmek ve onlardan farklı sonuçlar çıkarmak mümkün olduğundan kısmî bir değişkenlik ve farklılık gözlenir. En dışta ise müslüman fert ve toplumların dinin rehberliği ve yönlendirmesi sonucu belli bir kıvama gelmiş kendi öz inisiyatifleriyle bilgi ve tecrübe birikimlerinden, kültür ve geleneklerinden kaynaklanan tercihleriyle dolduracakları, fakat ilk iki alanla da çelişmemeye özen gösterecekleri üçüncü halka yer alır. İslâm’ın ilgi alanını ve kapsamını değişmezlik, değişkenlik, yoruma açık veya kapalı oluş, doğrudan veya dolaylı oluş itibariyle böyle bir üçlü ayırıma tâbi tutmak mümkün ve doğru ise de hangi hükmün hangi halkada yer aldığı konusunda belli ölçüde izâfîliğin bulunması ve birtakım farklı görüşlerin olması kaçınılmazdır.

        Hükümleri Açıklaması. Kur’an’ın beşerî münasebetleri tanzim eden, ferdî planda olsun, içtimaî planda olsun bazı fiilleri emreden veya yasaklayan, bazı amelî ilkeler koyan âyetlerine “ahkâm âyetleri” denmektedir. Ahkâm âyetleri Kur’an’ın geneli içerisinde çok az yer tutar. Çünkü bir davranışın emredilmesi veya yasaklanmasından önce emredenle muhatap arasında güven bağının kurulması, diğer bir ifadeyle emir ve tavsiyelerin filizleneceği sağlam bir zeminin bulunması gerekir. Bu olmazsa emir inandırıcı olmadığı gibi uygulanmasının takibi de zordur. Bunun için Kur’an önce inanan, yaratanına güvenen, onu seven ve sayan müminler toplumu kurmayı amaçlamış, kişilerin ahlâkî olgunluğa ermesini ön planda tutmuş, amelî hükümlerini ise bu zemin üzerine bina etmiştir.

        İnsanın itikadî cephesini temelden ele alarak bütün esaslarıyla tanzim eden Kur’an, amelî hayata ancak gerekli gördüğü alanda ve oranda müdahale etmiştir. Diğer bir ifadeyle Kur’an’ın beşerî ve sosyal hayatı ilgilendiren ve ferdin faaliyetlerini düzenleyen hükümleri gerekli miktarda, az ve öz olarak gelmiş, çoğunda da genel ilke ile yetinilmiştir. Ancak çağlar boyu değişmeyecek olan ve insan tabiatı ile yakın alâkası bulunan alanlarda ayrıntılı hükümler sevkedilmiştir. Bu, Kur’an’ın hükümlerinin evrenselliğinin ve sürekliliğinin en başta gelen özelliğidir.

        Kur’an’ın getirdiği şer‘î hükümler esas itibariyle insanlığın akıl, can, mal, ırz ve din şeklinde sıralanan beş temel hakkını korumaya mâtuf ilkelerin açılımı mahiyetindedir. Ferdin, sosyal yapının, aile hayatının ve toplum nizamının korunabilmesi ve sağlıklı bir şekilde devam ettirilmesi bu ilke ve hükümlerin korunmasına bağlıdır. Bu sebeple İslâm âlimleri, Allah’ın Kur’an’da getirdiği şer‘î hükümleri insanların hem dünya hem âhiret saadetini yakalamasının vesilesi olarak tanıtırlar. Ancak kitabın ferdî ve içtimaî hayata ilişkin amelî hükümler getiren âyetlerinin sayısı geneline nisbetle oldukça azdır ve bunlar da ekseriyetle icmâlîdir. Şer‘î hükme kaynaklık eden âyetler yer ve konu itibariyle belli bir sıra dahilinde ve bölümde değil bazan peş peşe, bazan da itikadî ve ahlâkî konular, hatta kıssalar arasında münasebet düştükçe yer yer zikredilir. Çok defa da hukukî açıklamalar belli olaylar (sebeb-i nüzûl) üzerine gelir. Bu Kur’an’ın üslûbunun bir parçasıdır.

        Kur’an namaz, oruç, zekât ve hac şeklindeki dinin dört temel ibadetine namaz ve zekât üzerinde daha ısrarla durarak ayrı bir önem verir. Çünkü bu ibadetler, ferdin olgunlaşması ve yaratanına bağlanması kadar sosyal dayanışma ve dengenin kurulması açısından da önemlidir. Bununla birlikte konuyla ilgili âyetlerde bu ibadetlerin şekil şartlarından ziyade mâna ve önemi üzerinde durulur; ibadetin hangi amaçla ve nasıl bir gönül bağı içinde ifa edileceği gösterilir. Nitekim bu dört ibadet de Hz. Peygamber’in uygulamalı eğitimiyle belirginlik ve ayrıntı kazanmıştır. Zekât konusunda -verileceği yerler dışında- Kur’an’da ayrıntı bulunmayışını da konunun toplumdan topluma ve döneme göre değişkenlik taşımasıyla ve kamu hukukuyla doğrudan alâkalı olmasıyla açıklamak gerekir. Kur’an ayrıca infak, fakir ve kimsesizlere yardım, köle âzadı, Allah yolunda savaşma ve harcama, doğruluk, ahde vefa, emanete sadakat, iyilik ve ihsan gibi ahlâkî yönü de bulunan iyi davranış ve ibadetleri sık sık teşvik eder.

        Yeme içme ve günlük hayatla ilgili olarak Kur’an’da getirilen haramlar oldukça sınırlı tutulmuş, sadece yasaklanan hususlar belirtilerek geriye geniş bir serbestlik (ibâha) alanının kaldığına işaret edilmiştir. Domuz eti, kan, meyte ve putlar için kesilen hayvanların yasaklanması böyledir (el-En‘âm 6/145). Bu haramlar dinin simgesel özellik de taşıyan taabbüdî hükümlerindendir.

        Kur’an aile hayatının kurulması ve devamı, karı-koca ve çocuklar arası hak ve sorumluluklar konusuna geniş yer ayırır. Ancak Kur’an’ın aile hayatına ve aile içi ilişkilere yönelik açıklamaları hukukî nitelikler de taşımakla birlikte daha çok dinî ve ahlâkî boyuta vurgu şeklindedir. Kur’an insanları evliliğe teşvik eder, evliliğin çeşitli fayda ve hikmetlerine işaret eder (en-Nisâ 4/3, 24; en-Nahl 16/72; er-Rûm 30/21); evliliği kocanın karısına verdiği “sağlam bir teminat” olarak nitelendirir (en-Nisâ 4/21); kadının kocası, kocanın da karısı üzerinde birtakım haklarının bulunduğunu bildirmekle birlikte (el-Bakara 2/228, 233; en-Nisâ 4/4, 20-21; et-Talâk 65/7) bu hakların ne olduğu konusunda ayrıntıya girmez. Karı kocanın birbirleri için örtü olduğunu belirtir ve tarafları adaletle ve iyilikle davranmaya çağırır. Erkeklere kadınlarla iyi geçinmeyi tavsiye ederek (en-Nisâ 4/19) evlilik bağının korunmasında kocaya daha ağır bir sorumluluk yükler (en-Nisâ 4/34). Kur’an, taraflar arasında geçimsizlik olduğunda da taraflara sabır ve hoşgörüyü öğütler (en-Nisâ 4/19, 34), topluma da hakemler vasıtasıyla eşlerin arasını bulma görevi yükler (en-Nisâ 4/35). Geçinme imkânı yoksa güzellikle ayrılmayı, karşılıklı olarak haklara saygı göstermeyi ister (et-Talâk 65/1-2, 6-7). Yakın kan ve sıhrî hısımlarla evliliklerinin yasaklanması (muharremât), evlilik dışı ilişkinin çirkin görülüp yasaklanması bütün dinlerin ve kültürlerin neredeyse ortak çizgisidir. Zina yasağı ve bunun suç telakki edilerek ağır cezalara çarptırılması, aynı şekilde iffeti lekelemeye yönelik iftiranın suç sayılıp buna da dünyevî ceza tertip edilmesi de toplumsal düzenin yanı sıra evlilik kurumunu koruma yönünde alınmış bir tedbirdir.

        Miras hukuku da Kur’an’da ayrıntılı olarak işlenen konulardandır. Kur’an’da miras daha geniş bir akraba çevresine dağıtılmış, kadınlar da mirasın dağılımında pay sahibi kılınmış, ancak kadınlara aynı derecede bulunan erkeklere nisbetle yarı hisse verilmiştir. Bu durum, kadına mirastan pay vermeyen ataerkil geleneğe göre köklü bir değişikliktir. Öte yandan bu noktadan hareketle oluşturulan fıkıh kültüründe de kadın ve erkeğe farklı hak ve sorumluluklar verilerek hakkaniyet ilkesi gözetilmeye ve nimet-külfet dengesi kurulmaya çalışılmıştır.

        Kur’an ceza hukukuna belli başlı büyük suçları ve cezalarını tayin ederek temas eder. Adam öldürme ve yaralama için kısas ve diyet, hırsızlık için el kesme, zina ve zina iftirası için celde, anarşik suçlar için ölüm, el ve ayak kesme, idam ve sürgün cezalarından bahseder. Bu beş suç ve ceza Kur’an’ın toplum hayatının tanzimi, adaletin temini ve suçun önlenmesi için zaruri görerek getirdiği müdahaleler olup bunların bu alanda yapılacak hukukî düzenleme ve uygulamalara zemin hazırlama ve onların üst sınırını belirleme şeklinde anlaşılması da mümkündür. Doktrinde Kur’an’ın bu belirlemeleri dinin değişmez hükümleri olarak görülüp bunun haricinde kalan hususların yetkili mercilerin takdir ve uygulamasına bırakıldığı kanaati hâkimse de müslüman toplumların tarihî tecrübe ve geleneği daha farklı yorumlara imkân verecek bir zenginlik taşır.

        Savaş, barış, savaş esirleri, ganimet gibi devletler hukukunu ilgilendiren konularda da Kur’an’da yer yer ayrıntı sayılabilecek hükümlere rastlanır. Kur’an müslümanlara düşmanlarını tanıtır, savaşma azmi ve cesareti verir ve müslümanlara Allah’ın dinini hâkim kılmayı öğütler. Müslümanların cihad ruhunu ve şevkini canlı tutmaya çalışır, siyasî otorite olarak Hz. Peygamber’in etrafında birlik ve tesânüd içinde olmayı emreder. Kur’an müşriklerin ve Ehl-i kitabın bir “ümmet” olduğunu, yahudi ve hıristiyanlara tâbi olmadıkça onlarla uzlaşma sağlanamayacağını sık sık hatırlatarak müslümanlara ayrı bir kimlik ve şahsiyet kazandırır. Bu tavsiye ve ilkeler bir yönüyle yeni oluşmakta olan siyasî birlik ve örgütlenmenin milletlerarası stratejisini çizmekte, daha çok da bu yeni oluşumun motivasyonunu ve ayırıcı özelliklerini belirlemeyi hedef almaktadır.

        Kur’an’ın muâmelât alanında getirdiği hükümler ise daha öz ve geneldir. Bu alanda doğruyu ve yapılması gerekli olanı belirlemeden ziyade yanlışları düzeltme, haksızlıklara engel olma amacı hâkimdir. Bunun için de normal seyrinde giden hukukî ve ticarî işlem tarzlarına ya hiç temas edilmez ya da başka bir vesileyle değinilir. Ferdî ve sosyal hayatımızda önemli bir yer işgal eden hukukî ve ticarî işlemlerin Kur’an’da ana hatlarıyla, genelde de dinî ve ahlâkî çerçevede ele alınması veya hiç zikredilmemesi bu sebepledir. Kur’an’da zikredilen ahde vefa, akidleri yerine getirme ve ticaretin karşılıklı rızâya dayanması ilkeleri toplumsal sağduyunun da öteden beri benimsediği ve korumaya çalıştığı hedefler olup onları tekit anlamı taşır. Faiz, içki, kumar, yalan ve hile, fuhuş ve zina, büyü ve falcılık gibi aklıselimin ve toplumsal sağduyunun öteden beri çirkin gördüğü davranışların yasaklanması, toplumun bu yönde alacağı tedbirlere arka çıkma ve destek sağlama anlamına geleceği gibi sosyal hayatı ve düzeni korumanın dinin temel hedefleri olduğunu vurgulamayı da amaçlar.

        KAYNAK

        • Şâfiî, er-Risâle, s. 32-33, 40-41, 51-52, 73-113, 476-477, 534-535, 599-600.
        • Kerhî, Risâle fi’l-uṣûl (Debûsî, Teʾsîsü’n-naẓar içinde, nşr. Zekeriyyâ Yûsuf), Kahire, ts. (Matbaatü’l-İmam), s. 169-170.
        • Nu‘mân b. Muhammed, İḫtilâfü uṣûli’l-meẕâhib (nşr. Mustafa Gālib), Beyrut 1983, s. 29, 36-46.
        • Cessâs, el-Fuṣûl fi’l-uṣûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Küveyt 1414/1994, II, 31; IV, 127.
        • İbnü’l-Kassâr, el-Muḳaddime fi’l-uṣûl (nşr. Muhammed b. Hüseyin es-Süleymânî), Beyrut 1996, s. 3-4, 40-52.
        • İbn Fûrek, Muḳaddime fî nüket min uṣûli’l-fıḳh (nşr. Cemâleddin el-Kāsımî, Mecmûʿu resâʾil fî uṣûli’l-fıḳh içinde), Beyrut 1324/1906, s. 4-10.
        • Debûsî, Taḳvîmü’l-edille (nşr. Halîl Muhyiddin el-Meys), Beyrut 1421/2001, s. 18-21.
        • Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-Muʿtemed, I, 8-14; II, 689-690, 879-883.
        • Bâcî, İḥkâmü’l-fuṣûl fî aḥkâmi’l-uṣûl (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1407/1986, s. 187, 528.
        • Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uṣûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372, I, 141.
        • Gazzâlî, el-Müstaṣfâ, I, 7-9.
        • Kelvezânî, et-Temhîd (nşr. Muhammed b. Ali b. İbrâhim), Cidde 1406/1985, I, 5-7.
        • Alâeddin es-Semerkandî, Mîzânü’l-uṣûl (nşr. Abdülmelik Abdurrahman es-Sa‘dî), Bağdad 1407/1987, I, 76-80.
        • Seyfeddin el-Âmidî, el-İḥkâm fî uṣûli’l-aḥkâm, Kahire 1387/1968, I, 145-148.
        • Tûfî, Şerḥu Muḫtaṣari’r-Ravża (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Beyrut 1408/1988, II, 5-6.
        • Şâtıbî, el-Muvâfaḳāt, I, 44; II, 70; III, 31.
        • Ali Bardakoğlu, “Kur’ân ve Hukuk”, Kur’ân ve Tefsir Araştırmaları-I, İstanbul 2000, s. 93-103, 109-110.
        • Tahsin Görgün, “Kur’ân ve Fıkıh”, a.e., İstanbul 2001, s. 107-119, 128-130.