Bu bir 'Hoşbulduk' yazısıdır
İşte Fehmi Koru'nun Habertürk Gazetesi'ndeki ilk yazısı...
Eskiler “fıkra muharriri” diye söz ederlerdi kendilerinden, “Ne iş yaparsınız?” sorusuna cevap olarak... Bazıları o işi de iyi yapsa bile, yazdıkları okuyana kahkahalar attıran fıkralardan ibaret değildi elbette; lafı fazla uzatmayan, en karmaşık konuları birkaç fırça darbesiyle tuvale dökmeyi başaran, fıkra tadında yazılardı.
Çoğu, bugün bile zevkle okunan birer külliyat bıraktılar arkalarında... Söz ustalığı gerektirdiği için olacak, mesleğin en eskileri, edebiyatçı kimliğe sahip üstadlardır: Romancı, hikâyeci, hatta şair... İmzalarını edebi eserlerinden tanıdığı yazarları okumak için gazete alanların sayısının hayret edilecek kadar fazla olduğu dönemlerdi o dönemler...
O güzel ve özel zamanlarda, fıkra muharrirleri, ara ara en iyi bildikleri alanda da kalemlerini devreye sokar, her gün merakı zirvede bırakarak, devamı zor beklenen “arkası yarın” türü işlere de imza atarlardı. Hatırlayanlar, sonradan özlemle anlattılar: Bazı günler, yazar, merakı öylesine gıdıklarmış ki, sürekli okurlar, devamını ertesi günü beklemeden okuyabilmek için, akşamdan, gazetenin basıldığı matbaanın önünde taze baskılı nüsha kuyruğuna girermiş...
Ben nesil itibarıyla romanların gazetelerde tefrika edildiği döneme yetiştim; ancak matbaa önünde kuyruk oluşturulan günleri ıskalayanlardanım...
Kimi ustalar sadece günlük siyaset hokkasına kalemlerini batırmakla yetinmez, gazetenin birinci sayfasında yer alan küçücük bir kutu içerisinde, öldürücü hükmü son cümleye saklayan, birkaç cümlelik vurucu bir küçük fıkra da yazarlardı.
Şimdilerde yaptığımız işin adı “köşe yazarlığı”, bizlerden söz edilirken kullanılan unvan da “gazeteci-yazar”...
Gazeteler eskisi gibi bütün yazarlarına bir köşe veremiyor, sayımız çoğaldı çünkü; o sebeple yazılar çeşitli biçimlerde yer buluyor gazetelerde... Ama olsun, “köşe yazarı” sıfatı üzerimize yapıştı kaldı. Bütün bir gazete sayfasını işgal edenimiz de var, küçük bir köşede üç-dört ayrı konuyu ele alanımız da...
Biraz da hor gözle baktıkları için edebiyatçılar gazetelerden çekildiler; köşeler iç ve dış siyaset gözlemcilerine kaldı. Süslü ve tumturaklı cümleler, yerlerini, yalın ve renksiz ifadelere bıraktı. Her gün bir sigara içimi uzunlukta yazılarla çıkılıyor okurların karşısına; bir zamanlar çocuklardan işitilince ağızlara biber sürülen küfürler bile yer alabiliyor her eve giren gazetelerde çıkan yazılarda...
Karmaşık bir dünyada yaşıyoruz ve yaptığımız işe duyulan ihtiyaç artıyor. İhtiyacın eksilmesi ve hatta mesleğin zaman içerisinde kaybolması -hiç değilse önemini yitirmesi- beklendiği halde... “Eski Türkiye-Yeni Türkiye” ayrımını önemseyenlerin bile çoğu kez ihmal ettiği gerçek yüzünden: Aslında yalnız bizim ülkemiz değişmiyor, etrafımızdaki coğrafya ve dünya da korkunç bir hızla değişiyor...
Arkanıza yaslanıp kendi hayat akışınız içerisinde tanığı olduğunuz değişimleri gözünüzün önünden şöyle bir geçirin... Size yardımcı olmak üzere artık hepimizin kullandığı araştırma motoru Google’ın Başkanı Eric Schmidt’in tespitini aktarayım: “Uygarlığın ilk gününden 2003 yılına kadar, insanlık, beş exabit veri üretti; şimdilerde biz, beş exabit veriyi her iki günde bir üretiyoruz ve bu hız her geçen gün artıyor.”
Böyle bir dünyada bizlere ihtiyaç var...
İşte bu bizim hayatımız... Benim de hayatım... Öncesi de var, ama son otuz yıldır hiç aksatmaksızın her gün gazetelerde okurlarla buluşuyorum. Şimdilerde, televizyon sayesinde, her görüş sahibinin yazdığı gazeteyi aşan bilinirliği var; o sayede biraz tanındığımı da sanıyorum.
Tanımayanlarınızla ya da televizyondan tanısa dahi yazılarımdan habersiz kalmış olanlarınızla bugünden itibaren Habertürk sayfalarında tanışacağız. İçeride ve dışarıda meydana gelen gelişmeleri, geçmişi ihmal etmeyen bir gelecek perspektifini, elbette kendime ait görüş açısından yorumlayacağım.
Çoğu zaman sizinkiyle örtüşecek görüşlerim ve memnun kalacaksınız; herhalde bana kızacağınız günler de olacak... Beğenseniz de kızsanız da, yazdıklarımı okutmak benim görevim...
Başlayalım mı?