Mustafa Kemal Atatürk'ün son zamanları
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ü ölümünün 85. yılında anıyoruz. Yeniden bir ülke inşa etmek için büyük savaşlar verdi ve ülkesini muasır medeniyetler seviyesine ulaştırmak için çok çalıştı. Ardında bir bağımsızlık destanı bırakan Atatürk, sağlığının bozulup da uzunca bir süre kalmak zorunda olduğu Dolmabahçe Sarayı'nda bile vizyonu ve mücadele azmiyle örnek oldu. Peki Atatürk son günlerini nasıl geçirdi? Dolmabahçe'de neler yaşandı? Atatürk, hastalığına çare bulunması için yurt dışından hekim getirilmesini nasıl kabul etti? Hasta haliyle ağırladığı Romanya Kralı'nı kendine nasıl hayran bıraktı? Milli Saraylar Uzmanı, Tarihçi Ünal Karıncalı Atatürk'ün son günlerini hatıratlardan yola çıkarak Habertürk'e anlattı
Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün yokluğunun üstünden 85 yıl geçti. İdealleri, fikirleri ve düşünceleriyle hala yüreklerde yaşayan Büyük Önder, vizyonu ve mücadeleci ruhuyla örnek olmaya ve kendine hayran bıraktırmaya devam ediyor. 57 yıllık bir ömre, büyük mücadeleler ve reformlar sığdıran Atatürk, son günlerinde bile kendine hayran bıraktırmaya devam etti. Vefatıyla koca bir ulusu yasa boğan Atatürk'ün son günlerini Tarihçi Ünal Karıncalı anlattı.
1936'DA SAĞLIK SORUNLARI YAŞAMAYA BAŞLADI
Atatürk, tarihimizde hâkimiyeti, egemenliği temsil eden Dolmabahçe Sarayı’na ilk kez 1927 tarihinde Cumhurbaşkanı sıfatı ile gelir. Millet hafızasında hâkimiyetin sembolü olan Dolmabahçe’ye yerleşir ve İstanbul'u 31 kez ziyaret eder. Atatürk'ün Dolmabahçe'ye son gelişi çok üzücü ve hazindir. 1938’de hastayken buraya getirilir ve gözlerini sonsuzluğa burada yumar.
Atatürk’ün 1936’nın sonlarında sağlık durumu bozulmaya başlar. Atatürk'ün Milli Mücadele döneminde de böbrek rahatsızlığı vardı. Biri 1923’te diğeri de 1927’de olmak üzere iki kez de kalp krizi geçirmişti; ama 1919'dan 10 Kasım 1938'e kadar kendisini Atatürk'e adayan ve onun en sadık arkadaşı olan Kılıç Ali, Atatürk'ü "Çok sağlamdı" diye tasvir eder.
Atatürk 1936 yılında yorgunluk, bitkinlik, zayıflık gibi şikayetler yaşamaya başlar.
Falih Rıfkı Atay, hatıratlarında der ki;
“Atatürk akşamları bir müddet bilardo oynardı. Açık havada at üstünde geçen subaylık ve komutanlık hayatından sonra, uzun oturuculuk devrinde bu oyun onun başlıca idmanı idi. 1937’de, çok defa, geç vakit yukarı kattan inip, istakayı bir iki vurduktan sonra, kesilerek, rengi ve bakışları yorgun: "İçeriye geçelim" demeye başlamıştı. O zamanları dil işi ile uğraştığından, yalnız dimağını alabildiğine zorladığını ve bunun da sinirlerini alt üst ettiğini görüyorduk. Maddi bir çöküş ve sarsılış hali vardı.”
KISA MESAFELERE BİLE ARAÇLA GİDİYORDU
Atatürk'ün değişen bir başka alışkanlığı ise önceleri yürümesini çok severken artık mümkün olduğunca araçları tercih etmesiydi.
Hatta 20 Eylül 1937 tarihinde İkinci Tarih Kurultay’ında, Harem’deki Hususi Daire’den, konferans salonu olan Medhal Salon’una kadar bahçeden – ki arasında 150 metrelik bir mesafe vardır– otomobille gitmeyi tercih eder. Bu hal karşısında aynı yıl içinde sarayın birinci katından ikinci katına asansör yaptırılır. Yürürken sıkıntı çektiği belli olur; çünkü sarayın bir salonundan ötekine geçerken bile sebepler bulur. Sık sık ara yerlerdeki koltuklara oturur, merdivenleri güçlükle ve ancak dinlene dinlene çıkabilir. Otomobilde giderken bağdaş kurup oturmaktan rahatlık duyduğu görülür.
ATATÜRK'ÜN RAHATSIZLIĞINA KIRMIZI KARINCILARIN YOL AÇTIĞI SÖYLENDİ AMA...
Halsizliklik, yorgunluk gibi şikayetlerine kaşıntılar ve burun kanamaları da eklenir. Çankaya Köşkü'nde kaşıntı şikayetleri başlar. Öyle ki ihtiyaçları için masadan kalkarken bile yanındaki kişiye ‘Benimle bir şey konuşacaktın heralde’ deyip, masadan o şekilde kalkan Atatürk, edebiyat, tarih şöleni şeklinde geçen akademik sofralarda dayanamayarak kaşınmaya başlar.
Falih Rıfkı Atay, yanındakilerin Atatürk’ü psikolojik olarak rahatlatmak için;
"Bizde de bu şikayet var, köşkte kırmızı karıncalar gördük" dediklerini iletir.
Atatürk'ün rahatsızlığının sebebi olarak görülen kırmızı karıncalardan kurtulmak için Çankaya Köşkü ilaçlanır. Ancak Ata, Dolmabahçe’ye geldiğinde de kaşıntıları devam eder ve anlaşılır ki sebebi karıncalar değil.
YALOVA'YA KAPLICALARA GİTTİĞİNDE DOĞRU TEŞHİS KONDU
Nihayet Atatürk, 23 Ocak 1938’de kaşıntılardan kurtulmak için Yalova’ya kaplıcalara gider ve Kaplıca Müdürü Dr. Nihat Reşat Berger’e kaşıntılarından bahseder: "Çankaya’yı ilaçladık ama şikayetlerim burada da devam ediyor."
Kendisini muayene etmek için izin isteyen Belger’e Atatürk olumlu yanıt verir.
Muayene sırasında Atatürk’ün bacaklarında tırnak izleri gören Belger, sonra karaciğerinin iki parmak büyümüş olduğunu tespit eder ve Ata'ya şöyle der: "Paşam bu, karıncalardan değil; yemek ve içmekle alakalıdır. Karaciğeriniz biraz büyümüş."
Ancak siroz olduğunu söylemez.
Hatıratlara göre, ileride "Atatürk’e ilk teşhisi ben koydum” diyen Dr. Belger o gün Ata’ya “Yemenize, içmenize dikkat eder; kendinizi, vücudunuzu ve dimağınızı yormazsanız sıhhate erişmek mümkündür" der.
Atatürk, doktorunun önerlerine birkaç gün uysa da, daha sonra yeniden kendini yormaya başlar.
ATA'NIN HASTALIĞI GÜN YÜZÜNE ÇIKMAYA BAŞLAR
Ankara’da Balkan Tıp Konferansı'nın gerçekleştirildiği sırada Atatürk, Balkan devletlerinin Dışişleri bakanlarını akşam yemeğine davet eder ama burun kanaması durdurulamadığı için yemeğe geç kalır ve böylece Ata’nın hastalığı iyice gün yüzüne çıkar.
Celal Bayar hatıratlarında der ki;
"Sıhhiye Müsteşarı Dr. Asım Arar, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya Atatürk’ün sağlığının iyi olmadığını söylemiş. O da benim yanıma geldi, sessizce ‘Atatürk iyi değil, çok rahatsız. Bir çaresine bakmamız lazım’ dedi. Ertesi günü iple çektim, sabahleyin hemen Atatürk'ün yanına gittim.
Bana, "Hayırdır niye bu kadar erken geldin?" diye sorunca, "Efendim sağlık durumunuz iyi değil, siz bizim için çok önemlisiniz. İzin verin yabancı hekim çağıralım, dedim."
"ÇOCUK BEN HASTAYIM"
O da, "Hayır, Hatay meselesi var. Hariçten duyulursa fena tesir olur. Burada Tıp konferansı var, Türk doktorları konsültasyon yapsın" der ve öyle de yapılır. Bu olayın üstünden 2 ay geçtikten sonra Atatürk’ün durumuna dayanamayıp, yeniden;
"Lütfen izin verin, yabancı hekim davet edelim" dedim.
Atatürk bu defa;
"Çocuk, ne yapacaksan çabuk yap. Ben hastayım" der.
Fransa’daki Académie Nationale de Médecine'den Prof. Dr. Noel Fiessinger Ankara’ya davet edilir. Toplamda 4 kez Türkiye'ye gelecek olan Fiessinger'in ilk ziyareti 1938’in Mart ayında gerçekleşir. Atatürk'ü muayene eder ve Dr. Nihat Reşat Berger’in teşhisini doğrular; Atatürk siroza yakalanmıştır.
"BÜYÜK ZAFERLER KAZANMIŞ OLABİLİRSİNİZ FAKAT BU İŞİN KUMANDANI BENİM"
Prof. Dr. Fiessinger Atatürk’e der ki;
“Ben sizi iyi edeceğim fakat benden evvel siz kendi kendinizi iyi edeceksiniz. Siz büyük bir kumandan olabilirsiniz, büyük zaferler kazanmış olabilirsiniz. Fakat bu işin kumandanı benim, bana yardım edeceksiniz.”
Bu söyleyiş Atatürk’ün pek hoşuna gider ve “Yaparım” der.
Doktor ilave eder:
“Benim tayin edeceğim zamana kadar alkol yok. Şezlongda uzanmış kalacaksınız. Bu vaziyeti hiç bozmayacaksınız."
Ancak Atatürk gibi enerjik bir insan, başta bu kurallara uysa da fazla uzun sürmez.
19 Mayıs 1938’de Hatay konusunu konuşmak, Fransızlara baskı yapmak için Mersin’e giden Atatürk, 2 saat boyunca Türk ordusunun resmi geçişini ayakta izler. Dr. Fiessinger, ‘yorulmayın’ demesine rağmen kendisini yormaya devam eder. Bu şekilde davranması ise bünyesine büyük bir darbe yapar. 27 Mayıs'ta Dolmabahçe’ye çok hasta bir şekilde gelir.
ROMANYA KRALI 2. CAROL'U KENDİNE HAYRAN BIRAKIR
Birkaç gün kendisini iyi hisseder ve Florya’ya Deniz Köşkü’ne gider, orada insanlarla bir araya gelir ve dönüş yolunda yine sağlığıyla ilgili sıkıntılar hisseder.
1 Haziran’da çok sevdiği Savarona yatına gider. Doktorlar deniz havasının iyi gelip gelmeyeceğinden emin olmadıkları için endişeli bir şekilde başta izin vermek istemezler ama Atatürk, çok istediği için izin verirler.
19 Haziran’da Romanya Kralı 2. Carol, Karadeniz’e seyahati sırasında Savarona’nın yanına demir atar ve Atatürk ile görüşmek istediğini söyler.
Dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, “Reisi Cumhurumuz biraz rahatsız. Kabul ederse ve doktorları izin verirse görüşebilirsiniz ancak kendileri iade-i ziyaret gerçekleştiremez” der.
Carol ise, “Önemli değil, yeter ki Mustafa Kemal’i göreyim” der.
Siyasi dostluklara büyük ehemmiyet veren ve dost devletlerin siyasi rejimlerini tehlikeye koyabilecek hareket ve görünüşlerden çekinen Atatürk, yabancı ülkelerden Türkiye’yi ziyaret maksadıyla gelen misafirlere çok büyük yakınlık gösterirdi. Bu nedenle ağırlama için yapılan program ve hazırlıkları önceden inceler, gereken emirleri bizzat verirdi. Hatta sofradaki çatal-bıçak düzenine bile müdahale eder, eğri gördüğü duvarda asılı bir tabloyu hemen düzeltirdi. Yabancı misafirlerin memleketimiz hakkında iyi intibalarla ayrılmalarını isterdi. Ancak onlar gelmeden evvel misafirlerin ülkeleri hakkında geniş bilgiler toplar. Hal tercümelerini ve kişilikleri hakkındaki bilgileri incelerdi, resmî toplantılar ve sohbetler için daima hazırlıklı olurdu.
Görüşmeden önce misafirlerinin karakterlerini anlamaya çalışır, ne yemeyi-içmeyi sevdiklerini iyi anlamaya çalışır. Örneğin, Japon veliahtı gelmeden bir ay önce Japon edebiyatına, tarihine ve mitolojisine çalışmış. Afgan Kralı gelmeden 3 ay önce Afganistan tarihine, İran Şahı gelmeden önce İran’ın tarihine, Türkiye-İran ilişkilerine hazırlanmıştı.
"ATATÜRK MUTLAKA YAŞAMALI, BALKANLARIN SAĞLIĞI İÇİN MUTLAKA YAŞAMALI"
Atatürk hasta olmasına rağmen Kral 2. Carol ile 2 saat görüşür. Romanya Kralı, görüşmenin sonunda Atatürk’ün dış politika görüşlerine hayran olur. Savarona'dan inip kendi gemisine geçerken, “Atatürk mutlaka yaşamalı ama mutlaka yaşamalı. Balkanların sağlığı için mutlaka yaşamalı” diye mırıldandığı hatıratlarda geçer.
SAVARONA'DA 1.5 AY
Atatürk Savarona'da geçirdiği 1.5 ay içerisinde iyice rahatsızlanır. Yavaş yavaş karnı su toplar, bu durumu önce olumlu düşünürler; Atatürk'ün iyileşmeye başladığını, kilo aldığını düşünürler. Ancak ardından Atatürk'ü zor zamanlar bekler. Karın ağrıları, ızdıraplar, terlemeler başlar.
İkinci kez Türkiye'ye çağırılan Dr. Fiessinger, tavsiyelerine uyulmadığını görür;
"Efendim kesinlikle kamaradan çıkmayacaksınız" der ve Fransa’ya geri döner.
Bu süreçte Atatürk’ün hasta olduğu yavaş yavaş öğrenilmeye başlanır. Gazeteler Ata'nın hasta olduğunu yazar ve 16 gün kamarasında yatan Atatürk bir gün sonra, Romanya Kralını kabul ettiği kıyafetlerini giyip, dışarı çıkar.
“Ben iyiyim” der ve boğaz gezisi arzu eder. O sırada yanında profesörlerden Neşet Ömer İrdelp, Salih Bozok ve Kılıç Ali bulunur.
Atatürk’ün yakınlarındakiler, der ki;
"Gezmek arzusundan çok hastalandığını yalanlamak için karşı bir hamleydi bu."
Ancak bu hamle Atatürk’ü ölüme daha fazla yaklaştıracaktı.
ATATÜRK'ÜN HALKIYLA TEMAS ETTİĞİ SON GÜN
Atatürk Florya’dan dönüşte Karadeniz’e kadar çıkmak ister. Motor hızla Savarona’nın yanından geçer. Karadeniz’e doğru yol alan Atatürk'ü halk görür. Vatandaşlar sahilleri doldurmaya başlar, kayıklara binip tezahüratta bulunurlar.
Ve bu gün, 10 Temmuz 1938 Atatürk’ün halkıyla son temasının olduğu gündür.
Atatürk o yorgunluğun üstüne birden fenalaşır ve bayılır, yeniden yata getirirler. Bu kez de zatürreye yakalandığı öğrenilir. Bu durum sağlığına iyice darbe vurur.
Doktorları, deniz havasının Atatürk’ü rahatsız edeceğini düşünerek Dolmabahçe’de tedavi alması gerektiğini söylerler, Atatürk başta karşı çıkar ama mecbur olduğunu öğrenince razı olur.
ATATÜRK: (SAVARONA) BANA HASTAHANE Mİ OLACAKTI?
Yatta geçirdiği günler sağlığını olumsuz yönde etkiler. Ata, yatla gezintiler yapmayı çok ister ancak yatağa düşünce,
"Bu yatı bir çocuk oyuncağını bekler gibi beklemiştim, bana hastahane mi olacaktı" der.
KİMSE DUMLUPINAR'IN, ANAFARTALARIN KAHRAMANINI O ŞEKİLDE GÖREMEZDİ
Atatürk'ü Dolmabahçe'ye götürmek için sedye getirirler; ancak Atatürk sedyeye yatmayı kabul etmez.
24 Temmuz’u 25 Temmuz’a bağlayan gece yarısı Kılıç Ali, Salih Bozok ve Faik Çelen (polis memuru), çok kıymetli bir hazineyi taşıyorcasına dikkatlice oturur pozisyondaki Atatürk’ü gece yarısı dışarı çıkarırlar. İstanbul motörüyle Atatürk’ü tekrar saraya taşırlar. Yalnız bu nakil işi gayet gizli gerçekleştirilir. Anafartalar’ın, Sakarya’nın ve Dumlupınar’ın kahramanı, Türkiye devletinin reisicumhurunu asla kimse zayıf bir halde görmemeliydi. Sahilde nöbet tutan asker ve çevredeki polisler, bir bahane ile Kâtibi Umumi Hasan Rıza Soyak tarafından uzaklaştırılmış, yatın ve saray bahçesinin elektrikleri de söndürülmüştür.
Atatürk’ün rahatsızlığı ve karnındaki su miktarı artmaya başlar. Doktorları artık değil yürümesini, konuşmasına bile izin vermezler; ancak kendisini biraz iyi hisseden Atatürk, gazetecileri ister, Avrupa’nın karışık siyasetine dahil olur, yorumlar yapar, başbakanı, genelkurmay başkanını yanına çağırır bilgi alır, siyasi görüşler verir.
Sağlığı kötüye giden Atatürk'ün durumu dayanılmaz bir hal almaya başlar. Fransız doktor yeniden Türkiye'ye gelir. Atatürk, karnından suyun alınmasını (ponksiyon) ister ancak Fiessinger bu durumu riskli bulur. Ardından kabul eder. Bunun ardından gelecek koma nöbetlerinden korkup bunu geciktirmeye çalışsalar da Atatürk'ün ısrarı karşısında su çekmeye başlarlar.
"ÖLÜMDEN KORKMAK AHMAKLIKTIR"
Atatürk, yabancı dildeki ansiklopedileri tercüme ettirip, hastalığı okur. Hastalığının siroz olduğunu fark eder; ancak kimseye bildirmez.
Hususi Daire’de son günlerini geçiren Atatürk, kendisini yormaması gerekirken buna rağmen başbakanı, bakanları, genelkurmay başkanını kabul ederek sıhhatini tehlikeye atar. Sağlıklı günlerinde gün doğmadan katiyen yatağa yatmayan az uyuyan ve her zaman,
"Yorgunluk denilen şey mevcut değildir" diyen Atatürk, 1938 yılının yazında bir Boğaziçi yapısında Tobruk’un, Anafartalar’ın, Yıldırım Orduları’nın, Dumlupınar’ın yenilmez kahramanı artık ömrünün son günlerini yaşıyordu.
O, öleceğini belki anlamıştı ama şöyle der:
"Ölümü istemek bir cesaret değildir ama ölümden korkmak ahmaklıktır."
ATATÜRK'ÜN SILA ÖZLEMİNİ GİDEREN TABLO: DÖRT MEVSİM
Atatürk koma hallerinde uyurken bazı zamanlar tam karşısında asılı olan tabloya dalar. Rus bir ressam tarafından çizilen “Dört Mevsim” tablosunu Moskova Büyükelçisi Zeki Apaydın hediye eder.
Gözlerini o tabloya sabitler ve manevi kızı Afet İnan’a “Beni alın oraya götürün, orada bir kolibada (Rumeli şivesinde kulübeye verilen isim) yaşayalım” der ve yeniden uyumaya başlar.
Falih Rıfkı Atay der ki;
"Sıla özleminde olan Atatürk sıla hasreti içerisindeydi. Tabloya baktığında Rumeli'deki yaylaları hatırlardı. “Keşke böyle bir yerde yaşasam.”
Yine “Dört Mevsim" tablosuna bakıp manevi kızı Afet İnan'a şöyle der:
“Gidelim Afet bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda. Hemen çekip gidelim ormanlara. Hele ben bir iyi olayım da..."
ATATÜRK'ÜN DOLMABAHÇE'DE SADECE ÜÇ ADET KİŞİSEL EŞYASI BULUNUYORDU
Atatürk’ün en sevdiği tablolardan biri olan Dört Mevsim, Dolmabahçe’de bulunan üç kişisel eşyasından da biridir. Diğer eşyaları ise; Nuri Conker’in hediye ettiği saat ile bir adet termometreydi. Atatürk yaşamını yitirdikten sonra mirasçılarına ne kaldığını görmek için Dolmabahçe’ye geldiklerinde sadece üç tane eşyanın Ata’nın kişisel eşyası olduğu ortaya çıkar. Konsol üzerindeki hediye saat ise Çanakkale’de Conkbayırı’nda Atatürk’ün göğsüne isabet eden şarapneli geriye çeviren anne yadigârı Omega marka saat paramparça olunca bunu o günün hatırası olarak Liman Von Sanders’e hediye eder. Nuri Conker de ardından bu saati Atatürk’e hediye eder.
CUMHURİYET'İN 15'İNCİ YILINDA ANKARA'DA OLMAYI ÇOK İSTEDİ AMA HASTALIĞI BUNA İZİN VERMEDİ
Atatürk Cumhuriyet'in 15’inci yılında Ankara’da olmayı çok arzu eder; ancak hastalığı buna izin vermez. Sonra Atatürk, “Ben Ankara’ya gitsem bile trenden inip 150 metre kadar otomobile kadar yürüyebilmeliyim, arkadaşlarımla el sıkışabilmeliyim ama bu zayıf halimle bütün bunları yapamayacağımı anlıyorum” der.
NUTKU CELAL BAYAR'A YAZDIRDI
Cumhuriyetin yıl dönümlerinde konuşmayı Atatürk yapardı; ancak bu kez olmadı.
27 Ekim’de Başbakan Celal Bayar’ı Dolmabahçe’ye çağırır ve kendisinin söyleyemeyeceği nutku yazdırmaya başlar.
Atatürk’ün o mesajı şöyleydi:
"Zaferleri ve geçmişi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber uygarlık nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!
Memleketini en buhranlı ve zor anlarda eziyetten, felâketlerden, belâlardan ve düşman işgâlinden nasıl korumuş ve kurtarmış isen cumhuriyetin bugünkü verimli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silâh ve araçları ile donatılmış olduğun halde görevini aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur. Bugün, cumhuriyetin on beşinci yılını devamlı artan büyük bir rahatlık ve kudret içinde kavrayan büyük Türk milletinin karşısında kahraman ordu, sana kalpten teşekkürlerimi sunar ve bildirirken büyük ulusumuzun övünme duygularını da dile getiriyorum. Türk vatanının ve Türklük toplumunun şan ve şerefini, iç ve dış her türlü tehlikelere karşı korumaktan oluşan görevini her an yerine getirmeye hazır olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inanç ve güvenimiz vardır. Büyük ulusumuzun orduya verdiği en son sistem fabrikalar ve silâhlar ile bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir kendini fedâ etme ve yaşamayı değersiz görmekle her türlü görevi yerine getirmeye hazır olduğunuza eminim. Bu inançla kara, deniz, hava ordularımızın kahraman ve deneyimli komutanları ile subay ve erlerini selâmlar ve övgülerimi bütün ulus karşısında bildiririm. Cumhuriyet Bayramı’nın on beşinci yıldönümü hakkınızda kutlu olsun."
"BIRAKIN ONLARI YAKINDAN BİR DAHA GÖREYİM"
29 Ekim günü Atatürk, yatağında yatarken Salih Bozok'a Ankara'ya gidemediği için serzenişte bulunur.
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarından dönen Kuleli Askeri Lisesi öğrencilerini taşıyan vapurlar, Dolmabahçe'nin önüne demirler. Öğrenciler bando eşliğinde İstiklal Marşı'nı söylemeye başlarlar. Ardından “Atatürk’ü görmek isteriz” diye hep birlikte bağırmaya başlarlar. Sesler öyle yükselir ki Atatürk’ün odasından duyulmaya başlar.
Atatürk, doktorlarına dışarıda ne olduğunu sorar ve “Askeri talebeler sizi görmek istiyorlar efendim” yanıtını alır.
Atatürk, şu yanıtı verir: "O zaman kalkayım."
O sırada doktoru Mustafa Hayrullah Diker, sert bir sesle, “Fakat bu imkânsız, hareket etmemelisiniz” deyince, Atatürk’ün gözleri bulutlanır ve ekler:
“Fakat ben yıllarca asker sesiyle yaşadım ve bu güne kadar bando ve asker sesinden kuvvetle ilham aldım ve yine onunla yaşayabilirim. Bırakın onları yakından bir daha göreyim ve doya doya seyredeyim.”
ATATÜRK'Ü YAKINDAN GÖRMEK İSTEYEN ÖĞRENCİLER DENİZE ATLADI
Doktorlar Atatürk’ün bu isteğini kıramaz. Kollarına girip pencere kenarına getirirler. Perdeler yukarıya kalkınca öğrenciler Atatürk’ü görür ve sevinç çığlıkları atarlar:
Yaşa! Var ol! Sağ ol!
Bazı öğrenciler Ata’yı daha yakından görmek istemenin arzusuyla denize atlayıp sahile kadar yüzer. Vapurdaki öğrenciler bu defa da Gençlik Marşı’nı okumaya başlarlar:
Dağ başını duman almış, Gümüş dere durmaz akar. Güneş ufuktan şimdi doğar, Yürüyelim arkadaşlar.
Sesimizi yer, gök, su dinlesin;
Sert adımlarla her yer inlesin!
Bu gök, deniz nerede var, Nerede bu dağlar, taşlar. Bu ağaçlar, güzel kuşlar, Yürüyelim arkadaşlar.
Sesimizi yer, gök, su dinlesin;
Sert adımlarla her yer inlesin!
Her geceyi güneş boğar, Ülkemizin günü doğar. Yol uzun da olsa ne var, Yürüyelim arkadaşlar.
Sesimizi yer, gök, su dinlesin;
Sert adımlarla her yer inlesin!
"GENÇLER BU BAYRAMLAR SİZLERİN"
Gördükleri karşısında çok duygulanan Atatürk, gençlere elini kaldırır ve şu sözleri söyler:
“Gençler, bu bayramlar sizlerin. İstikbal sizlerin olacak, hoş çakalın.”
O sırada fenalaşan Atatürk’ü yatağına yatırırlar ve o sırada Ata’nın gözlerinden süzülen yaşları görürler.
Atatürk'ün sağlığı günden güne kötüye gider. Türkiye’nin en önde gelen profesörleri Neşet Ömer İrdelp, Mim Kemal Öke, Mehmet Kamil Berk, Nihat Reşat Berger, Akil Muhtar Özden, Mustafa Hayrullah Diker, Süreyya Hidayet Serter de hep oradadır.
7 Kasım’da karnından son kez su alınır. Bu defa ponksiyonu Mehmet Kamil Berk yapar.
Karnından yaklaşık 7.5 litre su alınır ancak Atatürk "hepsini alın" diye emredince “Efendim 13 litre su aldık” derler.
Ata, 8 Kasım 1938’de akşam 6’ya doğru fenalaşır. Doktorlar odasına koşarlar. Hemen glikozlu serum verirler, buz yutturmaya başlarlar. Atatürk sakinleşmeye başlar.
Sağ tarafındaki konsolda duran çocukluk arkadaşı ve silah arkadaşı olan Nuri Conker’in hediye ettiği saate bakar ve saati sorar. Üç kez Atatürk aynı soruyu sorar ve “7.00 efendim” cevabını alır ve gözlerini yeniden yumar.
ATATÜRK'ÜN SON SÖZÜ
Atatürk’ün doktoru Dr. Neşet Ömer İrdelp Ata’ya yaklaşıp, dilini uzatmasını ister.
"Efendim dilinizi uzatır mısınız?" deyince Atatürk dilini hafifçe çıkarır.
"Lütfen biraz daha uzatır mısınız?" sorusu karşısında ise Atatürk dilini birden geri çekip, kafasını yan tarafa doğru çevirir ve doktorunun yüzüne bakıp, “Ve aleyküm selâm” der.
Burada gözleri kapanır ve bu söz Atatürk’ün son sözü olur, komaya girer.
SON NEFES
Doktor Öke, hatıralarında der ki:
“Sabah saat 08.30 sularında profesörler Akil Muhtar, Mehmet Kamil Berk, Abravaya Marmaralı ve ben Atatürk’ün yanındaydık. İğnesini yaptık. Yatağın başucuna kadar gelen ölüm, onu ebediyete götürmek için dakikaları sayıyordu, bunu yavaş yavaş hissediyorduk. Yüzü yavaş yavaş siyahlaştı ve göğsü sürekli inip kalkıyordu. Genel sekreter Hasan Rıza Soyak o zamana kadar metanetini korumayı başardı ama artık hıçkırarak ağlamaya başlamıştı.
Atatürk sert bir asker selamı veriyormuşçasına kafasını çevirdi, gözlerini son kez açıp bize baktı. Bu son hayat eseri ve son nefesti."
Ve en acı hadise sabah 9’u 5 geçe gerçekleşti. Atatürk hayata gözlerini sonsuza dek yumdu.
ACI HABER RESMİ TEBLİĞLE DUYURULDU
Atatürk'ün sonsuzluğa göçtüğü gün Cumhuriyet Hükümeti, milli yasın acısını her satırında ortaya koyan ve ulusun duygularını dile getiren resmi bir tebliğ yayımladı.
AA tarafından yayımlanan bu tebliğde, şu ifadeler yer aldı:
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin resmi tebliğidir:
"Müdavi ve müşavir tabiplerinin neşredilen son raporu Atatürk'ün dünyaya gözlerini kapadığını bildirmektedir.
Bu acı hadise ile Türk vatanı büyük yapıcısını, Türk milleti Ulu Şefini, insanlık büyük evladını kaybetti. Milletimize içimiz yanarak bu tarife sığmayan ziyanından dolayı en derin taziyelerimizi sunarız.
Kederlerimizin tesellisini ancak ve ancak onun büyük eserine bağlılıkta ve aziz vatanımızın hizmetinde ararız. Şurasını da her şeyden evvel beyan etmeliyiz ki ölmez olan, onun büyük eseri Cumhuriyet Türkiye'sidir.
Hükümetimiz, içinde bulunduğumuz bu mühim anda bugüne kadar olduğu gibi dikkatle vazife başındadır. Müesses olan nizamı ve vaziyeti idame hususunu, büyük Türk Milleti'nin hükümeti ile tek vücud olarak teyid ve temin edeceğine şüphe yoktur.
Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun 33'üncü maddesi mucibince, Büyük Millet Meclisi Reisi Abdulhalik Renda, Reisicumhur Vekaleti vazifesini deruhte etmiş ve ifaya başlamıştır."