Yapay zekânın filmlerdeki yansımalarına baktığımızda kabaca iki temel yaklaşım çıkar karşımıza. İlk grupta, yapay zekânın insanlık için oluşturduğu tehdidi konu alan; ikinci grupta ise yapay zekâ – insan iş birliğinin olumlu yanlarına odaklanan filmler vardır.
‘Yaratıcı’ (The Creator) hangi grupta yer aldığını hemen belli etmeyen filmlerden. ‘Monsters’ (2010), ‘Godzilla’ (2014) ve ‘Rogue One: A Star Wars Story’ (2016) filmlerinden tanıdığımız yönetmen Gareth Edwards ve Chris Weitz’ın ortak imzasını taşıyan senaryo, yapay zekâyı insan uygarlığına tehdit olarak görenlerle görmeyenler arasındaki çatışma üzerinden şekilleniyor.
Yapay zekânın Yeryüzü’ndeki gelişimini özetleyen, gerçek ve kurmaca arşiv görüntülerinin kurgulandığı bir haber filmiyle açılıyor ‘Yaratıcı’… 2055 yılında Los Angeles’ta yapay zekânın neden olduğu nükleer felaketin ardından ABD, sadece yapay zekâ teknolojisine son vermekle kalmıyor, aynı zamanda savaş açıyor. Yeni Asya olarak adlandırılan Uzakdoğu ise süper gücün dayatmasını kabul etmeden söz konusu teknolojiyi geliştirmeye devam ediyor. Film sadece bu çatışmayı temel almıyor. Söz konusu anlaşmazlık filmin geçtiği dönemin genel siyasi çerçevesini belirliyor ama hikâye farklı bir noktadan başlıyor.
Açılış sahnesinin ardından nükleer patlamanın 10 yıl sonrasına gidiyoruz. ABD askerleri, tam adı USS NOMAD (North American Orbital Mobile Aerospace Defense) olan yörüngedeki uzay istasyonunun yardımıyla Uzakdoğu’da, şehir dışındaki bir eve operasyon düzenliyor. Amaçları, yapay zekâ teknolojisini geliştirmeyi sürdüren, ‘Yaratıcı’ veya ‘Nirmata’ olarak bilinen kimliği belirsiz gizemli yazılımcıyı yakalayıp öldürmek…Operasyonun önemli bölümünü, gerçek kimliğini gizleyerek Nirmata’nın kızı Maya’nın (Gemma Chan) yakın çevresine giren, ABD ordusunun köstebeği, filmin ana karakteri Joshua Taylor’ın (John David Washington) bakış açısından izliyoruz. Nirmata orada olmadığı halde kendisine danışılmadan neden operasyon yapıldığını anlayamayan Taylor, gizli görevi sırasında âşık olduğu Maya ve onun karnındaki bebeğin ölümüne engel olamıyor.
Yaşadığı bu ağır travmadan 5 yıl sonra, Los Angeles’ta nükleer bombanın patladığı alanda çalışırken, General Andrews (Ralph Ineson) ile Albay Howell (Allison Janney) onu bir kez daha Nirmata’yı bulmak için görevlendirdiğinde, Yeni Asya’ya gitmek istemiyor ama Maya’nın yaşadığı haberini alınca kararını değiştiriyor; işi hemen kabul ediyor.
Nirmata’nın geliştirdiği yeni silahı yok etmekten ziyade Maya’yı bulmak isteyen Taylor’ın Uzakdoğu’daki serüvenine ve süreç içinde yaşadığı değişime odaklanıyor film… Yeni Asya’ya nerdeyse adım atar atmaz karşısına simülant olarak adlandırılan yapay zekâlarla dayanışma ve kardeşlik bağı kurmuş yoksul bir halk çıkıyor. Olaylar ilerledikçe, ülkesinin yalanlarına farklı gözle bakmaya başlıyor ve emperyalizmin askeri olmayı reddediyor.
Hikâyenin belki de en parlak yanı Taylor’ın yaşadığı değişim… Silah gücüyle dünyaya egemen olmaya çalışan ABD militarizmine getirilen eleştiride günümüze dair ‘siyasi okumalar’ görmek mümkün. Bugünün dünyasında Asya ülkeleri ve Uzakdoğu, ekonomik olarak sürekli yükseliş içinde. ABD ise filmde olduğu gibi öncelikle militer gücü ve teknolojisiyle ayakta duran bir süper güç. Fakat film, söz konusu alt metni fazla derinleştirmiyor. Mesela, işin ekonomi kısmına pek bakmıyor. Bunun yerine iki tarafın ‘silah’ kavramına ve ‘ileri teknoloji’ye bakışını karşılaştırıyor.
Uzakdoğu’ya Nirmata’nın NOMAD dahil ABD’nin benzer saldırı sistemlerini yok etmek için geliştirdiği ‘silah’ı bulmak için gidiyor Taylor. Ama ‘silah’ yerine simülant bir çocuk (Madeleine Yuna Voyles) çıkıyor karşısına... Bir yanda ABD’nin savaş istasyonu, diğer yanda ise Taylor’ın Alphie adını verdiği küçük kız var. NOMAD, insanların kontrol ettiği, her tür kıyımı yapabilecek devasa bir savaş makinesi. Alphie ise insan gibi sürekli öğrenen, gelişen ve öncelikle savunmaya odaklı bir simülant... Her ikisi de ileri teknolojinin ürünü.
Taylor, Yeni Asya’da simülantlar ile insanların, özellikle de kırdaki ve şehirdeki emekçilerin birlikte yeni bir toplum inşa ettiğini gözlemliyor. Bölgede tarım başta olmak üzere, emek yoğun üretim ilişkileri çıkıyor karşısına. Simülantlarla insanlar arasında sevgi, şefkat, dostluk, dayanışma olduğunu görüyor. Simülantların bazı sahnelerde Budist rahipler olarak karşımıza çıktığını da not etmek gerek. Özetle, simülantlar insani ve kültürel değerlere, duygulara sahip varlıklar.
Filmdeki ABD ise her şeyin militarize olduğu büyük bir endüstriyel askeri kompleksi andırıyor. Yeni Asya’da her şey simülantları ve insanları bir arada hayatta tutma amacıyla şekillenirken, ABD’de simülantları toplu şekilde yok eden büyük makineler görüyoruz.
Bir sahnede, silahın geliştirildiği laboratuvarı arayan Amerikalı askerlere Asyalı köylü kadın ‘Evrime engel olamazsınız’ anlamına gelen şeyler söylüyor. Başka bir sahnede yeni kölelik düzeni için yaratılan simülantların insanlarla barış içinde yaşayacağı yeni bir dünyadan söz ediliyor. Yapay zekâ teknolojisine dikkatle baktığınızda, işin içinde insan açısından bir çeşit ölümsüzlük arayışı olduğunu görmeniz mümkün. ABD’nin simülantlarla birlikte yükselen anti militarist, insani ve paylaşımcı değerlerle rekabet etmekte zorlandığını ve o yüzden saldırganlaştığını tahmin etmek mümkün. ‘Tahmin’ diyorum çünkü ABD’nin nükleer felaket gerekçesi dışında yapay zekâya neden karşı olduğuna dair açık veriler yok filmde.
Gareth Edwards, filmin görsel yapısını kurarken son derece açık şekilde Vietnam Savaşı’nı akla getiren imgeler üzerinden ilerliyor. Burada amacı belli ki sadece görsel esinlenme değil; iki savaşın ortak noktalarını vurgulamak. Kurulan bu görsel koşutluk dahil filmin siyasi alt metinlerini; öykünün çıkış noktası ve genel konseptini beğendim.
Buna karşılık, karakterlerin iyi geliştirilemediğini, Taylor başta olmak üzere hepsinin tek boyutlu kaldığını düşünüyorum. Bana sorarsanız, filmin çok iyi yazılmış ve etkileyici bir simülant karaktere ihtiyacı var. Çevresindeki dünyayı, varlıkları tanıma aşamasında olan ve çoğunlukla sessiz kalan Alphie, insan ile simülantın kesiştiği noktada geleceği temsil eden bir metafor… Ama derinlikli bir karakter değil. Ken Watanabe’nin canlandırdığı, sürekli aksiyonun, gerilimin, çatışmanın içinde gördüğümüz Harun da ‘insan sıcaklığı veren simülant’ olmanın ötesine geçemiyor. Filmin iki kritik sahnesinde gördüğümüz, Taylor’ın arkadaşı Drew (Sturgill Simpson) da yaşadığı değişim itibarıyla daha fazla sahneyi hak eden bir karakter aslında...
Bana sorarsanız, hikâyenin en ilgiye değer karakterlerinden biri Maya… Ama hikâye örgüsü gereği Maya, uzak kaldığımız gizemli biri. Film boyunca Taylor, Maya’ya ulaşmayı arzuluyor. Bizse ‘Keşke onu biraz daha yakından tanısak,’ diyoruz. Aksiyon ve gerilim iyi işliyor ama karakterler arasındaki ilişki ve çatışmalar galiba yetersiz kalıyor.
Filmin en güçlü duygusu, Taylor ile Alphie arasında gelişen sevgi bağı hiç kuşkusuz… Ama bu duyguyu boğan çok fazla olay ve detay var filmde. Özellikle ikinci yarıda, gerçekten ‘çok fazla şey’ oluyor. Her şeyi sona erdiren etkili, gösterişli ve heyecanlı bir aksiyon sekansı olarak tasarlanan son bölümü de sevdiğimi söyleyemem. Özetle, kendi adıma filmin asıl duygusunun aksiyon sahneleri arasında kaybolup gittiğini düşünüyorum.
Gareth Edwards, bazı sahnelerde karakterleri ve olayları yakından takip eden, hareketli bir kamera ve doğal ışık tercih ediyor. Pahalı setler yerine Tayland’da, gerçek mekânlarda, Sony FX3 kamerası ve küçük bir ekiple çekilen ‘Yaratıcı’nın, özellikle ABD’de anaakım aksiyon filmi için hayli mütevazı kabul edilen 80 milyon dolarlık bütçesiyle gündeme geldiğini not edelim. Ama 2.76:1 ultra geniş kadraj ölçüsü başta olmak üzere belgesel estetiğine yakın bir iş olmadığını söylemem gerek. Edwards’ın asıl başarısı bütçeyi hiç hissettirmemesi... Kaldı ki, başta final olmak üzere prodüksiyon kalitesi anlamında gösterişli ve görkemli Hollywood aksiyonlarından eksiği olmadığını söylemek gerek. Filmin iki görüntü yönetmeninden Greig Fraser’ın genel konsepti oluşturduğunu ama bütün çekimlere katılmadığını; buna karşılık Oren Soffer’ın baştan sona tüm çekimlerde yer aldığını belirtelim. Yeri gelmişken, yönetmen Gareth Edwards’ın bazı çekimlerde kamera operatörlüğü yaptığını ekleyelim.
Yapay zekâ konusunun giderek daha çok konuşulduğu şu günlerde gösterime giren ‘Yaratıcı’nın, insan – makine savaşını anlatan filmler arasında kendine özgü yaklaşımıyla ayrı bir yeri olacağını düşünüyorum. Karakterlerini sığ bulmama ve ikinci yarısının iyi yazılmadığını düşünmeme karşın aksiyon ve bilimkurgu sevenlerin iyi vakit geçireceğini düşünüyorum.
6.5/10