50 yıl önce bir roman uyarlaması olarak başlayan korku serisinin altıncı halkası olan ‘Exorcist: İnançlı’ (The Exorcist: Believer) bizde ‘Şeytan’ adıyla gösterime giren ilk film ‘The Exorcist’in (1973) devamı niteliğini taşıyor.
‘Halloween’ serisini 21. Yüzyıl’a adapte ederken gösterdiği gişe başarısıyla dikkat çeken David Gordon Green, aynı hedefi taşıyan ‘Exorcist: İnançlı’nın da yazar ve yönetmeni... Green, serinin önceki filmlerine oranla farklı bir hikâye kurmaktan, ‘şablon’u değiştirip yeni yollara sapmaktan hiç çekinmiyor. Açılış sahnesi bu yaklaşımın açık bir göstergesi…
William Peter Blatty’nin 1971’de yayımlanan romanından uyarlanan ilk filmin ikinci sahnesi ezan sesiyle Kuzey Irak’ta başlar. Green ise filmini yine ABD’den uzak bir yerde, Haiti’de Port-au-Prince’de açıyor. Bebek bekleyen ve her ikisi de fotoğrafçı olan evli çift Victor (Leslie Odom Jr.) ve Sorenne’in (Tracey Graves) gittiği Haiti, yaşanan ağır bir travmanın mekânına dönüşüyor.
Açılıştaki trajedinin ardından 13 yıl sonrasına gittiğimizde Victor ve 13 yaşındaki kızı Angela (Lidya Jewett), Georgia, Atlanta’da yaşayan bir baba – kız olarak geliyorlar karşımıza. Green, korku – gerilimden ziyade ‘aile dramının giriş bölümü’ gibi yazıp çektiği uzun sekansta baba ile kızın gününü yer yer hayli detaylı olarak anlatırken filmin alt metinleri açısından iki önemli noktanın altını çiziyor: Victor’ın aşırı korumacı bir baba olduğunu ve Angela’nın ondan habersiz olarak annesinin ruhuyla bağ kurmak istediğini görüyoruz. Angela’nın, arkadaşı Katherine (Olivia Marcum) ile ormanın kuytu bir köşesinde yapmaya çalıştığı, çocuk oyunundan farksız ruh çağırma seansını çok kısa kesiyor Green ve orada neler olduğunu film boyunca bize hiçbir zaman tam olarak göstermiyor. Tek bildiğimiz, 13 yaşındaki 2 kızın ortadan kaybolmaları ve 3 gün sonra hiçbir şey hatırlamadan ortaya çıkmaları…
Polisin ve doktorların çok yönlü olarak araştırdığı olay, serinin genel konusunu bilen seyirciler için kuşkusuz tümüyle bir gizem değil. Katherine’in annesi Miranda’nın (Jennifer Nettles) ilerleyen sahnelerde bu 3 günlük süreye getirdiği dini yorum, kuşkusuz ilgimizi çekiyor. Ama kızların başına ne geldiğini aşağı yukarı tahmin ediyoruz ve bu durum, şeytanın kendini belli ettiği korku sahneleri dahil olmak üzere filmin lehine çalışmıyor pek. Tüm karakterlerin gerçek ‘düşman’ın kim olduğunu anlayamadıkları, anladıklarında ise nasıl savaşmaları gerektiğine ve stratejilerine karar veremedikleri sahnelerde de filmin gerilim duygusunun iyi çalıştığını düşünmüyorum. Gerçi, film seyirciyi ters köşeye yatırıp, son bölümde hayli farklı bir ‘şeytan çıkarma tekniği’ ile çıkıyor karşımıza; ama yine de filmin büyük bölümünde olup bitenler hakkında karakterlerden daha fazla bilgi sahibi olmamız, bence tansiyonu düşürüyor. Şeytan ve ona karşı savaşanlar, bizi galiba ancak filmin son üçte birlik bölümünde şaşırtıyorlar. O zamana kadar, Green filmin alt metinlerini özenli şekilde geliştiriyor.
Green, 1973’deki ilk filmde şeytanın ele geçirdiği Regan’ın aktris annesi Chris MacNeil karakteri üzerinden gelişen inançsızlık eleştirisini, bu kez Haiti’de başına gelen olaydan sonra tanrıtanımaz olan fotoğrafçı Victor üzerinden kuruyor. Özetle, şeytan yeni filmde de ‘tek başına kalan ebeveyni tarafından inançsız olarak büyütülen ergen genç kızı’ seçiyor. Angela’nın annesinin ruhuyla irtibata geçmek için dindar ailenin kızı olan Katherine’le birlikte hareket etmesi, kuşkusuz tesadüf değil. Belli ki, Angela babasında arayıp bulamadığı manevi değerlerin ve inancın eksikliğini duyuyor. Öte dünyaya ve ruhlara inanması, babasının ateizmini içten içe benimsemediğinin göstergesi... Kötücül varlık, 50 yıl önce liberal ve yalnız anne tarafından babasız, erkeksiz yetiştirilen Regan’ı nasıl seçtiyse, bu kez de ‘inançlı annenin ölümünden sonra ateist olan baba’nın kızını seçiyor. Açılıştaki Haiti sahnelerinde inançlı ve modern biri olduğuna tanık olduğumuz annenin olayların gelişimi içinde Victor ve kızı için ruhani anlamda bir rehbere dönüştüğünü not edelim.
Dindar Miranda ve Tony’nin (Norbert Leo Butz) kızı Katherine’in şeytan tarafından ele geçirilmesi, kuşkusuz ilk filmle, hatta birçok egzorsiz, yani ‘şeytan çıkarma’ filminin öyküsüyle ‘simetriyi bozan’ bir durum. Green’in burada ‘şeytan, inançlı inançsız herkesi ele geçirebilir’ diyerek ilk filmin muhafazakâr alt metnini devreden çıkardığı açık. Gerçi Katherine’in ailesinin Katolik değil, Protestan olmasını atlamamak gerek ama buradaki asıl mesele dindarlıktan ziyade inancın sağlamlığı… Kaldı ki, film ilerledikçe şeytanın Protestan ailenin zayıf noktalarını iyi bildiğini görüyoruz. Sadece onların değil, inançlı inançsız herkesin en derin sırlarını ve zayıf yönlerini bilip kullanıyor. Mesela, ebeveynleri seçim yapmaya zorlaması… Victor’ın da açılış sahnesinde çok kritik bir seçimle baş başa bırakıldığını unutmayalım. Özetle, şeytan baştan sona tuzaklar kurarak çalışıyor ve insanları manevi açıdan zor durumlara düşürerek, onları çok da iyi olmadıklarına ikna ederek güçleniyor.
David Gordon Green’in Scott Teems ve Danny McBride ile yazdığı öykünün getirdiği en önemli yeniliklerden biri, Katolik rahiplerin önceki filmlerde gibi yegâne ‘şeytan çıkarıcı’ seçeneği olmamaları… Hatta hikâye öyle bir gelişiyor ki Katolik Kilisesi olay karşısında hiç beklemediğimiz farklı bir konum alıyor.
Green’in buradaki asıl derdi, şeytanın karşısına daha geniş bir ittifak ve dayanışma ağıyla çıkılması belli ki... Katolik Kilisesi’nin de gayri resmi olarak vicdanlı Rahip Maddox (E. J. Bonilla) ile temsil edildiği ittifakın ön saflarında bu kez, üniformasız insanlar var. Dayanışmanın bileşenlerine baktığımızda aileyi ve aile dışındaki inançlı cesur insanları görüyoruz. Amerikalı siyahların kadim gelenekleri ve Beyaz Anglo Sakson Protestan’lar gibi birbirine uzak iki kültürün yan yana gelmesi dikkat çekici. İlk filmin ‘inançsız’ı Chris MacNeil’in (Ellen Burstyn) bir moral hocası veya taktisyen gibi olaya dahil olmasını atlamayalım. Kaldı ki, inançsız Victor’ı asıl etkileyen kişi Chris oluyor. Victor’ın yalnız yaşayan hemşire komşusu Ann’ın (Ann Dowd) da dönüşümdeki payını unutmamak gerek. Kadim gelenekleri temsil eden Doktor Beehibe’nin (Okwui Okpokwasili) özverili çabalarını göz önüne aldığımızda Green’in önceki şeytan çıkarma filmlerinde, Katolik rahiplerin temsil ettiği eril iktidarı kırmak için çaba gösterdiğini görüyoruz.
Green’in şeytana karşı direnci sadece Katolik Kilisesi’nin tekelinden çıkarmak istediği aşikâr. Filmdeki iki Protestan din adamı, Baptist Don Revans (Raphael Sbarge) ve Victor’ın komşusu Pentekostal vaiz Stuart’ın (Danny McCarthy) varlıkları, bu çabanın göstergelerinden biri. Filmin bir yerinde şeytan çıkarma ayinlerinin tüm dinlerde karşımıza çıktığının altı çiziliyor. Green’in amacı, dinler arasında anti-şeytan ittifakı kurmak kadar, ABD’nin birbirinden uzak iki kesimini, siyahlar ve beyazları yan yana getirmek aynı zamanda… Kızlarının arkadaşlığından habersiz Victor ile Katherine’in ebeveynlerinin birbirlerine olan ilk tepkilerini ve önyargılarını unutmamak gerek. Yetişkinlerin, çocukların aştığı sınırlarda takılı kaldıkları çok belli… Hikâye, bir yanıyla kızları kaybolur kaybolmaz birbirlerini suçlayan iki ailenin zaman içinde şeytana karşı birleşmesi ve dayanışmasını anlatıyor aslında. Tüm filme baktığımızda, şeytanın asıl düşmanının sevgi olduğunu görmemiz mümkün.
Tüm bu altmetinlere hiçbir itirazım yok. Green’in alışagelmiş şeytan çıkarma hikâyelerini bir yana bırakıp yeni arayışlara girmesi takdire değer. 1973’deki filmle aynı kadraj formatı olan 1.85:1’i kullanması, birçok sahnede hareketli kamerayı tercih etmesi, bazen sıçramalı kurguya başvurması dahil anlatımla ilgili bir sorunum da yok. Katherine ile ilk filmin Regan’ı (Linda Blair) arasında kurulan fiziksel benzerlik, şeytanın kızları ele geçirdikten sonra aralarındaki fiziksel farklılıkların önemini kaybetmesi ve birbirlerine benzemeleri gibi detaylar da ilginç. Ama bütün olarak baktığımda korku gerilim olarak ‘Exorcist: İnançlı’yı beğendiğimi söyleyemem. Karakterleri ve hikâye örgüsü açıkçası bana pek ilgi çekici gelmedi. Türün tutucu kodlarına belirli ölçülerde meydan okuyan Green, hikâye ve alt metinler nezdinde seriyi günümüz sinemasının parçası yapabiliyor. Ama estetik açıdan 21. Yüzyıl korku sinemasının yetkin örneklerinden biri haline getirmeyi başaramıyor. Yine de korku gerilim sevenler için ideal bir seçenek olabilir.
5/10