‘The Burial’ gerçekten yaşanmış olaylardan yola çıkan bir mahkeme filmi… Jonathan Harr’ın 1999 yılında The New Yorker dergisinde yayımlanan aynı adlı makalesinden Doug Wright ve filmin yönetmeni Maggie Betts tarafından yapılan uyarlama senaryoda kurmaca unsurlara yer verildiğini, yazarların ‘artistik hürriyetleri’ni kullandıklarını hissetmek çok zor değil. Ama filme konu olan tazminat davası, davaya taraf olan kişiler ve mahkemenin verdiği karar gerçek olduğu için, yazarları anlayışla karşılamak mümkün. Özetle, detaylar kurmaca olsa da hikâyenin giriş, gelişim ve sonucu gerçek…
‘The Burial’, birbirinden ayrı dünyalarda yaşayan, iki ayrı ABD’yi temsil eden iki karakterini tanıtarak başlıyor. İlki, ferdi kaza sigortaları davalarıyla zengin olup şöhrete ulaşan, 40 yaşlarındaki siyah avukat Willie E. Gary (Jamie Foxx)… Film, Gary’nin Florida’da Sevginin Cefası Baptist Kilisesi’nde verdiği kısa konuşmayla açılıyor. Gary, cemaati coşturmakta hiç zorlanmadan ev kavramına vurgu yapıyor ve Baptist Kilisesi’ni yuva olarak gördüğünü söylüyor. Çünkü ona göre bir siyahın ABD’de, ayrımcılıktan kurtulduğu ve Tanrı’nın Kulu olarak görüldüğü tek yer Baptist Kilisesi… Açılış sahnesi, filmin ana karakteri ve onun ayrımcılık karşısındaki duygularını yansıtarak filmin temalarından birinin çerçevesini kuruyor.
Sonraki sahnede Mississippi, Biloxi’deki evinde 13 çocuğu, 24 torunu ve eşiyle 75’nci doğum gününü kutlayan beyaz Amerikalı Jeremiah Joseph O’Keefe’i (Tommy Lee Jones) tanıyoruz. O’Keefe, evinde geniş ailesiyle birlikte mutlu ve huzurlu görünüyor. Ama ilerleyen dakikalarda bu görüntünün altındaki kaygı ve sıkıntılar ortaya çıkıyor. Hikâye de zaten o sıkıntılar üzerine kurulu…
Üçüncü sahnede, ferdi kaza davasında jüriye yaptığı konuşma sırasında Gary’yi izlerken, arka fonda O’Keefe’nin salona girdiğini görüyoruz. Gary, konuşmasında davayı lehine çevirecek etkili bir şov sergiliyor. O’Keefe’in bu performansı seyretmek için oraya geldiği belli oluyor. Kaldı ki, dördüncü sahnede tanışıyorlar ve uzun bir ‘flash-back’ eşliğinde O’Keefe’in genç avukatı Hal Dockins (Mamoudou Athie) ile birlikte neden Gary’nin kapısını çaldığını öğreniyoruz.
Gary, O’Keefe’nin cenaze işleri şirketini ele geçirmek isteyen Kanadalı güçlü ve zengin Raymond Loewen’e (Bill Camp) karşı açmak istediği davayı kendi uzmanlık alanının dışında görüyor; hikâyesinden pek etkilenmiyor. Dahası beyaz müvekkil istemediğini açık açık söylüyor ve 6 milyon dolarlık tazminat davasını küçümsüyor. Ama O’Keefe ile Gary’nin birbirlerine ihtiyacı olduğunu her ikisinden önce sezen genç avukat Dockins, ilgisini çekmeyi başarıyor. Gary’nin Loewen cenaze şirketi gibi bir sermaye devine karşı dava açmasının ona getirebileceği şöhretten söz edince ve isterse tazminat miktarını artırabileceğini hatırlatınca, iş birden değişiyor. Gary davayı almaya karar veriyor.
Birbirlerinden çok farklı karakterlere sahip O’Keefe ile Gary, başlangıçta sadece iş ve kişisel çıkarları için bir araya geliyorlar. Gösterişi seven ‘şovmen’ Gary ile kendi halinde, mütevazı O’Keefe, ilk bakışta zıt kutupları yansıtıyorlar. Ama film ilerledikçe birbirlerini daha iyi anlıyor, hassasiyetlerini kavrıyorlar. O yüzden mahkeme filmi kadar arkadaşlık öyküsü seyrediyoruz. İkisini birbirlerine yakınlaştıran en önemli unsur, ailelerine verdikleri önem. 11 çocuklu yoksul bir aileden gelen, hayatı boyunca ayrımcılığa karşı gelen Gary, iflasın eşiğindeki O’Keefe’nin Loewen cenaze şirketinin maddi gücüne boyun eğmek istememesinden etkileniyor. Dahası, dava ilerledikçe O’Keefe’nin göründüğü gibi sıradan bir güneyli beyaz olmadığını keşfediyor.
Başlangıçta sadece şöhret ve para için kabul ettiği dava, onun için başka bir anlam kazanıyor. O’Keefe’nin verdiği ayakta kalma mücadelesine, ailesinin haklarını savunmasına saygı duyuyor. Daha önemlisi, hatalar yaptıkça ‘assolist avukat’ havası ve narsisizminden biraz olsun sıyrılıyor. Dava sürecinde zor anlar yaşayan ve her şeyden vazgeçmenin eşiğine gelen O’Keefe ise Gary sayesinde adalet aramaktan vazgeçmemesi gerektiğini anlıyor; Gary’nin her şeyin ötesinde samimi biri olduğunu görüyor.
Filmin ilgiye değer bir başka yanı ise normal koşullarda arkadaş olacak bir grup üst düzey siyah avukatın iki beyazın davasında karşı karşıya gelmeleri ve kıyasıya hukuk savaşı vermeleri… Çünkü Loewen de davanın görüldüğü şehir itibarıyla öncelikli hedefin siyah jürinin ikna edilmesi gerektiğini fark etmekte gecikmiyor; Mame Downes’in (Jurnee Smollett) liderliğinde Afrika kökenlilerden oluşan güçlü bir savunma ekibi kuruyor. Böylesi bir mahkeme salonunda O’Keefe’nin ayrımcılıktan hâlâ kurtulamayan 30 yıllık beyaz avukatı Mike Allred (Alan Ruck) ‘sahadaki yabancı madde’ olmaktan bir türlü kurtulamıyor. İlk bakışta, O’Keefe’in ayrımcılıktan, ırkçılıktan uzak temiz politik geçmişine yakışmayan biri Allred. Hatta ekipteki yeri, seyircileri bile rahatsız edebilir. Ama simgesel olarak baktığınızda, hem dava süreci hem ABD için bir çeşit yabancı madde aslında… Ayrıca, açılıştaki radikal konuşmasına ve beyaz müvekkil istememesine rağmen Gary’nin ayrımcı bir karakter olmadığını Allred sayesinde anlamıyor muyuz aslında?
Dava sırasında her şey, iki tarafın avukatlarının jüriyi etkilemek için ortaya koydukları stratejinin üzerinden ilerliyor. Duruşmanın birçok anında dava, kimin haklı olduğundan çıkıp Loewen ile O’Keefe’in Afrikalı Amerikalılarla kurduğu ilişkiler üzerinden gelişiyor. Yargıcın da Afrika kökenli olduğu mahkemedeki resmi hukuk savaşı ile kapalı kapılar ardındaki konuşmalar bazen hayli eğlenceli olabiliyor. Mizahi yanlarına rağmen ‘The Burial’ kölelik dönemindeki acılara kadar uzanan trajik anlar içeriyor. Aslına bakarsanız, davanın seyrini değiştiren bulgular da Afrika kökenlilerin sömürüsüyle ilgili...
Jüri önündeki hukuk savaşı her ne kadar ırk meselesi üzerinden gelişse de davanın özünde küçük esnafın tekelci sermayeye karşı verdiği var olma mücadelesi yatıyor. Filmin asıl kötü adamı Kanadalı iş insanı Loewen… O’Keefe ve avukatlarıyla yaptığı ilk görüşmede Loewen, cenaze işlerine olan ilgisinin nedenini açıklarken tümüyle kâr odaklı bir bakış açısı sergiliyor. ABD’de 65 yaş üstü insan sayısının artmasını müthiş bir iş fırsatı olarak görüyor ve cenaze işlerinde tekel haline geldiği bölgelerde uyguladığı fiyat politikasıyla açgözlülüğünü gösteriyor. Loewen ile ilgili asıl mesele, O’Keefe’i küçük görmesi ve parasının gücünü çok önemsemesi… Gary de para harcamayı seven, sınıf atlamış olmaktan, zengin görünmekten hiç rahatsızlık duymayan, gösterişten hoşlanan biri. Ama Loewen’in aksine küçük esnafı ezerek ve üç katına pahalı tabut satarak değil; güçlülere karşı mağdurların hakkını savunarak zengin oluyor.
Irksal çatışmaların giderek keskinleştiği, siyasi kutuplaşmanın arttığı ABD’de 1990’larda yaşanan bu olay, ortaya koyduğu dostluk hikâyesi, aileyi merkeze alan muhafazakâr yanı, ironik siyah kurtarıcı motifi ve anti-tröst içeriğiyle alttan alta bir uzlaşma çıkarıyor karşımıza.
‘The Burial’ı baştan sona ilgiyle seyretmemde gerçek bir olaydan esinlenmesinin kuşkusuz büyük etkisi oldu. Başarısında senaryonun ve Maggie Betts’in yönetmenliğinin payını unutmamak gerek. Betts, karakterleri ve onların dünyasını özenle kurup aradan çekiliyor. Filmin en büyük kozu ise hiç şüphesiz başta Jamie Foxx olmak üzere oyuncu kadrosu… Foxx, komedi ve dram arasında ince bir denge kuruyor; tutkulu oyunculuğuyla filme büyük katkı sağlıyor. Usta Tommy Lee Jones, Foxx ile tümüyle tezat düşen sade, sakin bir performans çizerek üstüne düşeni yapıyor. Tecrübeli Bill Camp, Loewen’in avukatında Jurnee Smollett ve Hal Dockins’de Mamoudou Athie de akılda kalıcı performanslar çıkarıyorlar.
Son yıllarda, sinema salonlarında usta oyuncuların rol aldığı orta bütçeli, mütevazı karakter dramlarına rastlamak giderek zorlaşıyor. Çevrimiçi servislerde ise bu alanda galiba daha çok alternatif var. Dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapan ‘The Burial’ bunlardan biri… Gerçek olaylardan esinlenen mahkeme filmlerini sevenlere öneririm. (Prime Video)
7/10