Fragmanını seyretmediyseniz, konusu hakkında hiçbir fikriniz yoksa, orijinal adı ‘May December’ın ne ifade ettiğini bilmiyorsanız ve 1990’lı yıllarda sadece ABD’de değil tüm dünyada gazete manşetlerinden inmeyen Mary Key Letourneau ile ilgili haberleri unuttuysanız, ‘Bir Skandalın Peşinde’nin ilk 15 – 20 dakikası şaşkınlıkla ilerleyen bir seyir tecrübesi olabilir. O yüzden, dilerseniz bu yazıyı okumayı filmden sonraya bırakabilirsiniz. Ama filmin akışına baktığımızda, ‘merak ettirme, şaşırtma ve geciktirme’ gibi unsurlara hiç önem verilmediğini görüyoruz. Öyle ki, Gracie (Julianne Moore) ve Joe’nun (Charles Melton) geçmişte yaşadıkları olağandışı olaylar dizisini Elizabeth’in (Natalie Portman) karıştırdığı eski dergi kapakları ve haber sayfaları üzerinden sadece 1-2 dakika içinde, büyük bir hızla öğreniyoruz. O yüzden, senaryo ve yönetmenlik, skandala değil; sonuçlarının karanlığına, karakterlerin iç dünyasında olup bitenlere odaklanıyor.
‘Bir Skandalın Peşinde’, televizyon yıldızı Elizabeth’in Hollywood’dan Savannah’a gelip 3 çocuklu Gracie ile Joe çiftinin hayatlarının dengesini bozması üzerine kurulu... Bir biyografi filminde Gracie’yi canlandıracak Elizabeth’in öncelikli amacı, kuşkusuz denge bozmak değil; rolü için araştırma yapmak. Ama davranışlarının meydana getireceği sonuçlar konusunda duyarlı davrandığını söylemek imkânsız.
Gracie’nin onu neden kabul ettiğini anlamak zor değil. Elizabeth’in karakteri en doğru şekilde yakalamasına yardımcı olmak istediğini söylüyor. Ama belli ki asıl istediği, geçmişte yaşadıklarından ötürü suçluluk, pişmanlık duymadığını; hiçbir şeyden çekinmediğini göstermek… Elizabeth gelir gelmez ona kibar, cana yakın davranıyor; evine girmesine, hatta aile hayatına dahil olmasına izin veriyor. Buna karşılık, Elizabeth’in arkasından konuşurken onun hayatındaki varlığından hoşnut olmadığını saklamıyor. Ama film ilerledikçe ikisinin birbirlerini sevmeseler de aralarında karanlık bir bağ oluştuğunu hissedebiliyoruz. Hatta filmin temelde bu adı konulamaz bağ ve benzerlik üzerine şekillendiği dahi söylenebilir.
Öyküyü Alex Mechanic ile birlikte yazan Samy Burch’ün senaryosu, Joe ve Elizabeth’e oranla Gracie’ye daha ‘dışardan’ bakıyor. Film boyunca yakın çevresindeki ve uzağındaki insanların onun hakkında yaptığı yorumları dinliyoruz. Mesela, Elizabeth’in yüzünü hiç görmediğimiz erkek arkadaşı, şahsen tanımadığı halde Gracie’ye uzaktan ‘kişilik bozukluğu’ teşhisi koyabiliyor. Daha ‘içerden’ yorumlar da geliyor. İlk evliliğinden olan oğlu Georgie (Cory Michael Smith), annesinin çocuk yaşta aile içinde hayli ağır travmalar yaşadığını iddia ediyor. Ama Georgie’nin ruhen sağlıklı biri olduğundan çok emin değiliz. Daha ikna edici tespitler, Gracie’nin Rhonda (Andrea Frankel) adlı arkadaşından geliyor. Elizabeth’in dengeleri bozacağını önceden hisseden Rhonda, Gracie’yi ne istediğini çok iyi bilen ve pişmanlık duymayan biri olarak tanımlıyor.
Gracie’nin kendisi ve duygularıyla ilgili olarak 23 yıldır hep aynı şeyleri söylediği belli oluyor. Mesela, 36 yaşında 3 çocuklu bir anneyken Joe ile birlikte olmasını aşka bağlıyor. Joe ile kurduğu 3 çocuklu ikinci aileyi bu aşkın ispatı olarak görüyor. Joe’nun ilk tanıştığında çok olgun biri olduğunu ve kendisini baştan çıkardığını öne sürüyor. Bizse onun aksine Joe’nun hâlâ tam anlamıyla olgunlaşamadığını, gençliğini tümüyle elinden kaçırdığını, erken yaşta baba olmanın ağır psikolojik sıkıntılarını yaşadığını gözlemliyoruz. Daha önemlisi, ilk sahneden itibaren Gracie’nin onun üzerindeki etkisini, baskısını hissediyoruz. Nerdeyse, Gracie’nin evdeki dördüncü, hayattaki yedinci çocuğu gibi… Evet, baskın bir kişiliği var Gracie’nin. İstediklerini elde etmenin yolunu hep buluyor. Mesela kızı Mary’ye (Elizabeth Yu) istediği elbiseyi aldırdığı ama bunu Mary’nin tercihi gibi gösterdiği sahne... Daha ilk anlardan, Elizabeth’i de etkisi altına almanın yollarını buluyor. Hatta ayna karşısında makyaj yaptığı sahnede onu baştan çıkarmak istediği dahi söylenebilir. Gösterdiği yakınlığın ve dokunuşlarının Elizabeth’in hoşuna gideceğini seziyor. Ama bütün o güçlü, kararlı görünüşün altında kırılgan ve zayıf biri var. Bazen bir hiç uğruna çocuk gibi ağlaması, hayatta baş edemediği ve korktuğu çok şey olduğunun göstergesi... Sözgelimi, Joe ve çocukları üzerindeki kontrolünü kaybetmekten korktuğu belli. Geçmiş dahil her konuda ancak kendini kandırarak yaşayabilen, gerçeklerle yüzleşmekten kaçınan biri Gracie.
Yazar Samy Burch, yönetmen Todd Haynes ikilisinin Gracie’yi kolaycı şekilde yargılamaktan uzak durduğu kesin. Ama film ilerledikçe, Joe’nun ev içinde ve dışındaki hallerini gördükçe, Gracie’nin ona verdiği derin psikolojik zararı yadsımak mümkün değil. Film bu noktada yoruma ihtiyaç duymayacak kadar net tavırla, Joe’nun yıllar önce bedensel ve duygusal anlamda istismar edildiğinin altını çiziyor. Joe’nun, Gracie gibi hiçbir şeyden pişman değilmiş gibi görünmek ve her şeyin kendi seçimi olduğuna inanmak istemesi çok şaşırtıcı değil. Aksi halde tüm hayatını sorgulaması gerekiyor ki Gracie ile birlikteyken bunu yapmanın onun için pek kolay olmadığı belli.
Film, Gracie ile Joe’nun üç çocuğuna uzaktan bakıyor. İç dünyalarında neler olup bittiği sorusunun yanıtını bize bırakıyor. Ancak üçünün de bir an önce kendi hayatlarını kurmak istediklerini sezmek olası. Honor (Piper Curda) ve Charlie’nin (Gabriel Chung) Elizabeth’in eve kabul edilmesinden hoşlanmadıkları açık. Annelerinin geçmişte yaşanmış ve küllenmiş olayları yeniden canlandıracak bir filme neden destek olduğunu anlayamıyorlar. Ailenin huzuru, ince dengeler üstünde ayakta dururken skandalın hatırlanmasını ve yeniden gündeme gelmesini istemiyorlar. Babalarının sorunlarını da kuşkusuz herkesten daha iyi biliyorlar.
Joe edilgen, şaşkın, masum biri ve evet, açık şekilde filmin kurbanı olarak çiziliyor. Filmin ilk anlarından itibaren evde beslediği tırtılın kozasından çıkıp kelebek olmasını beklemesi, kendi hayatıyla ilgili bir metafor... Babası ve erkek kardeşleri arasında büyüyen, hobisi avcılık olan Gracie ise gizli bir antagonist...
Peki, Elizabeth? Onun içinde küçümsenemeyecek marazi ve karanlık bir yan olduğu aşikâr. Kendi adıma, Elizabeth’in filmi dramatik anlamda üst seviyeye taşıyan, ‘Bir Skandalın Peşinde’ye ruhunu veren asıl karakter olduğunu düşünüyorum. Daha ilk anlardan itibaren yer alacağı filmde göstereceği oyunculuk başarısından başka hiçbir şeyi önemsemediği, çocuklara ve Joe’ya vereceği zararı umursamadığı o kadar belli ki… Elizabeth, ailedeki bütün negatif - pozitif duyguları vampir gibi emmek ve oynayacağı filmde hepsini kullanmak istiyor. Bir metot oyuncusu gibi düşünerek ‘kendi içindeki Gracie’yi bulmak istemesi, filmin kara mizahının en önemli parçası. Joe’yu oynayacak oyuncunun seçimine dahi karışıyor Elizabeth; çünkü rol yapmak yerine onu gerçekten arzulamak istiyor. Onun tüm bu halleri, tanık olduğu her şeye sadece oyuncu gözüyle bakması, bencilliğinin açık göstergesi. Final, Elizabeth’in Gracie’ye dönüşme arzusunu tam olarak tatmin edememesi ve doyumsuzluğuyla ilgili…
Filmdeki tüm oyunculuklar iyi. Portman, karakteri ele alışı ve içindeki marazi yanı belirgin hale getirmesiyle kendisine açılan alanı çok iyi kullanıyor. Filmin başarısının kökeninde öncelikle senaryo var kuşkusuz ama Todd Haynes’in yönetmenliğinden söz etmeden ‘Bir Skandalın Peşinde’yi tam olarak değerlendirmek imkânsız. Haynes, karakterleri ele alışı, aralarındaki etkileşimi diyalogların ötesine taşıması ve oyuncu yönetimiyle dikkat çekiyor. Gracie ve Elizabeth’i birlikte gösterdiği aynalı kadrajlarda sadece Ingmar Bergman filmlerine açık göndermeler yok. Bu kadrajlarda Elizabeth’in Gracie’ye dönüşme arzusu ile Gracie’nin bu arzudan aldığı haz, ikisi arasındaki ruhsal akrabalık yan yana geliyor. Elizabeth’in, tanıyıp yakınlaştıkça Gracie gibi giyindiğini ve ona daha çok benzediğini görüyoruz.
Haynes ve görüntü yönetmeni Christopher Blauvelt, 35mm film kullanarak geçmiş yılların sinemasını hatırlatan grenli bir doku ve hafif soluk pastel renkler tercih ediyorlar. Öyle ki ‘May December’ bazı anlarında 1990’lardan, hatta daha öncesinden gelen eski bir film izlenimi veriyor. Özellikle, açılış sahnesinde jenerik yazılarının grafiği ve Fransız besteci Michel Legrand’ın ‘Arabulucu’ (The Go-Between - 1971) filmi için yaptığı müzik, bizi 1970’li yıllara kadar taşıyor; filmi adeta 21. yüzyıl sinemasından ayrı bir yere koyuyor. ‘Arabulucu’yu izlemek ve iki film arasında bağ bulmak isteyenlerin büyük hayal kırıklığına uğramayacağını tahmin ediyorum. Her iki filmde de 12-13 yaşındaki erkek çocukları aşkla tanışıyorlar ama çok farklı şekillerde… Birisi sadece ‘arabulucu’ oluyor, diğeri ise aşkı bizzat deneyimliyor. Ortak yanları ise yaşadıklarının her ikisine de ‘çok fazla’ gelmesi, ruhlarının örselenmesi…
İçinde bulunduğumuz ödül sezonunda da adından söz ettiren ‘Bir Skandalın Peşinde’ yılın en iyilerinden biri.
7.5/10