‘Rüya Senaryo’ (Dream Scenario), Norveçli yönetmen Kristoffer Borgli’nin 2022 yılında seyrettiğimiz ‘İlgi Manyağı’nın (Syk Pike) başarısının ardından Hollywood için yazıp yönettiği bir film… Açıkçası ‘İlgi Manyağı’ kadar etkilendiğimi söyleyemem. Ama yine de ‘Rüya Senaryo’nun sadece hikâyesiyle bile kayda değer olduğu kesin.
Hikâye, üniversitede ders veren Paul Matthews (Nicolas Cage) adlı biyoloğun sadece ABD’de değil, tüm dünyada kendisini hiç tanımayan birçok kişinin rüyasına girmesi üzerine kurulu… ‘Neden?’ diye merak edenlerin finalde hiçbir yanıt alamayacağını en baştan söylemekte yarar var. Çünkü film olayın nedenlerine değil, Paul Matthews’ün hayatı üzerindeki etkilerine odaklanıyor. Kaldı ki, filmin içinde yanıtı aranan bir soru değil bu... Finale doğru kolektif bilinçdışından söz edilmesini saymazsak olayın nedenlerine dair herhangi bir yorum ya da açıklama getiren yok zaten.
Asıl mesele sürecin kendisi veya olayların akışı... İnsanların ‘aynı kişinin yer aldığı benzer temalı’ rüyalar görmesi, bir çeşit pandemiyi andırıyor ama ne zaman nerede, kiminle başladığı ve nasıl yayıldığı belirsiz bırakılıyor. Film, Paul’ün küçük kızı Sophie’nin (Lily Bird) rüyasıyla açılıyor. Sophie rüyada kendini tehdit altında hissediyor ama babası onu kurtarmak için hiçbir şey yapmıyor. Sonra yavaş yavaş birçok insanın rüyasına aynı şekilde, yani sadece gözlemci olarak girdiği ortaya çıkıyor ve küresel şöhret geliyor.
Paul’ün gözlemcilikten çıkarak insanları daha çok korkutan kâbuslarda yer almaya başlaması da yine kızı Sophie ile başlıyor. Ama filmin bütünü içinde Sophie’nin rüyalarının salgını tetiklediğine dair işaret yok. Öte yandan, eşi Janet (Julianne Nicholson) ve büyük kızı Hannah’nın (Jessica Clement) rüyalarına hiç girmiyor Paul.
Sürecin en dikkat çekici noktası, rüyaların zıt yapısı... İlk başta, Paul bütün tehdit edici rüyalarda pasif konumda. Hiçbir şey yapmıyor, sadece orada bulunuyor. İkinci rüya dalgasında ise tam aksine harekete geçiyor, bizzat tehdidin kendisi haline geliyor. Molly’nin (Dylan Gelula) sürekli gördüğü ve her iki modele de uymayan erotik rüyasını unutmayalım. Paul’ün Molly ile yaşadığı ‘gerçek hayat’ tecrübesinin ardından rüya pandemisinde ‘ikinci dalga’nın başladığını not etmek gerek. Molly ile tecrübesinde harekete geçemeyen Paul, başkalarının bilinçdışında tam tersine bir eylemlilik içine giriyor.
Dikkat çekici nokta, insanların Paul’ün pasifliğini, ‘rüya mahalli’nde bulunmasına rağmen kimseye yardım etmemesini dert etmemesi; hatta gizemli ve ilginç bulmaları... Ama ikinci rüya dalgasında tam tersi yaşanıyor. Paul küresel çapta büyüyen bir nefretin nesnesi oluyor. Öyle ki, insanlar onunla aynı mekânda olmaya bile katlanamıyorlar.
Paul Matthews açısından baktığımızda; sadece rüyalarda değil, gerçek hayatında da hiçbir şey yapmadan inanılmaz bir şöhrete kavuşuyor. Ama ikinci dalga sırasında, Paul sadece rüyalarda değil gerçek hayatta da artık pasif değil. Sorunları en aza indirmek için evinde inzivaya çekilmesi; herkesten uzaklaşması gerekirken tam tersine, sosyalleşmek, hayata dahil olmak ve şöhretin tadını çıkarmak için harekete geçiyor. Israrla pasif kalmak istemiyor, olayların tersine döndüğünü kabul edemiyor. Özetle, rüyalarla gerçekler arasında inkâr edilemez bir paralellik var aslında.
Bu noktadan hareketle bütün bu ‘gerçeküstü rüya hikâyesi’nin bir ‘sosyal medya ve şöhret metaforu’ olduğu öne sürülebilir. Çünkü Paul açısından her şey, sosyal medya fenomeni olmayı ve peşinden linç edilmeyi andırıyor. Viral videoların kısa sürede tüm dünyayı dolaşması gibi rüyalar da hızla yayılıyor ve küresel şöhret kısa sürede geliyor. Ama sadece tanınırlığın, bilinirliğin öne çıktığı içi boş bir şöhret bu... Paul’ün kişiliğine veya bilimsel başarısına dayanmıyor. Kendisini reklam yıldızı yapmaya çalışan Trent’in (Michael Cera) yönettiği ‘Thoughts?’ adlı ajansa gittiğinde Paul’ün durumu henüz kavrayamadığını görüyoruz. Aslına bakarsanız, tüm süreci yanılsamalarla yaşıyor Paul. ‘İçi boş’ şöhretten yararlanmaya çalıştıkça başı daha çok belaya giriyor. Alttan alta, uzmanlık ve emek gerektirmeyen şöhretin beladan başka bir şey getirmediğini söyleyen bir film seyrediyoruz.
Öne çıkan bir başka nokta, kişinin kendi fiziksel gerçekliği ile başkalarının bilincindeki imgesinin arasındaki çelişki... Kaldı ki, şöhretin gerçeklikten ziyade imgeyle ilgili olduğunu biliyoruz. Öte yandan, film, insanlar için bilinçdışının, yani rüyalardan gelen bilginin fiziksel gerçeklikten daha çok önem taşıdığını gösteriyor. Paul, insanların bilinçdışındaki imgesine karşı hiçbir varlık gösteremiyor; kendi imgesine yeniliyor. Zaten Borgli, tam da bu durumu anlatan bir sahneye yer veriyor filmde.
Gerçek hayatta da birçok insanla ilgili kararlarımız bilinçdışından gelir aslında. Ama bu kararlar her zaman doğru çıkmaz. Bilinçdışımızın önyargılardan arınmış olduğunu kim iddia edebilir ki?
‘Rüya Senaryo’nun bilimkurgu veya fantastik türlerine göre daha ağır basan özelliği, bir karakter dramı olması… Paul Matthews, karizmatik veya havalı sıfatlarını kullanmakta epey zorlanacağımız kendi halinde sıradan biri. Hali, tavrı ve konuşma biçimiyle çok sempatik değil. Empatisi de zayıf. Geniş bir arkadaş çevresi olmadığını, sıkıcı bulunduğunu ve insanların onunla birlikte vakit geçirmeyi tercih etmediğini görüyoruz. Bu arada, flört etmeyi bilmemesi bir yana, sinema tarihinin en anti – erotik sahnelerinden birinde de çıkıyor karşımıza. Söz konusu sahneyi, Nicolas Cage’in ‘Ay Çarpması’nda (Moonstruck - 1987) Cher’i öpmesiyle karşılaştırmak, anti-erotizm dozu hakkında daha net fikir verebilir. Bu arada, eşi Janet’in fantezisini açıkladığı sahnede de Paul’ün gerildiğini unutmamak gerek. Paul, başkalarının zihninde bir imge olma fikrine hazır değil aslında.
Uzmanlık alanı arılar olan Paul’ün hayattaki en büyük arzusu, kitap çıkarmak; kendi alanında akademik ilerleme kaydetmek. Film ilerledikçe kızlarına olan sevgisinin ve eşi Janet’e olan aşkının onun için çok önemli olduğunu gözlemliyoruz. Mütevazı hedefleri olan Paul’ün finalde geldiği noktaya baktığımızda ise içinde yaşadığımız dünyaya uyum sağlayamayan biri olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla şöyle düşünmek mümkün: Uzmanlık alanı evrim biyolojisi olan Paul, aslında ‘sosyal evrim’ kurallarına göre ayakta kalması zor bir canlı türü.
Paul Matthews karakterini, alt metinleri beğendim. Film zihin açıcı ama final için aynısını söyleyemem. ‘Rüya Senaryo’nun sonlara doğru aniden bilimkurgu sularına girmesini pek sevmedim. ‘Sosyal medyanın yerini alabilecek o fikri ya da icadı’ kötü bulmadım aslında. Belki ayrı bir film konusu bile olabilir. Ama burada yapıştırma duruyor; filmin dokusunu zedeliyor. Sonlara doğru filmin mizah duygusu da kayboluyor sanki.
Özetle, karakterin finalde geldiği noktayı, hikâye örgüsünün vardığı yeri açıkçası beğenmedim. Asıl olarak filmin bütününden ayrı duran o trajedi duygusunu yadırgadım. Biraz daha eğlenceli ve ironik bir final olabilirdi sanki… Filmin en hoş esprilerinden olan ABD ile Fransa arasındaki kültürel farklılık dahi sonlara doğru komik olmaktan çıktı nedense.
İkinci yarıdaki kâbus sahneleriyle korku gerilim türüne de selam gönderen filmin anlatım olarak en dikkat çekici yanı, rüyalarla gerçekliğin giderek karışması… Başlangıçta daha rahat ayırıyoruz ama finale doğru, mesela Paul’ün kızının mezuniyet gösterisine gittiği sahnede rüya mı, gerçek mi olduğuna karar veremiyoruz. Sonraki sahnelerde de durum pek değişmiyor. Her şey bir kâbus gibi bitiyor.
Filmin başarısında önemli payı olan Nicolas Cage’in karakter için doğru seçim olduğu kesin. İçedönük veya dışadönük de olsalar, uç noktalara giden, aşırılıkların kıyısında dolaşan karakterlerle arası hep iyi olmuştur Nicolas Cage’in… ‘Fazla fazla’ oynamayı yakıştırır, her koşulda karaktere uydurur. Paul Matthews de onun unutulmaz kişiliklerinden biri olmaya aday.
7/10