Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar Lanet mi, kötü ebeveynlik mi?
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Geçen cuma vizyona giren ‘Demir Pençe’ (The Iron Claw), Amerikan profesyonel güreş dünyasının popüler ailesi Von Erich’lerin çarpıcı hikâyesini anlatıyor. Siyah beyaz olarak seyrettiğimiz açılış sekansının ilk sahnesinde Jack ‘Fritz’ Von Erich’i (Holt McCallany) önce ringde görüyoruz. Yönetmen Sean Durkin, Fritz’in ringde kontrol etmekte zorlandığı hırsını yakın plandan gösterirken, hakemin ‘Diskalifiye edileceksin’ uyarılarını duyuyoruz. ‘Kontrolsüz dövüş ile diskalifiye edilmek arasındaki sınır’ filmin ilerleyen bölümlerinde de karşımıza çıkıyor ve Amerikan profesyonel güreşinde kazanmak ile kaybetmek arasındaki ince çizgiyi temsil ediyor. Ama sahnenin asıl önemli yanı, Fritz’in yüzündeki ifadeler…

        İlkiyle keskin kontrast oluşturan ikinci sahnede, maç çıkışı onu sevecen baba olarak tanıyoruz. Hamile eşi Doris’in (Maura Tierney) karşı çıktığı Cadillac’ı neden kiraladığını açıklarken hedefinin şampiyonluk olduğunu ve o hedefe uygun yaşamak istediğini söylüyor. Sekans, babasını dikkatle dinleyen çocuk yaştaki Kevin Von Erich’in yakın planıyla sona eriyor.

        ‘Demir Pençe’nin baş karakteri Fritz değil, büyük oğlu Kevin… Ama film, babanın ring dışında da devam eden hırsı, rekabetçi kişiliği ve tüm ailesi için belirlediği vazgeçilmez hedeflerle ilgili. O yüzden açılış sekansı, filmin temelini atıyor.

        Senaryoyu da yazan Sean Durkin, sonraki sahnede 1979’a geçiyor ve Fritz ile ailesini şehir dışındaki çiftlik evlerinde, western filmlerini hatırlatan eski usul Amerikan tarzı hayatları içinde gösteriyor. Fritz’in NWA (National Wrestling Alliance) Dünya Şampiyonu olamamanın hırsıyla büyük oğlu Kevin’i (Zac Efron) söz konusu unvan için yıllardır hazırladığını görüyoruz. Onun hemen ardından yaş sırasına göre David (Harris Dickinson) geliyor. Kevin kadar disiplinli görünmeyen ama kameralara konuşmasını iyi beceren David, Von Fritz ailesinin ringlerdeki ikinci temsilcisi. Henüz güreş dünyasına girmeyen Kerry (Jeremy Allen White), disk atma branşında 1984 Moskova Olimpiyatları’na hazırlanan milli bir atlet. En küçükleri Mike ise mahallenin garaj grubunda gitar çalıyor ve güreşe uygun görünmüyor.

        Filmin başlarında, anahtar niteliği taşıyan sahnede Kevin, babasının Mike’a çok yüklenmesi konusunda annesiyle konuşmak istiyor. Annesi onu hiç dinlemeden, karışmak istemediğini söylüyor. Dahası, erkeklerin arasındaki hiçbir konuya dahil olmak istemediğini belli ediyor. Doris oğulları için güçlü, saygı değer bir anne kuşkusuz; ama Fritz’in ataerkil düzenini hiç sorgulamadan kabul ettiği belli. Finale doğru, Doris’de Fritz’e karşı sessiz bir isyan hissediyoruz ama pasifliği nedeniyle onu affetmek çok zor.

        Gerçi ‘Demir Pençe’ her seyircinin farklı yorumlayacağı filmlerden. Sözgelimi, dindar Doris’in süreçte hiçbir suçu veya sorumluluğu olmadığını savunacak seyirciler olabilir. Hatta filmde yaşanan tüm trajedileri, Kevin’in başlarda yaptığı gibi ‘Von Erich laneti’ne, yani uğursuzluğa bağlayanlar bile çıkabilir. Sonuçta, olaylar gerçekten sevgi dolu bir aile içinde geçiyor. ‘Çocuklarına sıcak güvenli bir yuva, aile işinde çalışma fırsatı ve kariyer şansı veriyorlar’ diyenler de olur belki. Nitekim, filmden sonra Von Erich ailesi ve o dönemin profesyonel güreş camiasından kişilerin hemen Fritz’i savunmaya geçtiklerini, asla kötü bir baba olmadığını söylediklerini not edelim. Durkin’in ABD’de bugün hâlâ popüler olan ailenin hassasiyetine dikkat ettiği, Kevin Von Erich ile iş birliği yaptığı belli. Belki de bu nedenle, Kevin dışında derinlikli karakter yaratamıyor ve filmin en önemli zaafı bence burada düğümleniyor. Kevin hariç diğer karakterlere dışarıdan bakıyor, peş peşe gelen trajik olayları içten içe nasıl yaşadıklarını, nasıl yorumladıklarını anlayamıyoruz. Film, trajik olaylara giden süreçteki neden - sonuç ilişkilerini yerli yerine oturtmakta ketum davranıyor. Finale doğru birkaç sahne hariç aile üyelerinin olaylar üzerine hiç konuşmamaları, suçluluk duygusunu ne ölçüde hissettiklerini belli etmemeleri, açıkçası bize çok inandırıcı gelmiyor.

        Belli ki, Sean Durkin’in niyeti tarafsız anlatıcı olmak. Mesela, Fritz’i çocuklarına açıktan açığa zorbalık yaparken görmüyoruz. Mike’ın müzisyen olmasına karşı çıktığı veya Kerry’yi atletizm kariyerini sonlandırması için zorladığı bir sahne yok. Buna karşılık, Mike ve Kerry’nin tıpkı Kevin gibi babaları ne derse harfiyen yaptıklarını görüyoruz. Çünkü aile içinde babanın söylediği, asla sorgulanmıyor. Tam tersine, emir telakki ediliyor. Yanlış hatırlamıyorsam, çocukların anne ve babanın emir komuta zincirine karşı çıktığı tek sahne var. Gece hep birlikte gizlice evden kaçarak Mike’ı üniversite kampüsünde gitar çalacağı konsere götürüyor ve orada hep birlikte eğleniyorlar.

        Durkin, ailenin en büyük sorununun babadan gelen kararlarının hiç sorgulanmaması olduğunu vurgulamayı ihmal etmiyor. Dolayısıyla, tarafsız anlatıcılığının da sınırı var.

        Yaşanan o büyük trajedilerden önce sürekli olumsuz sinyaller geliyor aslında ama bunları sadece Kevin görüyor. Anne ve baba, kendi hayallerindeki ‘mükemmel Amerikan ailesi’ resminden başka hiçbir şeyi görmüyorlar. Çünkü çocuklarına her şeyi verdiklerini düşünüyor, kendi hatalarını görmüyorlar. Doris giderek daha da pasifleşip tavırsızlığını sürdürüyor. Fritz hayal kırıklığıyla içine kapansa bile hedeflerinden vazgeçmiyor. ‘Yıkılmadık, ayaktayız’ mesajını vererek ailenin yoluna devam etmesini istiyor.

        Trajedilerin peş peşe gelmesinde rol oynayan nedenler ise genelde hep aynı: Babayı mutlu edememe endişesi, yetersiz kalma ve başarısızlık korkusu… Hiç bitmeyen rekabet duygusunun, ‘en güçlü biz olmalıyız’ telkinlerinin çocukların ruhunu içten içe tükettiği de söylenebilir. Sonuç olarak, Durkin, Von Erich ailesinin peş peşe yaşadığı büyük trajedilere, sorumluk duygusu üzerinden bakan ve filmi kötü ebeveynlik üzerinden okuyanların önüne birçok veri koyuyor.

        Darren Aronofsky ‘Şampiyon’da (The Wrestler - 2008) emekliliğin eşiğindeki bir Amerikan güreşçisinin öyküsünü anlatırken rekabet duygusunun ruhu ve bedeni tüketmesine odaklanıyordu. Sean Durkin’in, Amerikan güreşine bakışı Aronosky’ye oranla daha saygılı ve aydınlık. Ringdeki dövüş sahnelerinin koreografisine gösterdiği özen dikkat çekici. Ama 1980’ler ve Von Erich ailesi nostaljisine çok kapılmıyor. Ailenin en güzel günlerinde dahi madde bağımlılığına, sürekli vurulan iğnelere ve dövüşlerin olumsuz etkilerine dikkat çekmeyi ihmal etmiyor. Daha önemlisi, konvansiyonel spor filmi klişelerine rağbet etmiyor, başarıyı yüceltmiyor. Kerry’nin dünya şampiyonluğu maçını, yani aile tarihinin en önemli birkaç karşılaşmasından birini, ringe, hatta salona bile uğramadan kameranın hayli uzaktan gördüğü küçük televizyon ekranından seyrediyoruz. Hatta seyretmekten ziyade spikerin sesini duyuyoruz. Çünkü kamera ekrandaki maçla değil, oturma odasındaki Doris ve merdivenlerde oturan netlik dışı silüetle ilgileniyor. Maçın sonucunu açıklayan spikerin sesini duyduğumuzda ise kamera beyaz çitlere ve bahçedeki boşluğa yöneliyor. Hiçbir sportif zaferin Doris ve Kerry’nin kalbindeki o büyük boşluğu dolduramayacağını hissettiren hüzünlü bir sahne bu…

        ‘Demir Pençe’, yer yer çok duygusal bir film. Durkin, hikâyeyi Kevin’in kardeşlerine duyduğu abi sevgisi üzerinden kuruyor. Baba aralarındaki rekabeti ne kadar zorlarsa zorlasın kardeşler arasındaki sevgi bitmiyor. Kevin, babasının gözünden düşmesi ve diğer tüm sorunlarını, eşinin (Lily James) yardımıyla aşıyor. Hikâyeyi genellikle onun gözünden seyrediyoruz. Dolayısıyla, kardeşlerinin NWA şampiyonluğu yolunda abileri Kevin’in önüne geçmelerini kendi içlerinde nasıl yaşadıklarını, suçluluk duygusuna kapılıp kapılmadıklarını tam olarak bilemiyoruz. Tek bildiğimiz, rekabet kadar başarının da altında ezilmeleri…

        Sean Durkin, Kevin dışındaki kardeşlere aynı mesafeden bakıyor; onları manevi rehberlikten yoksun kalan, iyi kalpli, masum ve saf gençler olarak çiziyor. Finale doğru Kerry’nin göldeki iskelede David ve Mike ile buluştuğu sahne çok dokunaklı. Kevin’in çocuk yaştaki iki oğlu tarafından teskin edildiği sahneyle birlikte değerlendirdiğimizde Fritz’in asıl eksikliğini daha iyi görüyoruz.

        ‘Demir Pençe’yi, Sean Durkin’in önceki filmi ‘Yuva’ (The Nest – 2020) kadar olmasa da beğendim. Durkin, biyografik film çekmenin tüm zorluklarını bertaraf edemiyor belki ama Von Erich ailesinin hikâyesine doğru yerden bakıyor.

        Gerçek Kevin Von Erich ile çalışma fırsatı bulan Zac Efron; Fritz’in bitmeyen hırsıyla ailesine olan bağlılığını dengeli şekilde yorumlayan Holt McCallany ve Maura Tierney başta olmak üzere tüm oyuncuların gayet iyi olduğunu düşünüyorum.

        Profesyonel Amerikan güreşini konu alan bir filmin ABD dışında ne kadar etkili olacağını kestirmek zor. Sonuçta, sporla kurmacanın karışımı, oyuncuların hem rol yaptığı hem dövüştüğü; neyin yasak neyin serbest olduğunu anlamakta zorlandığımız, yer yer gülünç bir şovdan söz ediyoruz. Ama işin içinde rekabetin ve fiziksel acı veren gerçek şiddetin olduğu bir spor aynı zamanda. Antik Yunan’da ‘pankration’ diye adlandırılan ve benzer özelliklere sahip dövüş sporu nedeniyle Türkiye’de pankreas olarak da bilindiğini belirtelim.

        Filmin en çarpıcı yanı, filmdeki trajik olayların hepsinin gerçek olması... Von Erich’lerin gerçek öyküsünü okurken beni en çok şaşırtan ise ailenin yaşadığı trajedilerden birinin senaryoya hiç dahil edilmemesi oldu. Durkin, süreyi uzatmamak ve diğer karakterleri hakkıyla ele alabilmek için kardeşlerden biri olan Chris’i en baştan hikâyeden çıkarmış. ABD’de özellikle profesyonel güreş camiasında çok eleştirilen bu karar, açıkçası bana çok yanlış gelmedi. Çünkü film bu haliyle de derdini etkili şekilde anlatıyor.

        7/10