‘Hayalet Avcıları: Ürperti’ (Ghostbusters: Frozen Empire), 40 yıl önce başlayan serinin beşinci filmi… 2016’da bayrağı kadınların devraldığı ‘Hayalet Avcıları’nı (Ghostbusters) dışarda tutarsak, önceki filmlerin devamı niteliğini taşıyor; farklı kuşaklardan gelen kahramanlarla 1984’te başlayan hikâyeyi sürdürüyor.
Yönetmen Gil Kenan’ın senaryosunu Jason Reitman ile birlikte yazdığı film, Robert Frost’un ‘Fire and Ice’ (Ateş ve Buz) adlı şiiriyle açılıyor. Peşinden 1904 yılının New York’unda yaşanan tuhaf ve gizemli olaya tanık oluyoruz. Gerçi neler olup bittiğini tam olarak çözemiyoruz ama Frost’un şiiri ve filmin adıyla birlikte düşündüğümüzde, gelecekte şehri ne tür bir tehdidin beklediğini seziyoruz.
Günümüze geldiğimizde ise 2021 yılında ‘Hayalet Avcıları: Öteki Dünya’ (Ghostbuster: Afterlife) filminde tanıştığımız aileyi, yani ‘yeni kuşak hayalet avcıları’nı iş üstünde seyrettiğimiz eğlenceli bir aksiyon sahnesi bekliyor bizi. Annesi Callie (Carrie Coon), eski öğretmeni yeni üvey babası Gary (Paul Rudd) ve abisi Trevor’un (Finn Wolfhard) sözünü dinlemeyip risk alan 15 yaşındaki Phoebe (Mckenna Grace), New York caddelerinin üstünde uçan ejderha görünümlü hayaleti yakalamayı başarıyor. Ama beklediğinin aksine kahraman ilan edilmiyor. Tam tersine, medya ve vali (William Atherton) tarafından, hayalet avı sırasında şehre verdikleri maddi zarar nedeniyle ailesiyle birlikte suçlanıyor.
Serinin 1989 tarihli ikinci filminde olduğu gibi şehir, bir kez daha kahramanların aleyhine dönüyor. Geçmişten gelen ve her şeyi buza çevirebilen gizemli hayalet de bu arada sinsice planlarını uyguluyor.
‘Hayalet Avcıları: Ürperti’nin en hoş yanı, ilk iki filmin dünyasına, karakterlerine nostaljik bir dönüşü temsil etmesi ve bunu eğlenceli hale getirebilmesi… Hikâye eski ve yeni kahramanların iş birliği veya sinerjisi üzerinden ilerliyor. Özellikle, Dr. Raymond ‘Ray’ Stantz (Dan Aykroyd) ve Dr. Winston Zeddemore (Ernie Hudson) sadece nostaljik bir hoşluk olarak karşımıza çıkmıyor, hikâye akışında önemli işlevler taşıyorlar. Dr. Peter Venkman’ı canlandıran Bill Murray belki filmde eski mesai arkadaşları kadar uzun süre almıyor ama her zamanki ‘deadpan’ mizah tarzıyla yer aldığı sahnelere damgasını vuruyor.
Çok oyunculu, bol yıldızlı ve en önemlisi, kalabalık karakterli bir ansambl filmi seyrediyoruz. Hikâyenin merkezinde dördüncü filmde olduğu gibi yine genç Phoebe var. Vali’nin ‘Çocuk işçi mi çalıştırıyorsunuz?’ uyarısının ardından sahalardan uzaklaşan Phoebe’nin tek derdi, hayalet avlayamamak ve işe yaramamak değil. Asıl olarak yalnızlık ve arkadaşsızlık üzüyor onu. Evde yalnız başına oturmak değil, sürekli hayalet kovalamak ve insanlarla daha çok bağ kurmak istiyor. Henüz 15 yaşında bir ergen olduğunu unutmamak gerek. Hayaletler dünyasında bulduğu arkadaşı Melody (Emily Alyn Lind) o yüzden onun için çok değerli. Yönetmen Gil Kenan arkadaşlıklarını, filmin genelinden farklı olarak, yavaş tempolu, diyalog ağırlıklı hüzünlü sahnelerle anlatıyor. Çünkü ikisi de yalnız. Öte yandan karşıt kamplarda yer alıyorlar. Phoebe, normalde kovalayıp yakalaması gereken bir hayaletle arkadaş oluyor. Phoebe ve tüm ailesini kaybetmiş Melody’nin arkadaşlığı filmin en duygusal damarı.
Gary’nin Phoebe için iyi bir baba olmak istemesi ama bunu nasıl becereceğini bilememesi, ikisinin de cümle içinde ‘baba’ sözünü kullanmaması, filmin duygusal ve komik yanlarından biri. Bir başka eğlenceli kuşak çatışması daha var filmde. Kumail Nanjiani’nin canlandırdığı Nadeem de büyükannesiyle hayattayken neden yakınlaşamadığını sorguluyor; onu gerçek anlamda hiç tanımadığını keşfediyor. Nadeem filmin eğlenceli karakterleri arasında. Hikâye örgüsü için de anahtar niteliği taşıyor.
Önceki film ‘Hayalet Avcıları: Öteki Dünya’, çocukların ve gençlerin her şeyin merkezinde olduğu, ‘E.T.’ ve ‘Stranger Things’ tarzında, ‘1980’ler kafası’nda fantastik bir serüvendi. Hikâyenin New York’tan Oklahoma’ya taşınması, radikal ve cesur hamleydi. Amerikalı eleştirmenlerin aksine sevmiştim. ‘Hayalet Avcıları: Ürperti’ ise 1984 ve 1989 yapımı ilk iki filmin modeline dönerek güvenli limana demir atıyor. Belki de bu nedenle, önceki filmin aksine kendi tarzını tam olarak bulamıyor ama serinin ruhuna sadık kalıyor.
Sözgelimi, en güzel yanlarından biri, hayalet avcılığının hiç bitmeyen bir çocukluk olduğunu vurgulaması… Kuşkusuz, işin içinde serbest teşebbüs ruhu da var. Hayalet avcılarının en başından beri kendi işlerini kuran girişimciler olduğunu unutmamaktan yanayım.
İnsanlık tarihinin en eski korkularından biri olan hayaletlere bilimle karşı gelmek de serinin temel özelliklerinden biridir. O yüzden, asıl kahramanlar testosteron saçan erkek kahramanlar değil, üniforma şeklindeki işçi tulumlarını giyen ve ekibin parçası olan bilim insanlarıdır. Tam da bu nedenle, geleceğin bilim insanı veya mucidi ergen Phoebe ile önceki filmde tanıştığımız genç arkadaşlarının seriyi 21. Yüzyıl’a taşıması doğru karar.
Özetle ‘Hayalet Avcıları: Ürperti’nin, ‘hiç bitmeyen çocukluk, serbest teşebbüs ve hayaletlere karşı bilim’ şeklinde formüle ettiğim ruhu yansıttığını düşünüyorum.
Bilim kadar hayaletler de önemlidir seride. Dünyayı ele geçirmeye çalışan boğuk sesli, yaratıcılıktan uzak, feci derecede klişe olan CGI ürünü, kadim ve kötücül varlığı bir yana koyarsak; önceki filmlerde olduğu gibi bizi yine eğlenceli hayaletler bekliyor. Bir türlü ele geçirilemeyen obur hayalet, abur cubur tüketmeye devam ediyor. Sadece ele geçirdiği nesneler hareket edince varlığı fark edilen hayalet, öyküde önemli rol oynuyor. Ama filmin asıl yıldızları, yumuşak beyaz lokumlardan yapılmış izlenimi veren, Ghostbusters logosundaki minik, şirin hayaletler… Film biter bitmez salonu terk etmezseniz, ‘bonus sahne’ olarak yaptıkları bir yaramazlığı seyretme şansı buluyorsunuz. Minyonlar’ı andıran bu ufaklıklar, umarım, serinin gelecek filmlerinde boy gösterirler.
‘Hayalet Avcıları: Ürperti’, özellikle hikâyesiyle 1980’ler zihniyetini koruyor. Phoebe ve ailesinin 1970’lerden kalma modifiye bir ‘steyşın vagon’ otomobille hayalet avlaması; Dan Aykroyd’un eski usul bir antikacı dükkânında hayaletlerin ele geçirdiği eşyaları elektronik bir cihazla ölçmesi, filmin geçmişe özlem duygusunu yansıtan sahneler.
‘Nostalji dışında dişe dokunur ne var?’ diye sorarsanız, mizah duygusu, hoş detaylar ve eğlenceli sahneler dışında aklıma açıkçası çok fazla şey gelmiyor. Yine de her şeye rağmen baştan sona sıkılmadan seyrettiğimi ve iyi vakit geçirdiğimi söyleyebilirim; çünkü her şeyiyle tipik bir Hayalet Avcıları filmi bu... Ne bekliyorsanız, onu veriyor. Ne eksik ne fazla…
6/10