Meredith Hama-Brown’ın ilk uzun filmi “Seagrass”, 2023 yılında dünya prömiyerini yaptığı Toronto Film Festivali’nde eleştirmenler jürisinin verdiği FIPRESCI ödülünü kazandı. Geçtiğimiz yıl, özellikle Kanada içinde aldığı adaylıklar ve kazandığı başka ödüllerle dikkat çekti.
“Seagrass”, olay örgüsüyle öne çıkan bir film değil. Hatta hikâyesiz bir film olduğu dahi söylenebilir. Senaryo daha çok gündelik olaylar, durumlar üzerinden ilerliyor ama çatışmalar her şeyi belirliyor. Karakterlerin hem kendi içlerinde hem diğer karakterlerle yaşadıkları çatışmalara tanık oluyoruz. İrili ufaklı gerginliklerin, gizli veya açık ego savaşlarının, anlaşmazlıkların, tartışmaların ardı arkası kesilmiyor. Çözümsüzlüklerin finalde açık bir yere bağlandığını öne sürmek zor. Tam aksine, sorunların bitmediğini ve sürüp gideceğini hissediyoruz. Karakterlerin gelecekte hayatlarına nasıl yön vereceğini tahmin etmek bize bırakılıyor. Karakterler öyle büyük değişimler de yaşamıyor. Kesin olan, kendileriyle ilgili önemli keşifler yapmaları ve filmin sonunda hiçbirinin artık aynı insan olmaması…
Film, açık denizdeki feribotta oynayan iki kızın görüntüleriyle açılıyor. İlerleyen bölümlerde pek rastlamayacağımız bir özgürlük ve neşe hissi hâkim sahneye. 11 yaşındaki Stephanie’nin (Nyha Huang Breitkreuz) 6 yaşındaki kardeşi Emmy’ye (Remy Marthaller) gösterdiği abla şefkati dikkatimizi çekiyor. Otomobilin içinde beklerken ilk kez gördüğümüz ebeveynlerin donukluğu ile kızların hareketliliği, tam bir tezat teşkil ediyor.
Sonraki sahnelerde Judith (Ally Maki) ve Steve’in (Luke Roberts) iki kızlarıyla birlikte evlilik terapisine katılmak üzere okyanus kıyısında, apart otel olarak düzenlenmiş bir tesise geldiklerini anlıyoruz. Kanada açıklarında bir ada burası... Ada, ailenin kurulu düzeninden uzaklaşmasının simgesi. Çünkü evlerinden uzakta ve bir bakıma savunmasızlar. Kaldı ki, özellikle ilk gün dördünün de yaşayacakları farklı tecrübelerin tedirginliğini taşıdıklarını hissediyoruz. Kızların yalnız kalmamak için adadaki akran gruplarıyla kaynaşması, Judith ve Steve’in ise hiç tanımadıkları insanlarla birlikte düzenli olarak terapi seanslarına katılmaları gerekiyor.
Yönetmen Meredith Hama-Brown, senaryosunu da yazdığı filmde, çoğunlukla Judith ve kızların bakış açısından anlatıyor hikâyeyi. Steve’e daha uzaktan bakıyoruz. İlk terapi seanslarında Steve, evliliklerinde sorun görmediğini, oraya Judith’in isteğiyle geldiğini söylüyor. Judith ise yakın zamanda annesini kaybetmesinin acısıyla başa çıkamadığını, eşinin de kendisine pek yardımcı olamadığını açıklıyor. Bu arada, kızların da büyükannelerini kaybetmenin etkisinden tam olarak kurtulamadıklarını anlıyoruz. Özellikle de Emmy’nin…
Film ilerledikçe anne kaybının ABD doğumlu Japon kökenli Judith için etnik kimlik sorunuyla birleşen daha derin ve kapsamlı bir iç hesaplaşma sürecini tetiklediği netleşiyor. Adadaki terapi grubunda karşılaştığı Japon kökenli Pat (Chris Pang), anne ve babasının İkinci Dünya Savaşı’nda nerede ve nasıl enterne edildiğini, hangi kampta kaldığını sorduğunda, Judith bu konularda hiçbir şey bilmediğini fark ediyor. Ebeveynlerinin ona hiçbir şey anlatmamasından ziyade kendi ilgisizliği ve umursamazlığı rahatsız ediyor onu. Büyükanneleri ile torunları arasındaki bağı koparan “eksik halka” olma fikri de belli ki kötü geliyor ona. Annesi hayattayken ondan Japon gelenekleri, kültürü ve aile geçmişi konusunda bir şeyler öğrenmek için neden çaba göstermediğini sorguluyor. Ailecek hep birlikte Japon olmaktan vazgeçip Kanadalı olmak için gösterdikleri çabanın altında yatan nedenleri hiç kuşkusuz biliyor. Ailesinin İkinci Dünya Savaşı sırasında düşman muamelesi görmesi ve bütün mal varlıklarına el konulması bir yana, barış zamanında da bu kez dışlandıkları bir toplumda tutunma mücadelesi verdiklerinin farkında. Ama bunlar aile içinde hiç konuşulmayan konular…
Ayrımcılığı sadece Judith’in duygusal serüveninde değil, akranlarıyla kaynaşmaya çalışan Stephanie ve Emmy’nin adadaki deneyimlerinde de görüyoruz. Sözgelimi yaşıtı bir kız, Stephanie’ye “Gözlerin dışında aslında tümüyle normalsin” diyor. Steve’in Judith’e “Irkçı olsam seninle evlenir miydim?” demesi de aklımızda kalıyor. “Seagrass”ın, siyasi doğruculuğun başladığı ama henüz yaygınlaşmadığı, ırkçılık ve ayrımcılığın çok sorgulanmadığı 1990’lı yıllarda geçtiğini unutmamak gerek.
Film ilerledikçe Judith ile Steve’in evliliğindeki sorunların nereden kaynaklandığını keşfetmeye başlıyoruz. Hemen yanlarındaki evde kalan Pat ile Carol’ın (Sarah Gadon) ilişkilerini gördükçe, Judith evliliklerinde neyin eksik olduğunu daha iyi anlıyor. Film boyunca Steve ile Pat’i karşılaştırmaktan kendini alamadığı ve bu karşılaştırmanın onu daha da mutsuz ettiği belli oluyor.
“Seagrass” sadece Judith’in duygusal hayatı ve evliliğindeki sorun üzerine kurulu değil. İki farklı yaş grubundaki Stephanie ile Emmy’nin adada akranlarıyla yaşadığı olaylara da geniş yer veriliyor. İkisi için de adada hiçbir şey çok kolay olmuyor. Kimseyle kaynaşma derdi olmayan Emmy’nin aksine Stephanie, kendi grubunda tutunmak, arkadaş edinmek için ödünler veriyor, ablalık sorumluluğundan bile vazgeçtiği oluyor. Her ikisinin de kendilerine yapılan ırkçılığı ve ayrımcılığı görmezden gelmeye çalıştıklarını fark ediyoruz. Film çocukların ve ergenlerin dünyasının büyüklerin dünyasından çok daha acımasız, merhametsiz ve sert olabileceğinin altını çiziyor.
Emmy’nin oyuncağına ve daha sonra havuzdaki topa karşı geliştirdiği bağımlılık ile Judith’in, annesinin elleriyle ördüğü battaniyeden hiç vazgeçmemesi arasında bariz bir koşutluk var. Hatta Emmy’nin tuhaf şekilde Judith’in bilinçdışını yansıttığı iddia edilebilir. Açılış sahnesinde ablası sayesinde üstünden atabildiği deniz tedirginliğinden başlayarak annesi ile Emmy arasında benzerlik dikkat çekici. Akranların yaptığı ırkçı zorbalıklara gülümseyerek karşılık vermesi, Judith’in çocukluğundan bir kesit seyrettiğimizi düşündürüyor adeta. Anneannesine olan bağlılığı ve mağarayı onunla ruhsal temas kurabileceği bir yer olarak düşünmesi, filmde öne çıkan başka bir motif. Mağara önce ölümü sonra anneannenin manevi varlığını simgeleyen bir metafor… Aynı zamanda Emmy’nin aşması gereken korkuları temsil ediyor. Finaldeki mağara ve suların yükseldiği sahneyi, Judith’in deniz konusunda Pat’e anlattıklarını düşünerek seyretmek gerekiyor.
Hama-Brown, söyleşilerinde filmin özyaşamsal nitelik taşımadığını, tümüyle kurmaca olduğunu belirtiyor. Buna karşılık, anlattığı duyguların gerçek ve yaşanmış olduğunun özellikle altını çiziyor. Kendi ailesi gibi Japon kökenli birçok ailenin İkinci Dünya Savaşı sırasında evlerinden, yaşadıkları şehirlerden alınıp uzaklaştırıldığını ve büyükannesi ile dedesinin kuşağının bu olayın maddi ve manevi sıkıntılarını hiçbir zaman aşamadığını söylüyor. Filmin hem kendisi hem Judith rolündeki Ally Maki için bir çeşit terapi olduğuna inanan Hama-Brown, belli ki Stephanie ve Emmy üzerinden kendi çocukluk duygularına dönüyor; filmi o duygular etrafında kuruyor. Bu yaşanmışlık ve hakikat hissi, bence seyirciye de geçiyor.
Hama-Brown, kısa filmlerinde de birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Norm Li ile birlikte 35mm çekmiş “Seagrass”ı. Böylelikle, 35mm’nin kendine özgü dokusu ve pastel renklerle, 1990’lar dönem duygusunu çok daha güçlü hale getirmiş. Hama-Brown ve Norm Li, çocukların dünyasını anlatırken daha çok el kamerası kullanmış, yaşadıklarını onların bakış açısından göstererek yakın plan tercih etmişler. Yetişkinlerin dünyasında ise kamerayı daha çok sabitleyip, karakterleri daha uzaktan görüntülemişler.
“Seagrass”, seyirciyi yavaş yavaş saran mütevazı ama sağlam bir film. Sadece yönetmenliği ve senaryosuyla değil oyunculuklarıyla da övgüyü hak ediyor. (MUBI)