Robert Eggers’in yıllardır gerçekleştirmek istediği bir projeydi, 1922 yapımı “Nosferatu - Eine Symphonie des Grauens”in yeniden çevrimi. 2015’teki ilk filmi “The Witch”in hemen ardından dile getirdi ama araya “The Lighthouse” (2019) ve “The Northman” (2022) girdi. 2022’den sonra ise hedefine kilitlendi ve hayallerindeki projeyi nihayet seyircilerle buluşturmayı başardı.
Alman yönetmen F.W. Murnau’nun “Nosferatu”su, Bram Stoker’ın 1897 tarihli “Dracula” romanının izin alınmadan çekilen korsan bir uyarlamasıydı. Yasal sorunlar çıkmaması için sadece Kont Dracula’nın ismi değil, hikâyede de bazı önemli değişiklikler yapılmıştı. Ne var ki, filmin gösterime girmesinden sonra açılan davaların sonucunda mahkeme, Bram Stoker’ın mirasçılarını haklı buldu ve filmin tüm kopyalarının yakılmasına karar verdi. Çok şükür, bazı kopyalar saklandı ve “Nosferatu” yıllar içinde kültleşen bir korku sineması klasiğine dönüştü. Özellikle, Alman yönetmen Werner Herzog’un 1979 tarihli başarılı yeniden çevrimi “Nosferatu – Phantom der Nacht”ın ardından Murnau’nun klasiği, sinemaseverler arasında adını daha çok duyurdu, daha çok seyredildi. Bu arada, Herzog’un filmi de sinema tarihinin en başarılı yeniden çevrimlerinden biri olarak kabul edildi.
Dünya prömiyerini geçtiğimiz aralık ayının ilk günlerinde Berlin’de yapan Eggers’in “Nosferatu”su da eleştirmenler arasında en az Herzog’un yeniden çevrimi kadar beğenilmiş durumda. Nasıl beğenilmesin ki? Hikâyeyi hiç sevmeseniz dahi film, resimleri ve ses tasarımıyla, nerdeyse fiziksel bir gerçeklik olarak sizi alıp götürüyor. Eggers, önceki filmlerinde olduğu gibi yıllar geçse dahi yine akıldan çıkmayacak bir görsel atmosfer kuruyor. Sürekli birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Jarin Blaschke ve prodüksiyon tasarımcısı Craig Lathrop ile açılış sahnesinden başlayarak alışık olmadığımız tarzda bir vampir filmine imza atıyor. Murnau ve Herzog gibi Alman sinemasının iki usta yönetmeninin altında hiç ezilmeden, gerektiğinde onlara selam göndererek, saygı duruşunda bulunarak ama öncelikle kendi imgesel dünyasını kurarak yapıyor bunu…
Kont Orlok’un imajı konusunda sadece önceki iki filmden değil, nerdeyse tüm Dracula filmlerinden kopuyor. Yeni bir Orlok / Dracula hayal etme konusunda son derece cesur davranıyor. Bill Skarsgård’ın prostetik makyaj desteğiyle tanınmaz hale gelerek canlandırdığı Kont Orlok’u, insan görünümlü bir canavar olarak tasvir ediyor. İlk önce perdeler üzerindeki gölgesini, uzun süre sadece siluetini gördüğümüz ve sesini duyduğumuz gerçekten ürpertici bir canavar… Eggers, Orlok’un yüzü ve bedenindeki detayları film boyunca yavaş yavaş gösteriyor bize. İnsanları korkutacak bir görüntüsü var Orlok’un ve o haliyle Ellen’ı (Lily-Rose Depp) kendine istiyor. Üstelik sadece bedenini değil, ruhunu da… Dracula’nın baştan çıkarıcı aristokrat kimliğinden, Murnau ve Herzog’un Orlok’larından çok daha farklı, mezardan çıkıp gelmişe benzeyen, pos bıyıklı bir vampir duruyor karşımızda. İnsanların kanını emerken de öncelikle fiziksel güç uyguluyor. Öyle ki boğuyormuş veya tecavüz ediyormuş gibi bir hali var.
Filmin bütününe odaklandığımızda, Jarin Blaschke ile 35mm formatında hayli karanlık bir film çektiklerini, renkleri estetik bir şekilde solgun hale getirdiklerini görüyoruz. Öyle ki tıpkı siyah beyaz filmlerde olduğu gibi birçok sahne belleğinizde renklerinden ziyade kompozisyonlarıyla kalıyor. Kadraj ölçüsü olarak 1.66:1’in tercih edilmesi, çok iyi bir tercih. Bu arada, IMAX deneyiminin de filmin etkisini artırdığını belirtmem gerek.
Açılış ve final dahil birçok sahnenin yönetmenliği etkileyici ama Kont Orlok’un Transilvanya’daki şatosunda Thomas’ı karşılamasıyla başlayan sekansı kendi adıma ayrı bir yere koyuyorum. Sinema tarihinde binlerce benzeri olan “uğursuz evi ilk kez ziyaret etme sahneleri” arasında bence ayrı bir yere sahip. Eggers ve sanat yönetmeni Craig Lathrop, Orlok’un yaşadığı mekânı öylesine boş, soğuk, karanlık ve insan sıcaklığından uzak bir şekilde tasarlıyorlar ki tekinsizlik ve uğursuzluk sizi de kuşatıyor.
Bir Eggers filminin görsel tasarımından, yönetmenliğinden, inşa ettiği estetik dünyadan etkilenmemek zor geliyor bana. Ama “Nosferatu” özelinde hikâye ve karakterlerden aynı şekilde etkilendiğimi söylemem ne yazık ki olası değil. Açıkçası Murnau ve Herzog’un filmlerini daha kısa, daha yoğun ve daha iyi buluyorum hâlâ. Eggers hayranları farklı düşünüyor olabilir ama 2 saati aşkın süresiyle 2024 yapımı “Nosferatu”, yan karakter ve yan öykü fazlalığıyla önceki iki klasiğe oranla fazla dağılmış bir film gibi geliyor bana. Yine de Eggers’in hikâyeye ve karakterlere getirdiği yorumu genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim. Eggers’in yorumunun farkı, Ellen karakterinin filmdeki konumundan geliyor. Filmi henüz seyretmeyen ve hikâyenin gelişimiyle ilgili hiçbir şey öğrenmek istemeyen okurlarla vedalaşmak için bence burası doğru yer.
Murnau’nun 1922 tarihli siyah beyaz sessiz filmi, Transilvanya’daki şatosunda yaşayan Kont Orlok’un, Almanya’da bulunan Wisborg kentinden mülk almak istemesiyle başlar. Thomas Hutter, patronu tarafından anlaşmayı imzalamak üzere Kont Orlok’un malikanesine gönderilir. Gerçekte bir vampir olan Orlok, Hutter’ın genç eşi Ellen’in fotoğrafını görür görmez çok etkilenir. Onu saplantı haline getirir. Artık amacı sadece Wisborg’a yerleşmek değil, aynı zamanda Ellen’e ulaşmaktır.
Eggers’in 1838 yılında geçen filminde ise Ellen Hutter açılış sahnesinden itibaren filmin tam merkezine yerleşen bir karakter… Eggers hikâyeyi de farklı şekilde inşa ediyor: Ellen ve Orlok, fiziksel anlamdaki ilk karşılaşmalarından yıllar önce telepatik bağ kuruyorlar. Hikâye ilerledikçe Ellen’in, Orlok’un doğaüstü etkisinden kurtulmak istediğini ve Thomas Hutter (Nicholas Hoult) ile evlenerek hedefine ulaştığını anlıyoruz. Orlok’un Wisborg’a yerleşmek istemesinin gerçek nedeni, Ellen’e fiziksel olarak yakın olmak ve onu yeniden kontrolü altına almak… Thomas’ın sözleşme imzalatmak üzere Wisborg’dan Transilvanya’ya gönderilmesi, Orlok’un çok önceden hazırladığı bir tuzak aslında. Orlok’un tuzağından haberdar olmamasına rağmen Ellen sezgilerine güvenerek Thomas’a yanından ayrılmaması için yalvarıyor ama sözünü dinletemiyor.
Ellen ve Orlok ilişkisi üzerinden baktığımızda, şeytan çıkarma filmlerinden alışık olduğumuz türden bir motif çıkıyor karşımıza. Orlok, aradaki fiziksel mesafeye rağmen Ellen’in bedeni üzerinde etkili olabiliyor ve ona karşı doğaüstü güç uyguluyor. Ama yine de tam olarak hâkim olamıyor. Aralarında finale kadar süren bir “irade savaşı”na tanık oluyoruz. Eggers’in orijinal esere getirdiği yeni yorumun tam da bu irade savaşında düğümlendiğini düşünüyorum. Ellen, Thomas Hutter ile aşk evliliği yaparak, Orlok’a darbe vurmuş durumda. Thomas, Transilvanya’ya hiç gitmese ve Orlok’un tuzağına düşmese, Ellen’in iradesi kazanacak. Ancak, Orlok kandırılması kolay zayıf erkekler üzerinden ilerleyerek istediklerine yavaş yavaş ulaşıyor. Önce Thomas’ın patronu Knock’u (Simon McBurney) ele geçirip onu gayri resmi hizmetkârı haline getiriyor. Transilvanya’ya kendi ayağıyla gelen Thomas’ı kandırmak da hiç zor olmuyor… Orlok, geminin esrarengiz ve uğursuz kargosu olarak Wisborg’a gelirken denizcileri etkisiz hale getirmekte; geldiğinde ise fareler ve veba salgını korkusuyla tüm kenti terörize etmekte hiç zorlanmıyor. Sinsi şekilde hedefine doğru ilerliyor ama Ellen’in iradesini kırmanın kolay olmadığını biliyor. O yüzden onu tehdit ederek dolaylı yollardan sonuca ulaşmaya çalışıyor.
Filmde, Orlok dışındaki diğer erkek karakterlerin “yardımcı oyuncu” olmaktan öteye geçemediği bir irade savaşı seyrediyoruz. Üstelik Profesör Albin Eberhart von Franz (Willem Dafoe) dışında hiçbirisi “etkisiz eleman” olduklarının farkında değiller. Thomas’ın Transilvanya’ya gitmeden önce Ellen’i emanet ettiği varlıklı ve güçlü arkadaşı Friedrich Harding (Aaron Taylor-Johnson), dönemin erkek egemen bakış açısını yansıtan bir karakter. Doktor Wilhelm Sievers (Ralph Ineson) ile birlikte Ellen’in tüm sorunlarının nedeninin isteri olduğunu düşünüyorlar. Daha kötüsü, onu yatağa bağlayarak, kilit altında tutarak kontrol etmeye çalışıyorlar. 19. Yüzyıl’da psikolojik, nörolojik sorunları olan birçok kadına “bilimsel tedavi” altında ne yapıldıysa onlar da Ellen’e aynısını yapıyor. Kont Orlok’un tam da istediği bir şey bu aslında… Ellen’ın çevresindeki tüm erkeklerden umudunu kesmesini ve kendisine sığınmasını istiyor.
Sievers, baş edemediği noktada doğaüstü olaylar uzmanı von Franz’ı çağırmasa, Orlok belki çok daha rahat ilerleyecek hedefine… Bu arada, Thomas’ın da Transilvanya’da yaptığı hatanın ardından tutkulu âşık olarak elinden geleni yaptığını, saygımızı kazandığını belirtelim. Ama o da Ellen ile Orlok arasındaki hesaplaşmaya pek müdahale edemiyor.
Finalde Ellen’in Orlok’u yok etmek için verdiği radikal kararı düşündüğümüzde, sadece özveri değil, suçluluk duygusu üzerine de kafa yormamız gerektiğine inanıyorum. Dönemin erkek egemen zihniyetinin kadınların kendini hep suçlu hissedeceği bir sistemi dayattığı zaten belli. Friedrich her şey için onu suçluyor mesela. Kont Orlok’un hedefi de farklı değil: Ellen’deki suçluluk duygusunu daha da büyüterek onun toplumla olan bağını koparmak istiyor. Wisborg’ta olup biten her şey için Ellen’ın kendisini suçlu hissetmesini amaçlıyor. Thomas’ı hayatta tutmasının nedeni de pazarlık şansını artırmak aslında… Thomas bile Transilvanya’ya giderken her şeyi evliliklerinin istikbali için yaptığını söylüyor.
Nosferatu olarak da anılan Orlok ile Ellen arasındaki irade savaşının sonuçlanma biçimine baktığımızda iki nokta dikkat çekiyor. Orlok’un zayıf yanı, içgüdülerini kontrol edememesi. Hatası ise herkesin kendisi gibi öne geçilmez bir yaşama arzusuna sahip olduğunu düşünmesi…
Tüm bunlar sevdiğim, kayda değer bulduğum detaylar ama daha önce belirttiğim gibi, özgün eserin çağdaş sinema teknikleriyle daha büyük, daha derin ve daha yoğun bir deneyime dönüştürülemediğini düşünüyorum kendi adıma. Öte yandan, oyunculukları dahil her şeyiyle seyre değer bir korku gerilim denemesi olduğunu inkâr edemem.
7/10