Bu kadar sıkışmışlık içinde biraz nefes almak istedim bugün. Yazıyı da bu kafayla yazıyorum zaten…
Haftada yedi gün yirmi dört saat sorup durduğum sorular var. Misal, “Trump acaba yine ne yumurtladı?”…
“İç siyasette kim kimi yumrukladı?”. “Hileli gıdada yeni kalemler belli oldu mu?”. “Emekli ikramiyeleri hangi gün yatacak?”. “Borsa İstanbul’da kim indi kim kalktı?”. “Ezeli rekabette ağızdan yuvarlanan son golü kim attı?”. “Telefonum, bilgisayarım, hanem, sokağım, güvende mi?”. “Kadın cinayetlerinde kurban sayısı kaç oldu?” ve saire…
Soran da sorulan da yılıyor bazen. Belki de bu yüzden başka türlü bir dünyanın lisanıyla yazmaya çalışıyorum an itibarı ile. Okuyan için kaçacak bir ara sokak olsun diye. Hadi rast gele…
*
“Hype” diye dillerde gezinen bir terim var son günlerde. Genellikle mekanlar ve ortamlar için kullanılıyor. Yüksek, gazlanmış gibi bir anlamı var…
Moda, akım, trend filan derken vardığımız son nokta bu. Söylemesi de havalı; haypppp!
Neyse. Son günlerde belgesel için sokaklardayım. Bir şekilde İstanbul’un kumaşının değil astarının bile değiştiğine tanıklık ediyorum…
Öyle bir kent oldu burası. İki gün ara vermeye gelmiyor. Ya çok yukardasın ya da çok çukurda. Saat başı duygu durumu değişen bir şehirdeyiz artık…
Alışkanlıklara bakıyorum. Misal, yeme ve içme alışkanlıkları kadar yenilen ve içilen mekanlar da değişmiş, değişiyor, değişecek hızla…
Şu sıralarda kendinizi “Hype” hissetmek istiyorsanız, aşağıda saydıklarımdan beş tanesini denemiş olmak durumundasınız…
Karaköy’e gidip “Fish Wrap” yani bildiğin balık dürüm yemek…
Kadıköy’ün ara sokaklarında “Grana Padano” tekerleği içinde karıştırılan soslu spagettinin tadına bakmak… (Bakteri gaziliği riski size ait)
Adım başı rastladığınız sözde çiğ, özde bulgur köftesiyle değil, bildiğin etli çiğköfteden yapılmış “Çiğ Burger” ile mideyi tanıştırmak…
Neredeyse metrekareye bir kafenin düştüğü Teşvikiye sokaklarında her biri birbirinden Artisan olan yeni nesil kahvehanelerden birinde laktozsuz sütle yapılmış Cortado yudumlamak…
Bin yılın kokorecinin köküne kıran girmiş gibi, içine uykuluk ve yağ bastırılmış kokoreç tekerinden kestirilen “Atom” gömmek…
Et de ve balık da “Dry” seçeneğine abanıp, dört lokmada bitireceğin tabağa bir avazda 3000 TL’den başlayan hesaplar ödemek…
Yarım ekmeğe ne koysan “tost cenneti” olarak niteleyeceğin memlekette “K-Food” takılacağım diye tatlı ekmeğe basılmış Kore tostuna abanmak…
“Soğanlı mı yapılır soğansız mı?” sorusu üstünde düzgün bir kabule varamadığın menemen seçeneğine bir de “Çakallı” seçeneğini eklemek…
Tercih senin, ana akım senin, gaz senin, rakım senin güzel kardeşim!
***
Baklava; son damak bükücü!
Nadir Güllü. Memleketin hayatta ve ayakta dikilebilen birkaç baklava ustasından biri hala…
Geçtiğimiz gün Karaköy’de turistler için yaptığı mutfak workshop’unu izlemek için yanına uğradım…
Misal, Baklava hakkında bilmediğim birkaç püf noktasını heybeye koyup helalleştim…
Malum tatlı fiyatları aldı başını gidiyor. Kuyumcu vitrinine bakar gibi bakıyorsun baklavanın yüzüne. Mücevher değerinde mübarek…
O hattan giriyoruz sohbette. “Bu kadar pahalı da tüketmeyi biliyor muyuz?” diye sordum Nadir ustaya…
“Fiyatı göreceli. Orayı geç. Kökene gelelim; daha çok Halep, Şam, Kahire üçgeninden geliyor bizdeki kadim ‘şerbetli tatlı’ kültürü. Sonrası, saray mutfağında gelişiyor zaten…
Yine de buluşma noktası olarak Antep’i görüyorum ben. Dünyaya yayılması da biraz bu köprü üzerinden olmuş. Balkan’da sevilmiş, Japonya’da bile çok tutmuş. Vazgeçmesi zor yani…
Ha, bu kadar sevilirken orijinalini bilecek kadar ustalaşmış bir tüketici var mıdır, çok az. Gurme dediğin sormayı bilendir, Mesut kardeşim…
Misal, baklavanın üstü altın renginde ve parlak olacak. Eline alıp kaldırdığında içinden bir damla bile şerbet çıkmayacak. Çatalı ya da bıçağı batırdığında hışırdayacak. Yemeden önce suyundan yudumunu alıp, alt tarafını damağına bastırıp ısıracaksın. O andan sonra ağzın kamaşmayacak. Yağı sade olacak. Kaymaklıysa da sütünde keçi ve koyun olacak. Bir de adettendir kırk kat yufkayı da sarmadan bağlamayacaksın tepsiyi. Nokta!”…
*
Fiyatı geçmeyelim. Tüm bu saydıklarını bir baklavada bulabilmek için servet ödemek gerekiyor hissi uyandı değil mi içinizde? Değil…
Bu ülkede hala dükkânında gazlı içecek satmayan, suya para almayan, çayı sebil fiyatına veren esnaflar var.
Ne idiğü belirsiz baklavasının bir tanesine 75 lira isteyen de; dört adedini mide sağlığı garantili 75 liraya veren de…
“Adını eloğlundan kurtardığımız baklavamızın tadını kaçırmayalım. İnsanımız geleneksel tatlarını unutmasın. Zanaatımızı etikete kurban etmeyelim.” diyor Nadir usta.
Elçiye zeval olmaz!
***
Bizim Arkeodiplomatlar…
Aspendos’un yeni misafirleri gelmiş diyeceğim ama yerlisi köyüne geri dönmüş. “Geleceğe Miras” projesi kapsamında kazılan Aspendos’ta insanoğlunun şerrinden kendini toprağa gizleyen değerli antik figürler yüzünü güneşe çevirmiş…
Aspendos kazılarında Hermes heykeli gün yüzüne çıkarıldı.Anadolu inanılmaz bir coğrafya. Ne ekersen onu biçiyorsun. Zamanında ekilmiş kadim medeniyetler, tarih hasadına açıyor kendini…
Bahis öylesine açılmışken ana eksene çekeyim sizi. Yüzyıllardır bu topraklardan şu ya da bu şekilde yürümüş ya da yürütülmüş eserleri tespit edip “özüne dönmesi için” kelle koltukta çalışan çok enteresan bir tim var…
İşin ilginç tarafı son birkaç yıl içinde binlerce eseri sahip olduğu topraklara geri getirmeyi başardılar…
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu çok değerli dedektiflerinin çoğu da meslektaşlarımdan oluşuyor. Arkeologlardan yani!
Bir nevi “Arkeodiplomasi” yoluyla ülkemiz kadim kültürlerini temsil edip, o kültüre ait olan her şeyi teslim alıyorlar…
Çok büyükler gözümde. Çok değerliler. Vatan aşığı, ortak geçmişimizin ışığı onlar. Ayaklarına antik taştan başka taş değmesin. Devam!