Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Ben ne dedim, alim ne anladı!

        Şubat ayı içinde, kara bir kış günü; alayı “Türkiye Türklerindir” gazetesinden kovulmuş, hayatları boyunca Aydın Doğan’dan maaş alıp “Pravda”da çalıştıklarını sanan bir grup “eski solcu”, son yıllarda tekrar “yeni solcu” gazetecinin yazdığı bir haber sitesinde Ümit Kartoğlu’nun Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı’nda “Börkülüce, Torlak, Bedreddin: Eşzamanlı ve Eşgüdümlü Bir İsyan mı Yoksa Artzamanlı Üç Ayrı Olay mı” başlıklı Yüksek Lisans tezinin müellifi Bilal Güneş’le yaptığı ve adını “Altı yüz yıllık saptırma, seksen yıllık yanılgı: Şeyh Bedreddin olayının içyüzü” diye koyduğu bir mülakat okudum.

        Başlığından çekti beni; bu arkadaş Şeyh Bedreddin olayına “seksen yıllık yanılgı” diyordu. Kimdi bu cesur adam? Bir tabuya çomak mı sokuyordu? Okumaya başladım, beş bölümlük yazı dizisinin ikinci bölümünü okuyunca diğer bölümleri beklemeden “İslam alimi nasıl komünistlerin şeyhi oldu?” başlıklı bir yazı yazdım.

        Biliyordum, efsanelere, mitlere, uyduruk masallara fazla prim veren bir milletiz; bir zamanlar Horhor’dan satın aldıkları birtakım portreleri “paşa dedem” diye duvarına asan, herkesin kendine şanlı bir geçmiş aradığı, devletin vakti zamanında verdiği “Dümbelek, Zurna, Göbek” gibi soyadları beğenmeyip ilk fırsatta onları “Hacıkadirkıymetbiliroğlu”, “Şekerzadeşanlıkerimoğulları”, “Kılıçsevermollamahmutoğlu” gibi soyadlarıyla değiştiren bir gelenekten geliyoruz, bu yüzden benim bu yazım da birçok kişinin hoşuna gitmeyecek, bana hücum edecekler ama olsun, yazı yazıyorsan bunlara katlanacaksın dedim kendime, yayınladım yazıyı!

        Nitekim öyle oldu, gelen bir iki saldırıya kulak asmadım ancak, yazı dizisini hazırlayan Kartoğlu’nun yazdıklarına gelen tepkileri, Bilal Güneş’le değerlendirdikleri “Yansımaları”nı okuyunca hafta sonu, bu yazıyı yazmak farz oldu.

        *

        Yazımın bir tezi vardı. Tezi de o arkadaşların büyük bir kısmına “sosyalizmin alfabesini öğretmiş” olan Murat Belge’den almıştım. Murat Belge, “Genesis” kitabında “kök arama maceramızı” edebiyat üzerinden okumuş; Kemalistlerin ve Bozkurtçuların bu kök arama “anlatısın”ı “Orta Asya”ya, İslamcıların Kemal Tahir’in şahsında “Osmanlıya”, Mavicilerin “Anadolu Medeniyetlerine”, sosyalist solcuların da “Şeyh Bedreddin”e dayandırdıklarını söylüyordu. Sosyalist solcuların bulduğu “anlatı” Nazım Hikmet’in cezaevinde yazdığı “Şeyh Bedreddin Destanı”ydı. Öyle ki 70’li yıllarda Şeyh Bedreddin, yazılan piyesler, şiirler, şarkılar, romanlarla “sosyalizme doğru yürüyen Türkiye’nin” tarihin derinliklerinde gelen Stalin’e benzer bir “önderi” payesine kavuşmuştu. Kuşkusuz bu doğru değildi, Bilal Güneş de kendi deyimile “zamanın en yüksek seviyedeki Sünni din adamı olan Şeyh Bedreddin'e” biçilen bu donu fazla bol buluyor, ona uygun don ne ise tekrar biçip kellesini vermiş olan “şeyh olmayan şeyh”in sıska bacaklarına geçiriyordu. Benim ilgimi çeken ve sözünü ettiği yazıyı yazmama sebep olan şey de buydu, zira bu çaba kıymetliydi, bir tabuyu deviriyordu.

        Meğer öyle değilmiş, değil tabu devirmek, tam tersine tabu inşa etmek için elinde mala şakul, ha bire duvar ören bir alim varmış karşımda. Ben onun fikrine çomak sokmuşum gibi, almış karşısına “vakanüvisi” Katroğlu’nu, “Şunu da yaz, şunu da yazmayı unutma o dönek hakkında” deyip bana jargonu ne verdiyse verip veriştiriyor.

        *

        Hocam sakin ol! Sakin ol ve tane tane konuşalım!

        Önce Zülfü Livaneli meselesinden başlayalım. Mülakatın ikinci bölümünde, Şeyh Bedreddin efsanesinin oluşumunda Livaneli’nin rolünü şöyle açıklıyor Bilal Hoca:

        “Bunda (Börklüce’nin Aleviliği-mk) da Zülfü Livaneli’nin, bir Alevi deyişindeki ismi değiştirerek söylemesinin rolü olduğunu düşünüyorum. Sen de bilirsin, ‘Akdeniz yakası Aydın elleri / Kuşlar gider bizim Dede Sultan’a’ diye başlayan deyişteki Dede Sultan nedeniyle böyle bir bağlantı kuruluyor.”

        Devamında şu paragrafı var:

        “(…) Söz konusu plağın yapımcısı Zülfü Livaneli’dir. Aslen Veli Abdal, Kul Veli, Derviş Veli ya da Pir Veli adlarıyla bilinen 19. yüzyıl Sivaslı (İğdecik/Şarkışla) halk ozanına ait olan bu deyişin son kıtasındaki bazı sözcüklerin yerine, Şeyhoğlu Bedreddin Bektaşi Veli ve Dede Sultan ibareleri konulmuştur. Livaneli daha sonra, sanırım 70’lerin sonlarında kasete okuduğu bu deyişteki tüm ‘Abdal Musa’ları, ‘Dede Sultan’ olarak değiştirmiştir. (…) ‘Dede Sultan’ ibaresine özel bir anlam yükleyen Alevi dostlarımız, buradan hareketle Börklüce’nin Alevi olduğuna inanırlar. Livaneli’nin bu ibareyi bir Alevi deyişine monte etmesi de bu inancı kuvvetlendirir.”

        Bütün bu bilgileri Hocamın mülakatında okuduktan sonra “Yetmez, Börklüce’yi de Alevi yaparlar. Bilal Güneş’e göre bu yanlış bilgiyi yayanlardan birisi de Zülfü Livaneli’dir,” diye yazdım. Vay sen misin onun söylediklerini böyle bozuk para yapan! Hocam küplere binmiş, “ben böyle bir şey demedim” diyor. Benle Zülfü Livaneli arasında bir polemik yaşandığı için Livaneli’ye husumetim varmış! Hocam, Livaneli’yle şimdiye kadar hiç polemik yaşamadım. Bir iki yazımda eleştirdim onu, “Abdülhamit” romanında, “Abdülhamit’in aslında seküler-laik bir padişah olduğunu, (tutamazsa kendini belki de solcu olduğunu söyleyecek), İslamcılara kaptırmamak gerektiğini” söylediği için birkaç şey yazdım, bir iki kez de “Yiğidim Aslanım Burda Yatıyor” şarkısını söylerken öldürülen o çocukların anneleri babalarıyla empati yapmaya davet ettim kendisini, o da cevap vermedi, hepsi bu kadar.

        Şimdi yukarıda uzun uzun alıntıladığım sözlerini tekrar okuyun hocamın, beni haksız buluyorsanız, cezama razıyım.

        Bu arada Livaneli de kendini savunan bir açıklama göndermiş Kartoğlu'na. Açıklamada “1975'te kaydettiğim albümdeki Şeyh Bedreddin bölümüne Dede Sultan deyişini monte ettiğim doğrudur. Bu tercihte hem müzikalitenin hem de deyişte geçen coğrafi bölgenin etkisi var” diyor (ne demekse?) ve devamında kendi ayarındaki Homeros, Shakespeare, Robert Graves, Nazım Hikmet gibi büyük sanatçıların benzer şeyler yaptığını söyleyip, benim yazımda üzerine basa basa vurguladığım tezimi; Ernest Renan ‘Hiçbir ulus devlet, geçmişi çarpıtılmadan yaratılamaz’ demişti. Belki bu görüş bütün devletler ve ideolojiler için doğrudur” diyerek beni teyit edip kendini savunuyor. Yani bile bile “geçmişi çarpıtmış” oluyor kendisi. Yalnız benim anlamadığım, Livaneli ve diğer solcu sanatçılar “geçmişi çarpıtırken” Kemalistlerin "geçmişi çarpıtarak" kurduğu "ulus devletin" yerine yeni bir “ulus devlet” mi kuracaklardı yoksa “proletarya diktatörlüğünü” mü getireceklerdi; orası da izaha muhtaç, belki Hoca bizi aydınlatır bu hususta.

        Livaneli’nin kendini savunması yetmiyor, bir de Bilal Hoca yetişiyor imdadına. (Birileri hep Livaneli’nin imdadına yetişiyor. Şiirden kesilmiş dolandırıcı bir Kürt şair de bana karşı, 31 Mart seçimlerini 31 Mart darbesine benzeten Livaneli’yi canhıraş bir şekilde savunmuştu yakın bir zamanda!) Livaneli’nin bir Alevi deyişine “Dede Sultan”ı monte ettiğini Livaneli’nin ağzından duyduktan sonra, tıpkı o meşhur filmde Şener Şen’in İlyas Salman’a dediği gibi “Tamam, Zülfi abi o montajı yaptı, yaptı da hele sor bakalım neden yaptı” diyor ve sorduğu soruya verdiği cevapta, Livaneli’nin bu işi “devrimci mücadeleye katkı için” yaptığı sonucuna varıyor. Bu yüzden hocaya göre Livaneli’den “devrimci mücadeleye katkı” olsun diye Alevi deyişinde yaptığı “tahrifatın” hesabı sorulmamalı. (Soran ben değilim ki, siz ifşa ettiniz ben de sizin söylediğinizi tekrarladım hocam, o kadar!) 70’li yıllarda dernek lokallerinde, okul kantinlerinde söylenen bir yığın boş “devrimci lakırdı” daha sarf ediyor Bilal Hoca ve sözü “sanatı geçim ve şöhret aracı” haline getiren sanatçılara getiriyor. Kim bu sanatçılar? “Yiğidim aslanım orada yatarken” onların ölüsü üzerine “sanat yapanlardan” bahsediyorsa, adres ben değilim, zira ben ne saz çalabiliyorum ne de sesim güzel!

        İşin buraya kadar olan kısmında, arada bir adım geçse de özne ben değilim, asıl salvo şimdi geliyor.

        *

        “Bilal Hoca’nın vakanivüsçisi” Kartoğlu, ona benin yazımı hatırlatınca “Bilal’in yüzü gülmekle kızmak arsında anlık olarak değişiyor.” Beni “iyi günlerimde” tanıyormuş Bilal Hoca. “İyi günlerim” olduğuna göre, şu anda yaşadıklarım “kötü günlerim” olsa gerek. Hocam, benim hayatımda da her insanda olduğu gibi “iyi günlerim-kötü günlerim” olmuştur. Ama bunun miladı “solcu olmaktan” vazgeçtiğim gün falan değildir. Misal kızım oğlum doğduğunda çok “iyi günlerimdi” o günler, annem öldüğünde “çok kötü günümdü” o gün mesela. Bunun dışında ben de sizin gibiyim hocam. Sizin deyimizle “iyi günlerimi” yaşarken, inan her günüm iyi değildi. Meğerse hocanın beni en çok sevdiği zamanım, Yılmaz Erdoğan’ın maç seyretmek isterken benle Sırrı Süreyya’nın maç seyretmek istemememiz, Yılmaz’ın da ikimizi evden “kovduğu” zamanmış. Bilal Hoca “fitbol”sevmeyen kendisine benzer birisini bulmuş, o da benmişim, bu yüzden beni sevmiş, eksik olmasın! Ben de hocayı, Şeyh Bedreddin hadisesine “sekesen yıllık yanılgı” dediği gün tanıdım ve sevdim; “hayır ben bunu demek istemedim” dediği gün de sevmekten vazgeçtim, şimdi 1-1 berabereyiz.

        *

        “Yansımaları” okurken, ben de hoca benim yazıda ileri sürdüğüm tezi eleştirecek sandım, ama nerede? Tek bir cümleyi düzelttikten sonra beni bir yerlere ihbar ediyor. Meğer hoca mülakatında “konar-göçer” demiş, ben de onu “göçebe” yapmışım. Büyük hata! Haklısın Hocam, bir daha “konar göçere” “göçebe” dersem davul gibi şişeyim, anlaştık mı? İhbara gelince… Meğer ben o yazıyı yazarken, amacım Bedreddin meselesini okurlarıma duyurmak değil hem "sola laf etmek" hem Zülfü Livaneli’yle önceden başlattığım polemiği sürdürmek hem de Atatürk’e "laf dokundurmakmış".

        Vay be, ben ne sinsi herifmişim yahu! Tek yazıyla neler yapmışım!

        Livaneli meselesini yukarıda anlattım. Sola laf ediyorum evet, ama sağa da laf ediyorum yazılarımda, sola laf etmek yasak mı? Günün yirmi dört saati "düşünce özgürlüğü" diye bağıran siz değil misiniz? (Hem “sol Bedreddin’i bir komünist mitosa döndürdü” diyen de sizdiniz hocam?) Atatürk meselesine gelince orada dur hocam! Beni kime ihbar ettiğini bilmiyorum ama benim yazımda Atatürk’e “dokundurulmuş” tek bir laf yoktur. Siz de söylüyorsunuz, Nazım Hikmet’i “yanıltan” Şerefeddin Efendi’dir diye. Şu sözler sizin:

        “Nâzım’ı yanıltan Şerefeddin Efendi, Kuvayı Milliye’yi aktif olarak desteklemiş olan Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi’den sonraki ikinci diyanet işleri başkanıdır. İngiliz işgali altındaki İstanbul’da, Mehmet Akif’in de dahil olduğu İslamcı bir grupla birlikte hareket ederken, Atatürk öldüğünde cenaze namazının kılınması için naaşının camiye götürülmesine gerek olmadığı, öldüğü yerde de namazın kılınabileceğine dair fetva veren ve o namazı Dolmabahçe Sarayı’nda kıldıran kişidir.”

        Haklısın tam da öyle. Ben de bunları biraz daha genişleterek yazmıştım. Senin bıraktığın yerde sözü Murat Bardakçı’ya verelim o halde. O günü Murat Bardakçı, 11 Kasım 2018 tarihli Habertürk’te çıkan yazısında o törende bulunan “adını vermediği birisinin” tanıklığına dayanarak etraflıca anlatır ki bir bölümü şöyledir:

        “Dolmabahçe Sarayı’nda katafalka konan cenazenin Ankara’ya nakil günü yaklaşırken, Ankara’dan ‘dinî merasim kat’iyyen yapılmayacak’ şeklinde bir talimat geldiğini işittik. Talimatı hiçbirimiz görmedik, resmen de tebliğ edilmedi ama emir Dolmabahçe’de hemen herkesin dilindeydi.

        Cenaze, 19 Kasım sabahı erken saatlerde Ankara’ya nakledilmek üzere saraydan alınacaktı. Hazırlıklar devam ederken rahmetlinin hemşiresi Makbule Hanım katafalkın bulunduğu yere geldi, ‘Cenaze namazı kılınmadan Mustafa’mı hiçbir yere göndermem!’ diye avaz avaz bağırdı ve gidip tabutun yanı başına oturdu.

        Ortalık birbirine girdi. Bazı işgüzarlar ‘Ankara’dan emir geldi hanımefendi, yapmayın, etmeyin’ diye Makbule Hanım’ı sakinleştirmeye çalışacak oldular ama hanımefendi daha da hiddetlendi, ‘Namazı kılınmadan burayı terk etmem! Beni kolumdan tutup dışarıya atmadan ağabeyimi götüremezsiniz’ dedi. Maiyet erkânı daha da telâşlandı ve ne yapacaklarını sormak için Ankara’ya telefon açtılar.

        Aradan yarım saat geçtikten sonra Ankara’dan yeni talimat geldi. ‘Gözlerden uzak bir şekilde, mümkün olduğu kadar az bir cemaatle, dışarıya da hiçbir şekilde aksettirilmeden kılınsın; kat’iyyen fotoğraf çektirilmesin ve namazın kılındığı protokol kayıtlarına da aksettirilmesin’ deniyordu. (…)

        Yanlış saymadı isem, cemaat ben dahil olmak üzere 11 kişiden ibaretti. İmamete, Şerefeddin Efendi geçti (dört sene sonra, 1942’de Diyanet İşleri Reisi olacak olan din âlimi Şerefeddin Yaltkaya) ama o senelerde Arapça ezan ile tekbir yasaktı ve ne yapacağımız hususunda kararsızdık… Arapça tekbir getirdiğimiz takdirde devletin, Türkçe okuduğumuz takdirde de Makbule Hanım’ın hışmına uğramamız ve hanımefendinin ‘Yeniden, doğru dürüst kılın’ demesi ihtimali vardı.

        Tabutun önünde saf tuttuk, Şerefeddin Efendi imamete geçti, tekbiri ‘Tanrı uludur’ diye Türkçe getirdi, namaza başladık ve Efendi diğer üç tekbiri de Türkçe getirdi. Sıra ‘Esselâmü aleyküm ve rahmetulah’ diye selâma gelmişti, Şerefeddin Efendi her iki selâmı da ‘Esenlik üzerinize olsun’ diye yine Türkçe verdi.”

        Ben yazımda, Bardakçı’nın verdiği bu bilgilerden aklımda kalanları yazmıştım. Şimdi soruyorum Hocam, burada Atatürk’e nasıl bir “dokundurma” var? Atatürk vefat etmiş, vasiyetinde “cenazem camiden kalkmasın” diye bir şey söylediyse, tarihçi sensin, bul biz de okuyalım. Evet o yazıda birilerine “dokundurmuştum” ama bu Atatürk değil; başta Atatürk’e cenaze namazı kılınmasın diyen, fikrinizin kurucu babaları, şimdi “burnumuzu tutarak oy verdik” dediğiniz CHP’nin o zamanki kodamanları Şükrü Kaya, Şükrü Saraçoğlu, Kel Ali, Reşit Galip gibi şahsiyetlerdi!

        *

        Durun bitmedi. Kartoğlu’nun “Yansımalar” yazısından aktarıyorum:

        “Kızılkaya, yaptığı tarihi dönüşle gerçekten de üzüldüğüm isimlerden biriydi’ diyor Bilal, ‘Edebiyat alanında benim de saygı duyduğum, 'Türk edebiyatı mı Türkçe edebiyat mı' tartışmasına malzeme yapılan kayınbiraderi büyüğünün ölümüyle oluşan boşluğu doldurabilecek yetenekte gördüğüm biriyken, dünyevi nimetlere tamah etti. Orada kısmeti yokmuş herhalde ki, AKP 2015 Haziran seçimlerinde parlamento çoğunluğunu sağlayamadı ve beş ay sonra yenilenen seçimde Kızılkaya'nın vekilliği sona erdi.”

        Bu paragrafta ben hariç başka birisinden daha bahsediyor Bilal Hoca, bir “büyüğüm”den. Ona “kayınbiraderim” diyor. Ya adını hatırlamıyor ya da bilerek vermiyor. Bu “büyüğüm” rahmetli Mehmed Uzun’dur. Mehmed Uzun benim “kayıbiraderim” değildir. Eşimle Mehmed’in eşi kardeştir; bu tür akrabalara ne denir sorusunun cevabını da tarihçi hocama bırakıyorum. Hem Mehmed Uzun “Türk edebiyatı-Türkçe edebiyat” gibi abuk bir tartışmanın içinde hiç yer almadı. Çünkü Mehmed Uzun Kürtçe roman yazıyordu ve Kürt edebiyatı dairesinde yer alıyordu. Edebiyat dildir, hangi dilde yazıyorsan o dilin edebiyatçısısın. Neyse, dersimiz edebiyat değil!

        “Dünyevi nimetlere tamah ederek” AKP de milletvekili olmuşum! Her milletvekili “dünyevi nimetlere tamah eden” kişi midir hocam? Öyleyse şu anda parlamentoda bulunan altı yüz vekile ayıp etmiyor musunuz? Bana gelince…Hocam, milletvekili olmadan önce bir evim, bir de arabam vardı, bütün mal varlığım buydu. Şimdi sadece bir evim var, bütün mal varlığım yine bu! Sahi, CHP’de milletvekili olan solcular da (mesela Sezgin Tanrıkulu) bu durumda “dünyevi nimetlere” tamah ettikleri için mi milletvekili olmuşlar? Yoksa, devrim yapmak için “burjuva partilerinin” içine sızmış ajanlar mıdır onlar?

        Kartoğlu’nun aktardığına göre röportajın bu kısmına kadar benden bahsederken Bilal Hoca’nın gözlerinde hep “acıma ifadesi” varmış (işte şimdi üzüldüm hocaya, beni boş ver hocam, sana bir şey olmasın!), sonra ne olduysa “birden kızgınlığa dönüşür” bu ifade ve şu muhteşem saptamayı yapar:

        “Sadece Kızılkaya'nın dönüşü değil, Miroğlu, Metiner gibi aslında solcu zannettiğimiz pek çok kişinin, Kürt meselesi çözümsüz kaldıkça ve çatışma tırmandıkça birer birer döndüğünü gördük. Bu bir dönüş müydü yoksa turnusol kağıdına dokunuş muydu, ayırt edemiyorum, ama Kürt meselesinin bir turnusol işlevi gördüğünü inkâr edemeyiz. Kürt meselesine verdiği önem nedeniyle solcu zannettiğimiz Kızılkaya'nın aslında İslami eğilimli bir Kürt olduğunu gösterdi hayat bize.” (Yahu ne oluyor, konumuz Şeyh Bedreddin değil miydi? Neyse…)

        Hayat daha size neler gösterecek Hocam! Bir kere “solcu zannettiğiniz” Metiner hayatı boyunca hiç solcu olmadı, o hep İslamcıydı, bir ara “Türkiyelileşmek isteyen, siz Türk solcularının yönettiği Kürtlerin” partisinde yöneticilik yaptı o kadar. (Yahu hocam, “konar göçer” meselesindeki titizliği neden başka şeylerde göstermiyorsunuz, tarihçiye yakıştı mı şimdi?) İkinci meseleye, beni “solcu zannetmen” meselesine gelince… Ha işte orada haklısın. Ben hayatımda hiç sizin anladığınız anlamda solcu olmadım, yerden göğe haklısın, siz beni öyle "sandınız". Tekrar ediyorum, sizin anladığınız anlamda solculuk tabi, yoksa Hakkâri’de dünyaya gelmişsen Kürt ve solcu dünyaya geliyordun o zamanlar. Çocukluğumda bana birtakım saçma sapan solcu bildiriler yazdırdılar siyasi abilerim, üniversitede bıraktım bu işleri, demokrat, özgürlükçü, liberal, vicdanlı bir vatandaş olmaya çalıştım. Hiçbir sol örgütte, fraksiyonda, yapılanmada yer almadım. Kürt’tüm, Kürt meselesinin Kürtçe meselesi olduğunu biliyordum, bu yüzden Kürtçeden Türkçeye edebiyat çevrisi yaptım, beş bin sayfaya yakın roman çevrilerim var, “Bir Dil Niye Kanar” diye kitap yazdım, yasaklı dilimin narına yandım, bu memlekete hâlâ bir “Kürt meselesi” olduğuna inanıyorum ama bu meselenin çözümü bahsinde de ne sizin gibi ne de Kürt yoldaşlarınız gibi düşünüyorum, Kürt meselesi dağlarda değil Ankara’da çözülür diyorum, bu işi de devlet değil Kürtler adına siyaset yapanlar çözer diyorum, sizin gibi kifayetsiz muhterislerin köhne ideolojilerinin peşine takılıp aktivistlik yapmak yerine silahlı külahlı beyhude çırpınışlara destek vermekten bir an önce vazgeçip Ankara’ya giderek Türkiye’nin yönetimine samimi bir şekilde ORTAK olduklarında bir sonuç varırlar diyorum.

        “Tarihsel dönüş” meselesine gelince… İnsan dönmeli hocam, dönmeli ki arkasında da olup bitenleri görmeli. Arkasından haberi olmayanın önü de karanlıktır hocam. Her dönen değişmez hocam. Değişim sağdan sola veya soldan sağa olmaz hocam, değişim yukarıdan aşağıya ya da aşağıdan yukarıya olur. Örnek istersen Kemal Tahir’in, Cemil Meriç’in, İdris Küçükömer’in, Çetin Altan’ın döndüğü yer neresiyse ben de oraya döndüm hocam. Dönünce önümde geniş ufuklar belirdi; bu mecrada yazdığım hepinizin de sabırsızlıkla takip ettiğine emin olduğum bu yazıları da dönünce yazmaya başladım hocam.

        Ha sözünü ettiğin “İslami eğilimli Kürtlüğüm” bahsini unutuyordum. Yedi erkek kardeştik hocam, iki de ablam vardı. Ben, en küçükleriydim. Sabah namazına kalkan annem, ben küçük olduğum için bana ilişmez, diğer ağabeylerimi uyandırır, hepsi namazını kılar, yan yana dizilerek önlerinde diz kırdıkları rahleden inceden inceye muhteşem bir tilavetle Kuran okurlardı hep bir ağızdan kahvaltı hazırlanana kadar. Ben çocukluğumda gözlerimi hep kutsal kelamın tilavetiyle açtım yeni güne hocam. Kulaklarım o müzikle doludur hâlâ. Ruhum o günden bugüne bu yüzden dingindir galiba, sakinim, kimseye kin beslemem, nefret etmem insanlardan, hele fikrinden dolayı da kimseyi kınamam. Dindar değilim ama Müslümanım! Stalin ve benzerleri sığırların fikirleri peşinden koşup gencecik çocukların ölümünü devrim uğruna mubah göreceğime, Resulullah’ın ümmetinden günahkâr bir kul olmayı bir ayrıcalık olarak görüyorum.

        *

        Buraya nereden geldik yahu! Şeyh Bedreddin’den bahsediyorduk değil mi ya alim? Yoksa ben mi yanlış anladım?

        Farsçada bir deyim var; “Men çe guyem, tamburem çe zened?” Meali; “Ben ne söylerim, tamburam ne çalar?”

        Madem öyle çal kekê çal, bir de “Vurulduk ey halkım, unutma bizi”yi çal!

        Nasılsa seksen yıldan beri aynı şarkıyı çalıp duruyorsunuz!