Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Bir mezar, üç hikâye!
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bir mezar kalmış aklımda. Yalnızlıktan kaskatı kesilmiş bir mezar. Kimsesiz. Kimin mezarı? Her söylenti bir efsane… Her efsane bir muamma… Eskiden, çok eskiden beri o mezar orada. Kimin kazdığını kimse hatırlamıyor. İçinde kim yatıyor, rivayet muhtelif… Bir meczubun mezarı diyen de var, umarsız bir aşkın girdabına düşmüş, o girdapta debelenirken içine düşen kıskançlık kurdunun her hücresini kemirdiği, kurdun bir ölü bir yaşayan hücreyi sırayla öldürüp ölümünü geciktirdiği azap dolu birkaç seneden sonra ufala ufala yumruk kadar kalan, en sonunda aşık olduğu adam tarafından öldürülen kadının mezarı diyenler de… Hayır ikisi de değil, bu mezar altı erkek kardeşi tarafından birer hançer darbesiyle öldürülen bir kuzuya aşık genç bir kızın mezarıdır diyenler de var.

        İki yazıdır sözünü ettiğim Han Yaylasının yukarılarında, yüksek, çok yüksek; kuzeyinden bakınca böyle büyük bir yılanın telaşsızca kıvrılması gibi kıvrılan, başına buyruk, Musul Ovası’ndan Şatülarap’la birleşmeye mi, Basra Körfezine dökülmeye mi giden Büyük Zap’ın görüldüğü; güneyine dönünce dağın dağa yaslandığı, her dağın arkasında bir masal diyarı gizliymiş hissini uyandıran, geceleri bazı düzlüklerde şehir ışıkları yanıp sönen, yine aysız gecelerde uzak dağlarda farı yanık bir arabanın oyunbaz ışığının çocukları sevinçten havalara zıplattığı büyülü bir alemi ayaklarının dibine seren bir tepenin başındaydı mezar.

        *

        “Burası kendini yardan atmış bir meczubun mezarıdır” diyenlerin hikayesine göre mezarda yatan ölü kaçakçılıkla geçiniyormuş. İşi sadece sigara kâğıdı satmakmış. O sigara kağıtları ki üzerinde Arapça yazılar vardı. Arapça yazılmış her yazıyı kutsal kelam bilen birçok kişi, bu kağıtları görünce sigara içmekten vazgeçip kendilerinin yaptığı pipolara sarılmış. Üzerinde Arapça, kim bilir belki de ayet yazılı olan bu kağıtları yakan, mahşer günü sorgusuz sualsiz cehennem ateşinde kendini de yakar! Allah’tan böyle düşünenler azınlıkta, yoksa adam açlıktan ölecek, korka korka o kağıtlardan alıp kendi ektikleri tütünü saranlar onun geçimine yetecek kadar varmış… O da yükünü katırın sırtına vurur, yayla yayla dolaşır, üzerinde kutsal kelam yazılı sigara kağıtlarını tereyağı, yünle mübadele eder, çoluk çocuğunun rızkını tedarik edermiş. Çifti çubuğu, öküzü koyunu yokmuş. Ne yapsın, o da böyle bir geçim yolunu bulmuş işte.

        Bir gün, yine kaçakçılardan böyle büyükçe bir kutu dolusu kâğıt satın almış. Onları köyde bir yerde saklamış. Köye jandarmalar gelince, kendi akrabasının rahatını kıskanan, kimse ondan daha iyi bir hayat yaşamasın diye haset içinde debelenen köylü bir akrabası “kaçakçı” diye onu ihbar etmiş, yakayı ele vermiş sigara kağıtlarıyla birlikte. Şehir merkezinde, zalim bir zabitin insafına kalmış, aylar sonra yarım insan olarak geri dönmüş köye, orada yaşadıklarını kimselere anlatmamış, dili lâl olmuş, gözleri boş boş bakıyormuş. Akrabaları, akranları, onu yakından tanıyanlar bir süre sonra teşhisi koymuş; bu adam aklını şehirde bırakmış!

        Kendi dünyasına çekilmiş, herkesle selamı sabahı kesmiş, bütün köy ahalisine küsmüş. Kendisini ihbar edeni arayıp bulmamış. Sadece susmuş. Bir süre sonra da oğlunu askere gönderip bir daha yüzünü görmeyen, onun hasretiyle aklını yiyen köyün delisi kadınla arkadaş olmuşlar. Yaşadıklarını sadece o deli kadına anlatıyormuş. O kadın da ona her daim oğlundan bahsediyor, kim bilir nereden bulduğunu kimselerin bilmediği belindeki gizemli asker palaskasını göstererek oğlunun bunu ona köye gelen askerlerle gönderdiğini söylüyor, palaskayı öpüp öpüp başına koyuyormuş.

        Onun da eli yatkın, kendini tahta kaşık yapımına vermiş. Metal kaşıkların köye girmediği yıllardır. Herkesin evinde sınırlı tahta kaşık var. O da tahta kaşık yapıyor, şık bir biçim veriyor, tam ne güzel kaşık oldu denecek bir aşamaya getirdiğinde elindeki keserle yaptığı kaşığı kırıyor, bu kez başka bir kaşık yapımına girişiyormuş.

        Köyün ortasında coşkun bir ırmak akıyor. Bahar aylarında da yoluna ne çıksa alıyor, her şeyi öğüte öğüte akıyor. Görenler, nehir kafasını yiye yiye akıyor diyorlar. İşte o günlerden bir gün, deli kadınla nehir kenarında oturmuş suya bakarlarken, oğlunun kendi deyimiyle “Basılkesir”den bir daha dönmeyeceğine artık iyice kanaat getirmiş olacak ki kadın kendini nehrin azgın sularına atmış.

        Adam elinde yeni yaptığı tahta kaşıkla öyle kalakalmış, uzun uzun hiç istifini bozmadan onu hayata bağlayan deli kadının arkasından bakmış. O an, bundan sonraki hayatını yalnız geçireceğini anlamış sanki. O günden itibaren tahta kaşık yapmaktan vazgeçmiş.

        Yaylalarda ıssız tepelerde, günlerce tek başına dolaşmış durmuş. Uzaktan gördüğü her vahşi hayvana ulaşıp konuşmak istemiş. En çok da geniş kanatlı kartalları kovalamış. Başı hep gökyüzünde, onların hareketlerini taklit etmiş. Kollarını açarak, yerde onlar gibi uçmaya çalışmış. Bir gün yüksek bir yarın başında, iki kolunu da açarak kendini boşluğa bırakmış. Bir süre uçmuş, uçmuş. Günler sonra cesedini o yarın dibinde bulmuşlar.

        O tepenin başındaki mezar onundur diyenlerin anlattığı hikâye böyle…

        *

        Etrafı adam boyunda bir duvarla çevriliydi mezarın. Hayvanlar girip mezara zarar vermesin diye inşa etmiş duvarı, mezarı yapanlar diyorlar… Her tarafı çaputlarla sarılıydı. Yıllar yılı eski çaputlara yeni çaputlar eklenmiş. Çaputlar karda boranda, tufanda yağmurda, rüzgârda fırtınada direne direne zamanla aynı renkte iplere dönüşmüş. Böyle lime lime, taşlara tutunmuş çaputtan oluşmuş iplikler. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz, bütün mıntıkada tek bir ağaç var, o da bu mezarın başında. Kupkuru bir ağaç... Uzaktan bakınca, ellerini havaya kaldırmış, etleri lime lime dökülmüş bir insan iskeletine benziyordu ağaç. İki sivri dal gövdesinden yükselmiş, cılız, dokunsan kırılacak iki cılız kola dönüşmüş zamanla. Arada bir kuşlar tünerdi o dallara. Yatır çarpar diye de kimse o kuru ağacı alıp yakmak üzere bir yerlere de götürmemiş demek. Kurumuş dallarına, gövdesine de çaput bağlamışlar köylüler. Ağacın kurumuş dallarından sarkan, zamanın çaputları, şimdinin ipleri, rüzgâr hangi yönden eserse ona doğru yön değiştirir, uzaktan bakıldığında buralarda hayata dair tek belirti olarak sallanıp durmuşlar yıllar yılı bu ıssızlıkta. Yılda sadece iki ay insanların yaşadığı, geri kalan on ayda hiçbir insanın elinin değmediği, hiçbir insan ayağının basmadığı bu dağ doruğunda, bu mezarın kocası tarafından öldürülen kadına ait olduğunu söyleyenler ise onun hikâyesini şöyle anlatırlardı.

        *

        Delikanlı, uzak akrabası olan kızı, sınırın öte yakasından, henüz “bu çizgi sınırdır, sakın burayı geçmeyin, geçerseniz eğer kaçakçısınız” demedikleri, o çizginin henüz çizilmediği yıllarda alıp getirmişti buralara. Kızla delikanlı evlendikleri gün görmüşler birbirlerinin yüzünü. Alıp bu serin yaylaya, bir yaz günü getirmiş delikanlı kızı. Hemen kaynaşmış kız yeni akrabalarıyla. Onlarla koyun sağmaya gitmiş, onlarla buzullardan kar getirip çay yapmış, onlar ne yapıyorsa o da aynısını yapmış. Kocası ise sürünün çobanıymış.

        Yaylanın en güzel kızıdır “nişîv” dedikleri “aşağıdan” getirilmiş gelin. Herkes hayran ona. Gülünce gamzelerindeki güller tomurcuk açıyor, küçük bir çayırlık gezdiriyor düğme gözlerinde. Ama siz de bilirsiniz ki, hiçbir güzel güzelliğini yeterli bulmaz! Hele birisine aşıksa, sevdiği karşısında kendini hep eksik görür. O da kocası karşısında bu duyguya kapılmış. Başka bir kız var yaylada, evlenmemiş henüz, onun da boyu servi, endamı nazlı, gülüşü şahaneymiş. İşte bu kadını kıskanmaya başlamış taze gelin. Kocası koyun sağma sırasında öyle sıcacık bakıyormuş ki ona, bunu ancak bir aşık yapabilir! Defalarca kocası “seninki kuruntudur” demiş ama anlatamamış derdini. “Ben senden başkasına nasıl sana baktığım gibi bakarım, deli miyim?” diyerek dil dökmüş ama nafile. Bir kere kurt düşmüş içine, haset illeti günden güne içini kemirmeye başlamış. Gün geçtikçe zayıflamaya başlamış. Yaz böyle bitmiş. Kurak rüzgarlar esmeye başlamış, daha sıcak vadiye inmenin zamanı, oba taşınma hazırlığı yapmış bir tek yeni gelinde hareket yok. Çoktan kararını vermiş, o buradan gitmeyecek, gitmeyip sevdiği kocasına bir ders verecek. O gün gelmiş, herkes denkleri katırlara yüklemiş, o ise hiçbir hazırlık yapmamış, her şeyi olduğu gibi bırakmış. Akşam kocası sürüyü “kotana” koyup gelince, “siz gidin ben burada kalacağım” demiş. Kocası ciddiye almamış onu. Yatmış, sabah kalkmış, hazırlıklara başlamış, kadında hareket yok. Adam bütün işleri tek başına yapmış, çadırı toplamış, katıra yüklemiş, geri kalan eşyayı da aynı şekilde, kafile yola çıkmış, gelin çadırın söküldüğü yere oturmuş. Sanki çadırı tutan direk gitmiş de onun yerine o gelmiş gibi. Öfkeli, mahzun, kararlı. Kafile yola çıkmış, bir saat kadar yol almış, adam o süre boyunca hep dönüp geriye bakmış, karısı yok, bu virajda değilse öbüründe bize yetişir diye düşünmüş ama nafile. Sonunda durmuş, gerisin geri dönmüş geldikleri yolu yürümüş, bir saat kadar yürüdükten sonra karısını oracıkta, bıraktığı yerde, aynı halde otururken bulmuş. Aynı yüz ifadesiyle, aynı boş bakışlarla, aynı kararlı ifadeyle. Tekrar dil dökmeye başlamış, “kalk akşam oluyor, biliyorsun kurtlar inecek birazdan buraya yiyecek aramaya, etme eyleme, benim senden başkasında gözüm yok, sevgilim, karıcığım, gözümüm nuru, içimin ışığı” demiş, demiş de demiş ama döktüğü hiçbir dil kadını put gibi kesildiği yerden kıpırdatamamış. En son çare onu tüfeğiyle korkutma yoluna başvurmuş. Tüfeği omzundan almış, namlusunu ona çevirmiş, “kalk gidelim, bak seni öldürürüm” derken, bir anda o ıssızlıkta, o iki kişilik koca evrende, o büyülü boşluğu delen, o sessizliğe son veren bir silah sesini duymuş. Birisi ona ateş ediyor sanmış, tam kafasını çevirecekken karısının oturduğu yere boş bir çuval gibi yığıldığını görmüş. Şakağından sızan incecik bir kan, geceler boyu seviştikleri çadırın kurulu olduğu toprak zemine sızmaya başlamış. Tüfeği atmış, sarsmış kadını, kadında can yok. Öyle bir çığlık koyuvermiş ki, karşıki tepede dizilmiş, ikisinin gitmesini bekleyen aç kurt sürüsü korkudan dağılmış.

        Derler ki, o gün o adam, her şeyden çok sevdiği, canından bir parça saydığı karısının mezarını oracıkta kazmaya başlamış elleriyle. Onu oraya gömmüş, iki gün yol yürüyerek bir karakola varmış, olup biten her şeyi jandarmaya anlatmış, “ben onu öldürdüm, beni çabuk içeri atın” demiş.

        İçeri atmışlar, sonra da Anadolu’nun çok uzak bir şehrine götürmüşler, onu bir daha da gören olmamış.

        *

        Hayır bu mezar ne bir meczubun ne de kocasını kıskanıp inadım inat diyerek kazara ölümüne sebep olmuş kadının, şimdilerde bile türkülere konu olmuş o kızın mezarıdır diyenler de var. Bunu diyenler bir efsane anlatırlar bize ki çok eski zamanlardan kalmadır. O efsane de şöyle.

        *

        İncecik, saz gibi kız o yıl basmıştı on dört yaşına. Göçer bir ailenin kızıydı. Yedi erkeğin bacısıydı. Annesinin her işinde yardım ediyordu ona. Mesela koyun sağma işi onundu. Yeni doğmuş, doğarken annesi ölmüş bir kuzuyu yanına alır bir gün, onu o kadar sever ki annesiz kalan kuzuyu bir an olsun yanından ayırmaz. Ona o kadar bağlanır ki, bir süre sonra kuzu onu annesi beller. Küçük yavrunun anne sütüne ihtiyacı var. Göğüsleri yeni olgunlaşmış kızın göğüslerine o sırada ilahi bir mucizeyle süt dolmuş. O da kuzuyu her gün kendi sütüyle beslemeye başlamış, emzirmiş. Kuzuyu emzirmek için sürünün içine ya süt sağıcısı kadınlardan önce ya da sonra gitmiş. Diğer sağıcıların içine kurt düşmüş, onu takip etmişler, kızın kuzuyu kendi sütüyle beslediğini görmüşler. Bu nasıl bir iştir? Evlenmemiş, bekâr bir kız nasıl bir kuzuyu emzirebilir? Olsa olsa bu kızın çobanla bir ilişkisi var, yoksa göğüslerine nasıl süt dolar? Söylenti yayılınca kardeşleri toplanmış. Kızın yedi ağabeyinin altısı, “kız kardeşimizi öldürelim, namusumuzu kurtaralım” demiş, bir tek en küçükleri karşı çıkmış bu karara, onun fikri kızı çobanla evlendirmektir ama diğer kardeşlerini ikna edememiş. Ertesi gün altı ağabeyi kız kardeşlerini almış, Mavi Gölün kenarına götürmüşler gizlice. Küçük kardeşi peşinden gözyaşı dökmüş ama ablasının ölümünü engelleyememiş. Orada altı kardeşin altısı da suça ortak olmak için, kız kardeşlerinin bedenine birer hançer saplamışlar. Bu işi sırayla yapmışlar. Cinayeti kendilerinden başka gören olmamış. Güzel kızın kanı, göl kenarındaki sazlığa doğru akmış. Cesedini getirip buraya gömmüşler. Derler ki mezarına uzun bir süre hiç kimse gitmemiş, emzirdiği kuzu hariç… O kuzu bulduğu her fırsatta mezara gitmiş, toprağı eşelemiş, onu oradan çıkarmak istemiş. Mezarı çevreleyen duvarı, kızın erkek kardeşleri kuzunun oraya gitmesini engellemek için ördüğünü söyler bazıları.

        *

        Bütün Hakkâri coğrafyasında anlatılan bu hikâyenin düğünlerde söylenen türküsü uzun mu uzundur. Kızın kanının döküldüğü yerde olup bitenlerin hikayesi ise büyük Rus şair Anna Ahmatova’nın “Trostnik” şiirinde çıktı karşıma.

        Ahmatova, Rusçada “kamış” anlamına gelen “Trostnik” şiirini eski bir doğu efsanesine dayandırır. Daha önce de yazdım; Ahmatova dünyanın en zalim diktatörlerinden birisinin zulmüne maruz kalmış bir şairdir. Yaşadığı onca zulüm altında, ölüm tehdidi karşısında savunmasız bir haldeyken yine de sanatını gizli de olsa icra eder, en feci şartlarda şiir denilen etkili sanat aracılığıyla o korkunç baskıları aşmaya çalışır. Onun şiirini yakından bilenler, “trostnik” yani “kamış” şiiri asla engellenemeyen sözünün en kuvvetli simgesel şiirlerinden birisi olarak görürler.

        Ahmatova o şiirinde, bir göl kenarında tek başına bitmiş bir kamıştan bahseder. Eski, çok eski bir doğu efsanesine göre, yedi erkeğin bacısı güzel bir kız, en küçük kardeşin muhalefetine rağmen, altı erkek kardeşi tarafından bir göl kenarında öldürülür. Kızın kanı göle doğru akarken, çok kısa süre zarfında öldürüldüğü yerde bir kamış fırlar. Küçük kardeşin evlendirilmesini istediği çoban, bir süre sonra cinayet mahalline gelir, kanın döküldüğü yerde bitmiş olan kamışı görür, onu keser, biçim verir, kamış hemen bir müzik aletine dönüşür, dudaklarına götürür, üflemeye başlar, bir ezgi çıkar kamıştan ki, çoban bile şaşırır. Sadece ezgi değil, ezgiyle birlikte bir cinayetin hikayesini söylemeye başlar kamış. Altı kardeşin masum kız kardeşlerine yaptıkları ihaneti, bir tek küçük kardeşin cinayete karşı çıkmasını anlatır hikaye…

        *

        Çocukluğumun geçtiği Han Yaylasına giderken bir mezar kalmıştı aklımda. Tek başına, bir insan iskeletine benzer kuru bir ağacın gölgesinde bir mezar, çepeçevre çaputlarla sarılı, yapayalnız… O mezar kimim mezarıydı sahiden?

        Tahta kaşık yapan meczubun mu; kıskançlık illetine yakalanıp kendini kocasına öldürten kadının mı; yoksa Ahmatova’nın şiirindeki çobanın üflediği kamıştan çıkan hikâyenin anlattığı altı erkek kardeşinin ihanetine uğrayan güzel kızın mı?

        Bilmiyorum!