Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İsveç’in kuzeyinde, başkente altı yüz kilometre uzaklıkta bulunan Östersund şehrinden başlayıp Hakkari’de soluklanan, oradan Van’a, Van’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Dalaman’a devam eden ve nihayet Datça’da sona eren çıktığım uzun seyahat sırasında fırsat buldukça Taberi’nin “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi” (MEB Yayınları) ile Alain de Botton’un “Seyahat Sanatı” (Sel Yayıncılık) kitaplarını okumaya çalıştım.

        Taberi’nin hikayeleri, Alain de Botton’un seyahatle edebiyatı iç içe geçiren anlatısı, yolculuk boyunca eşlik ettiler bana.

        Alain de Botton der ki;

        “Bir yere gitmeden önceki beklentilerimiz ve o yerden döndükten sonraki anılarımız müthiş bir saflık taşır; bir yer, en saf haliyle, beklentilerde ve anılarda var olur.”

        Beklentilerim belliydi, seyahat tam da beklediğim gibi geçti. Anılara gelince, bir yığın yeni anı biriktirdim, yetmedi yenilerin yanında geçmiş bir yığın anıyı tekrar canlandırarak, hemen hemen tümünü yeniden yaşadım. Birkaç yazıdır anlatıyorum onları zaten.

        *

        Taberi’nin kitabında okuduklarım getirdi aklıma. Aslında yeryüzünün ilk seyyahları Adem ile Havva’dır. Gökyüzünden yeryüzüne doğru bir seyahate çıkmışlar ama yolculuğun bir yerinde birbirlerinden ayrılmışlar. Adem Hint mülküne, Havva ise Cidde’ye inmiş Taberi’ye göre.

        Bir sürgündür Adem, yeryüzüne inmiş ilk sürgün hem de. Demek ki bizim yeryüzündeki ilk yolculuğumuzun başlangıç hikayesi bir sürgün hikayesidir.

        “Bu ağacın yemişini yeme” dedi Tanrı, Adem Tanrı’nın buyruğuna boyun eğdi, şeytan yılanın ağzına girdi, dişleri arasına saklandı, yılan kandırdı Havva’yı, Havva o yasak meyveyi yedi, “Ben yedim, bana bir şey olmadı, sen de ye” dedi Adem’e, Adem dediğini yaptı, meyveyi yer yemez ikisi bir anda gökyüzündeki cennetten, yeryüzüne doğru zahmetli bir yolculuğa çıkmak zorunda kaldı.

        *

        Taberi’ye Amr bin Ali söylemiş, ona ve arkadaşlarına İmran bin Uyeyne, onlara da Ata bin Sa’ib söylemiş, o, Sa’id Cübeyr yoluyla İbn Abbas’tan rivayet etmiş.

        Yüce Rabbimiz, Adem’i yere indirdiğinde, ona Hint toprağındaki Delina’yı uygun görmüş. Delina’nın günümüzde bir koku markası olması sebepsiz değil. Zira Adem yeryüzüne indiğinde üzerinde hâlâ cennetten getirdiği hoş kokular varmış, o kokular Hindistan’daki ağaçlara, bitkilere sirayet etmiş, yapışmış, o günden bugüne Hindistan hoş kokulu bir baharat diyarı olmuş çıkmış.

        Adem ile Havva’nın sürgün yolculuklarına İblis ile yılan da eşlik etmiş. Adem Hindistan’daki Buz dağına, Havva Cidde’ye, İblis Meysan’a, yılan ise İsfehan’a indirilmiş. Bir başka rivayete göre ise yılana sahrada, İblise ise Acem Körfezi sahilinde bir yer uygun görülmüş.

        *

        Adem’in indirildiği Buz dağı, dünyadaki dağların içinde tepesi göğe en yakın dağmış. Adem iki ayağı üzerine dağa indiğinde başı göğe değiyormuş. Bu yüzden meleklerin bütün hal ve hareketlerini görüyor, dua ve tesbihlerini işitiyor, bu yüzden de onlarla ülfet peyda ediyor, bu hal de meleklerde rahatsızlıklara sebep oluyormuş. Adem’den korkmuşlar, Tanrıya şikâyette bulunmuşlar. Şikâyet üzerine Tanrı Adem’i yeryüzüne doğru aşağı çekmiş, boyunu altmış arşına indirmiş. Bunun üzerine Âdem meleklerin dualarını, tesbihlerini işitmez olmuş, vahşileşmiş, gurbet hüznü kaplamış içini, kederlenmiş, bu kez şikâyet sırası Adem’e gelmiş, “Ey Rabbim, ben senin yurdunda senin komşundum, sen beni koruyordun, bana bol bol nimet bağışlıyordun, sevdiğim yerlerde geziniyor, istediğim yerde oturuyor, istediğim yerde uyuyordum. Ne istersem onu yiyor, onu içiyordum. Şimdi beni bu kutlu dağa indirdin, ben bu dağ başındayken meleklerin seslerini işitiyor, arşının etrafını tavaf ettiklerini görüyor, cennetin hoş kokularını soluyordum. Şimdi beni dağdan da yere indirdin, boyumu kısaltıp altmış arşın yaptın, bu yüzden şimdi ne meleklerin sesini duyuyor ne de ne de cennet kokuları geliyor burnuma” diye şikâyette bulunmuş. Tanrı, “Bütün bunlar işlediğin günahın sonucudur ya Adem” demiş ardından da “senin için gökten bir ev indirdim, o ev Mekke’dedir, git oraya yerleş” demiş. Hem yeni evine hem de Havva’ya kavuşmak için çıkmış yolculuğa Adem, bu insanın yeryüzünde çıktığı ilk seyahattir. Âdem, Hint diyarından Arabistan’a doğru taban tapmaya başlamış, dere tepe düz gitmiş, çöl aşmış, uzak diyarları arkasında bırakmış nihayet buluşmuş Havva’yla. Bir erkekle bir kadının yeryüzünde ilk “yakınlaşması” burada vuku bulduğu için buraya “Müzdelife” denmiş, buluştukları yere de “Arafat”, bir araya geldikleri yere de “Cemi” adı verilmiş.

        *

        Alain de Botton anlatır kitabında. Büyük Fransız şairi Charles Baudelaire, daha küçük yaşlardayken kendini evde rahatsız hissetmeye başlamış. Beş yaşındayken babasız kalmış, annesi başka bir herifle evlenmiş, o da bu yatılı okul senin şu yatılı okul benim diye onu gezdirmiş, disiplin cezaları altında büyüyüp yetişkin bir adam olunca kendini burjuva toplumuna ait hissetmemeye, hayatı boyunca iflah olmaz bir adam olarak görmeye başlamış.

        Seyahat fikri kemirmeye başlamış beynini, alıp başına buralardan gitme, “gündelik şeyleri” hatırlamadığı uzak bir kıta hayal etmeye başlamış. Havanın daha sıcak olduğu, “Düzen ve güzellik/ ihtişam, sükûnet ve şehvet”in egemen olduğu bir yer… Önceki yolculukları şimdi çıkmayı düşündüğü yolculuk gibi değildi, çıktığı bir seyahatten “elde var hüzünle” dönmüştü çünkü. Şimdi gitmek istediği yer, insanoğlunun ilk macerasının başladığı, Adem’in ilk seyahate çıktı yer olan Hindistan’dı. Bir gemiye binmiş, yolculuğunun üçüncü ayında gemisi bir fırtınaya yakalanmış, tamir için Mauritius limanına yanaşmış. Muhteşem bir adadır burası, tam da şairin hayal ettiği bir yer ama bu muhteşem ada, bir kâbus gibi üzerine çökmüş olan sıkıntılarına çare olmamış. Bu cennet gibi yer sıkıntılarına dindirmediğine göre Hindistan hiç döndürmez diye düşünmeye başlamış. Ne yapıp edecek bir an önce Fransa’ya dönecek.

        Bu seyahat, şairi yolculuk fikrinden uzaklaştırmış bir süre. O günden itibaren seyahate çıkanlara hep alaycı bir dille yaklaşmış. Meşhur “Yolculuk” şiirinde şunları yazmış:

        “Orda yıldızlar gördük

        Ve dalgalar, kumlar gördük,

        Ve onca krize ve umulmadık felakete rağmen,

        Burada sıkıldığımız kadar sıkıldık”

        Buna rağmen seyahat etme fikri şairin gönlünün bir köşesinde yerini hep muhafaza etmiş. Bu tutkudan kolay kolay kurtulamaz, bunu biliyormuş. Başarısız Hindistan seyahatinden dönükten kısa bir sonra başka bir yere gitme isteği içinde depreşmiş. “Hayat bir hastanedir, hastalar sürekli yattıkları yeri değiştirme saplantısı içindedir. Bir hasta, kaloriferin yanında acı çekerse cam kenarına geçince her şeyin daha iyi olacağını düşünür” diye yazmış defterine. (Şairin bu sözlerini buraya yazarken İtalyan edebiyatının büyük gerçeküstücü yazarlarından Dino Buzzati’nin bir hikayesine gitti aklım. Bir hastane odasında iki hasta var, ikisi de yatalak, oksijen tüpüne bağlı olanın yatağı pencere önünde, öteki duvar dibinde. Her sabah uyanınca, pencere önünde olanı dışarı bakar ve oda arkadaşına dışarda olup bitenleri anlatır, “işte bir çocuk çıktı evden, sırtında çantası okula gidiyor, bakkal dükkânı açtı, gazeteci gazete dağıtmaya başladı, manav kasaları çekiyor kapı önüne” gibi gündelik hayatın o şirin anlarını oda arkadaşına bir bir anlatıp durur. Duvar dibindeki arkadaşı, onun yerine geçmek için, bir gece arkadaşı uyurken oksijen tüpüne uzanır, vanayı kapatır, arkadaşı ölür, sabah onu alıp götürürler, duvar dibindekini de onun yatağına geçirirler, o da keyifle pencereden dışarı bakar, pencereden ziftle sıvanmış kara bir duvardan başka bir şey yoktur.) Ancak Baudelaire de kendini bu hastalardan birisi olarak görür. “İnsan nerede değilse orada daha iyi olacağını düşünür” gibi şeyler yazar. Paris dışında, “daha iyi olacağını” düşündüğü Avrupa’nın diğer şehirlerine, hatta Kuzey Kutbuna bile gitmeyi aklına koyar ve şu mısraları yazar:

        “Neresi olursa olsun!

        Yeter ki bu dünyanın dışında bir yer olsun!”

        Baudelaire göre seyahat tutkusu, şairlerin en “soylu arayışı”ydı. Ev onlara dar geliyor, başka mekanları arıyor, başka diyarları merak ediyor, duyguları oradan oraya zıplayıp duruyor. Baudelaire de kısacık hayatı boyunca kendi evini değil, seyahat mekanlarını evi bildi. Ne zaman dünya gözüne “tek düze ve küçük görünse” alıp başını gitti. Bir seyahat mekânında; bir tren istasyonu olsun, bir liman olsun, oradan bize seslendi:

        “Ey vapur!

        Beni de götür yanında!

        Ey gemi!

        Çal beni buradan!

        Uzaklara, çok uzaklara götür!

        Burada çamura dönüyor bütün gözyaşları!”

        Limanlarda gemileri seyretti, “O güzelim kocaman gemiler; durgun suların üzerinde nasıl dengede durduğuna akıl sır erdiremediğimiz, bir kuşun havada süzülüşü gibi narin narin suda süzülen makineler… her türlü zorluğa dayanan, hülyalı, başına buyruk gemiler. Bize sessiz bir dille fısıldamıyorlar mı sanırsınız: Ne zaman gelecek mutluluğa demir atma vakti?” Bakakaldı o gemilerin arkasında tıpkı ona hayran bizden bir şairin, Orhan Veli’nin “Ayrılış” şiirinde yazdığı gibi:

        “Bakakalırım giden geminin ardından;

        Atamam kendimi denize, dünya güzel;

        Serde erkeklik var, ağlayamam.”

        *

        Alberto Manguel “Efsanevi Yaratıklar” (YKY) adlı deneme kitabında James Joyce’un “Ulysses” romanın kaynağını, meşhur “Gezgin Yahudi” efsanesinden aldığını yazar. Sadece Joyce mu, Eugéne Sue, Par Lagerkvist, Mark Twain ve Jorge Luis Borges gibi dünya edebiyatının birçok büyük yazarı, aynı hikayeden ilham alarak birbirinden önemli eserler yazmışlar.

        *

        Onca büyük yazarı etkilemiş olan “Gezgin Yahudi” hikâyesi şöyle:

        İsa yorgundur, İsa yaralıdır, inliyor içten içe... Bedeninin her yerine durmadan kamçılar inip kalkıyor. Sırtında tahtadan çarmıh var. Yara beri içindedir. Romalı askerler merhametsiz, yoluna çıkan herkes yuhalıyor onu. İsa bu halde acılı Via Dolorosa boyunca ilerliyor. Dili damağı kurumuş, bir yudum su, Allah rızası için bir yudum su! Aniden yoluna bir pınar çıkar. Durup pınardan bir avuç su içmek ister. Avuçlarını suya daldırmadan yaşlı bir Yahudi hızlıca yaklaşır, onu arkadan itekler, suyu dudaklarına götürmesine engel olur. “Durma, yürü” diye çıkışır. İsa durur, yüzüne bakar yaşlı Yahudi’nin, “Ben gidiyorum. Ama sen, ben dönünceye kadar başıboş dolaşmaya devam edeceksin,” der. Başka da bir şey söylemeden, öyle susuz, öyle çaresiz çarmıha gerilecek Golgota Dağı’na doğru yürümeye devam eder.

        *

        İşte asri zamanlarda James Joyce’a, Jorge Luis Borges’e ve daha birçok büyük yaratıcıya da ilham kaynağı olan “Gezgin Yahudi” hakkındaki Ortaçağ efsanesi böyle doğar.

        Yahudi’nin o sırada işlediği büyük günah; Tanrının oğlunu gücendirmekti. Bu günahın kefareti ise, “zamanın sonuna kadar başıboş dolaşıp durmak”tır. Ve biliyoruz ki, İsa ancak Kıyamet Günü geri dönecektir!

        Aslında İncil’de yer almayan ve çokça “Yahudi düşmanlığı” barındıran bu efsaneye göre Yahudiler bu yüzden Kıyamet’e kadar yerleşip bir hayata geçemeyecek, dünya durdukça hep bir gezgin gibi, oradan oraya, birer turist gibi dünya kazan onlar kepçe dolaşıp duracaklar.

        Ama bundan başka, bu hikâyede anlatılan en önemli şey, seyahati “bir ceza yöntemi” olarak tarif etmesi; bir beddua olarak konumlandırmasıdır.

        *

        “Gezgin Yahudi” efsanesinin yanında, en az onun kadar meşhur eski zamanlardan bugüne kalan efsanelerden birisi de “Uçan Hollandalı” efsanesidir. Eski bir denizci efsanesidir. Ümit Burnunu geçmek isteyip de başaramayan, bu yüzden de kayalıklara çarpıp parçalanan, o günden itibaren fırtınalı günlerde o gemiyi birçok kişinin gördüğüne inanılan efsane. Bir yorumu göre ise kaptan şeytanla kumar oynayıp kaybetmiş. O yüzden sonsuza kadar gemisinde tek başına denizlerde gezinmeye mahkûm olmuştur.

        Meşhur “Define Adası”nın yazarı Robert Louis Stevenson, efsaneye gönderme yaparak, “Umutla gezmek, bir yere varmaktan daha iyidir,” der.

        Ona göre ne “Gezgin Yahudi”nin, ne de “Uçan Hollandalı”nın sonsuza kadar diyar diyar gezmelerini “ceza olarak” telakki etmek doğrudur. Seyahat bir ceza değil, tam tersine bir eğitim faaliyetidir.

        Seyahatin bize öğrettiği en önemli şey, dünyanın ne kadar adaletsiz bir yer olduğunu bize göstermesidir.

        Bugün, Doğunun çeşitli memleketlerinden kaçak yollarla memleketimize getirilen, buradan Avrupa’nın sınır kapılarını zorlayan, Akdeniz’de, Ege’de, Van Gölü’nde boğulan, cesetleri kıyıya vuran, çoğu balıklara yem olan, Kuzey Fransa’da, Güney İtalya’da kafileler halinde daha adil bir hayatın peşinden topluca yok olan göçmenlerin çıktığı yolculuğu seyahat kavramı içinde telakki etmek mümkün mü dersiniz?

        *

        Bu yazıyı, haritanın en ucunda, karanın sivri bir nesne gibi denizi yırttığı yerde, Datça’da; karşımda duran Yunan adası Simi’ye bakarak yazıyorum. Baudelaire’in sesi kulaklarımda:

        “Söyle bakalım en çok kimi seversin, seni esrarengiz adam?

        Anneni mi, babanı mı, kardeşlerini mi?

        Ne annem var benim ne babam ne kardeşlerim.

        Peki ya arkadaşların?

        O kelimeyi hayatımda duymadım.

        Peki ya ülken?

        Orası neresidir? Bilmem.”

        Ama ben biliyorum ülkemi, yirmi günden beri gezdiğim yerlerdir benim memleketim.