Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Flaubert ile Turgenyev'in ölümü

        Dünya edebiyatında Turgenyev ile Flaubert’in dostluğu bizden Akif ile Neyzen’in, Cahit Sıtkı ile Ziya Osman’ın dostluklarına benziyor biraz; çıkarsız, teklifsiz, saf bir dostluk; birinin ayağına taş değse öbürünün canı yanacak cinsinden.

        Biri Rus, öteki Fransız’dır. Ayrı coğrafyaların, ayrı iklimlerin çocuklarıdır. Kültürleri birbirine uzaktır. Biri serfleri olan aristokrat bir ailede gelmiş dünyaya, öteki basit, sıradan bir doktorun oğludur. Biri modern romanın kurucu babalarından, öteki yazdığı bir romanla Rusya’da serfliğin sonunu getirecek kadar etkili bir yazardır.

        Edebiyat tanrısı ikisini Paris’te buluşturdu.

        *

        Flaubert “doğma büyüme” Parisliydi ancak Turgenyev, “La Garcia” lakabıyla tanınan, bir İspanyol çingenesi, kendisinden yirmi yaş büyük bir kocayla evli, oldukça çirkin ama çekici, yetenekli, güçlü bir karaktere sahip bir şarkıcı olan Pauline Viardot’un peşinde, bir ilah gibi sevildiği ülkesi Rusya’yı terk edip Avrupa’yı mesken tutmuştu. Şarkıcı ile kocasının evinde yaşıyordu, onlar nereye o da onlarla oraya gidiyordu. Bu aşk öylesine yakıcı bir aşktı ki kadın için librettolar yazar, kadın besteler ve yorumlar, bununla da kalmaz, Osmanlı sultanı kılığına girerek onun sahnesinde rol alır, aile eğlencelerinde çevresinde cariyeleriyle yerlerde sürünür, ayak işlerine bakar, çocuklarının bakıcısı, finansörü, destekçisi, danışmanı, sanatsal ruh ikizi, kısacası dostlarının deyimiyle onun “kölesi”ydi. Turgenyev nerede olursa olsun, gece erken yatan Pauline’e “iyi geceler” dilemek için oradan saat dokuz buçukta mutlaka kalkar eve giderdi. (Ruslar, yaşadığı sürece Pauline’e düşmanlık besledi, onlara göre bu “kötü kadın”, Rusya’yı büyük bir yazardan mahrum bırakmış, habis oyunlarıyla onu Avrupa’da tutmuş, ondaki “Rus ruhunu” söküp çıkarmış, yozlaşmasına sebep olmuştu.) Onun bu halini gören dostu Tolstoy, “Turgenyev acınası halde. Böyle bir aşka düşeceğini sanmazdım” diye yazar bir mektubunda. Flaubert de “insanın kendisini bu ölçüde küçük düşürebildiğine” hayret eden dostlarının başında gelirdi. Bu yüzden arkadaşına biraz da “iktidarsızlığına” vurgu yapmak için “yumuşak armut” (poire molle) lakabını takmıştı.

        Turgenyev, gut hastasıydı; üstelik yıllar önce kaptığı zührevi bir hastalıktan dolayı mesane sancıları çekiyordu. Flaubert ise saradan mustarip ve kanında hayatı boyunca kaptığı bir sürü zührevi hastalığın mikropları dolaşıyordu.

        *

        Flaubert yorulmak bilmeden çalışıyor, ama ortaya çok az ürün çıkarıyordu. Çünkü yazdığı şeyde mükemmelliği takıntı haline getirmişti. Yazarken “doğru kelimeyi” bulmak için bazen günlerce uğraşıyor, o kelimeyi bulacağım diye bazen üç gün boyunca kıvranıp duruyordu. Saplandığı bu mükemmeliyetçilik onu her şeyden mahrum bırakmış ne aşka ne de dünyevi başka bir faaliyetlere zaman bulabiliyordu. Zaman içinde bir sürü zührevi hastalık da kapmış, geçirdiği frengi saçlarının tamamen dökülmesine sebep olmuştu.

        Onun için esas olan nesri resme yaklaştırmaktı. Hedefi, “şeyleri gözle görülür kılmak”, gerçek nesneleri okur için elle tutulur hale getirmekti. Bu yüzden kitaplarına resim konulmasına şiddetle karşı çıktı. Okurlara yazıyla resim çizmek onun göreviydi. Bundandır, nesrinde her şey capcanlıdır. Roman kahramanı Emma Bovary, her şeyiyle kıyafetleri, parfümü, taktığı aksesuarları, fizyonomisinin bütün ayrıntılarıyla, tırnaklarının beyazlığıyla, çıplak sırtındaki ter boncuklarıyla, ayağının düzgün hatlarıyla onun eseridir. O zamana kadar Fransa’da böyle kadınlar yaşamıyor, daha sonra gerçek hayatta birçok Fransız kadının yazarın hayali karakterini taklit ettiğini söyler kültür tarihçileri.

        Yazıda mükemmeli arama uğraşı onu münzevi bir adam haline getirmişti. Bir seferinde, “Bütün haftayı bir insanla tek kelime konuşmadan geçiriyorum; yegâne arkadaşlarım tavan arasındaki sıçanlardır” diye yazmıştı bir arkadaşına.

        Basılan ilk romanı “Madam Bovary” ona büyük bir şöhret getirdi. Fransız burjuvazisinin ipliğini bu romanla pazara çıkardı. Hayattan sıkılmış orta sınıf ev kadını Emma Bovary’i intihara götüren dramını anlatırken derdi “nefret ettiği” burjuvaziyle hesaplaşmaktı. Ona göre “burjuvaziye karşı nefret duymak faziletin başlangıcı”ydı.

        Kitabı müstehcen bulundu, saldırıya uğradı. Savcılara göre Emma’nın “zinası” toplum ahlakına saldırıydı. Flaubert, “kötü huyları göstererek” aslında “fazileti yüceltiyorum” diye kendini savundu. Duruşması halka açık yapıldı. Yazar bir tam gün boyunca mahkemede kendini savundu. Sonunda beraat etti, kopan fırtınayla birlikte Madam Bovary bir anda en çok satan kitap oldu. Flaubert olup bitenlerden memnundu, “Bir adamın değerini sahip olduğu düşmanların sayısına bakarak; bir sanat eserinin önemini ise sebep olduğu zararın ne kadar konuşulduğuna bakarak anlarsınız,” diye yazdı.

        Yakın dostları son yıllarında peş peşe ölünce, Turgenyev’e, “Dünyada artık konuşabileceğim tek kişi kaldı ve o da sensin. Kendine iyi bakmalısın ki başkalarıyla birlikte senin özlemini de çekmeyeyim” diye yazdı.

        *

        Hayatının son yıllarında yazarın edebi kazancı gittikçe azalmaya başladı. Edebiyat çevreleriyle çok iyi ilişkiler kurmuş olan can dostu Turgenyev, onun için Fransa’da pek bir şey yapmasa da, onun ülke dışında tanınması için kolları sıvadı. Menajeri gibi çalıştı, uluslararası temsilcisi rolünü fiilen üstlendi. Fransızların pek kadir kıymetini bilmedikleri böylesine muazzam bir yazarı dünya mutlaka bilmeliydi! Önce Rusya’da, sonra Almanya ve daha sonra da bütün kara Avrupa’sında onun için yayıncılar buldu, kontratlar imzalattı, çevirilerini denetledi, eserlerini dünyanın neresinde olursa olsun, kıymet bilen dostlarına gönderdi. Bazı kitaplarını da bizzat kendisi Rusçaya çevirdi. Rus yayıncılar yayınlamakta tereddüt edince, onlara yayınlama karşılığında kendi kitaplarını verme sözünü verdi.

        *

        Flaubert ile Turgenyev, Tolstoy’u ne kadar seviyorlarsa, Victor Hugo’dan o kadar haz etmiyorlardı. “Hugo kültüne” ikisi de kızgınlık besliyordu. Her buluşmada onun “çalımlı havasıyla” alay ediyorlardı. Turgenyev, bulabildiği her fırsatta Hugo’yla aralarında geçen şu anekdotu anlattıp duruyordu:

        “Bir keresinde onun evinde Alman şiiri üzerine sohbet ediyorduk. O varken başkasının konuşmasından pek haz etmeyen Hugo, bir anda sözümü keserek bana Goethe’yi anlatmaya başladı.

        ‘En güzel eseri’ dedi haşmetli bir ses tonuyla, ‘Wallenstein’dir.’

        ‘Bağışlayın beni aziz üstat’ diye araya girdim, Wallenstein Goethe’nin değil, Schiller’in eseridir.’

        Hugo bana şu cevabı verdi:

        ‘Önemi yok. Ne Goethe’yi ne Schiller’i okumuşluğum var, eserleri ezbere bilenlerden daha iyi tanırım onları ama.”

        Turgenyev’in Hugo’ya dair anlatmaktan hoşlandığı başka bir olay da Hugo’nun evinde toplanmış bir grup zevatın, Paris’te üstadın adının verilmesi gereken sokak üzerine konuşmalarıdır. Hangi sokağı önerseler “o sokak üstada küçük gelir” denir. Hangi sokakla onu onurlandıralım derken içlerinden birisi, “En iyisi bütün Paris’e Hugo adını verelim” der. Hugo bunun üzerine derin düşüncelere dalar ve sonunda öneri sahibine, “O gün de gelecek cancağızım, o gün de gelecek” der.

        *

        Ölümü yaklaştıkça Flaubert’in edebi kaynakları gittikçe kurumaya başladı. Dönemin Fransız toplumundan, gelişmekte olan modern demiryolu ve ticaret dünyasından, burjuvaziden, onun “görgüsüz” değerlerinden, halkın “ahmaklığından” ve “yerin altından yükselen barbarlık”tan, her şeyden iğreniyordu. Kendini izole ediyor ama pislik gelip onu çevreleyen duvara dalga dalga çarpıyordu yine de. Geçim sıkıntısı içindeydi, dostu Turgenyev’in ona rahat bir hayat sağlamak için gösterdiği çaba da yetmiyordu. Turgenyev, ortak arkadaşları Zola’ya yazdığı bir mektupta, “Kaderin bu dünyada eserleriyle geçimini sağlamaya en yatkın adama darbe indirecek kadar iğrenç bir acımasızlığı var,” dedi.

        8 Mayıs 1880 günü, “Madam Bovary”nin yazarı Gustave Flaubert, geçirdiği bir sara nöbetiyle yere yığılıp bir daha kalkmayınca Fransızlar; “yaşarken büyük adam sayılmış hiç kimse yoktur, onları bu konuma getiren sonraki kuşaklardır,” sözünü söylemiş olan ne kadar “kıymetli bir şahsiyeti” yitirdiklerinin farkında değillerdi.

        Flaubert’in cenaze töreni, ölümünden üç gün sonra Paris’e yüz kilometre uzakta bulunan ve şu anda müze evinin de bulunduğu Croisset’de yapıldı. Köy kilisesinde düzenlenen baştan savma bir ayinle cenaze alelacele birkaç kilometrelik bir yolculukla Rouen Anıt Mezarlığı’na götürüldü. Küçük bir grup getirmişti tabutu mezarlığa. (Orlando Figes’in kitabında bunları okuyunca aklıma, Sâlah Birsel’den okuduğum; bizde ilk özel gazete olan “Tercüman-ı Ahval” gazetesini çıkarmış, Batılı anlamda ilk tiyatro eseri olan “Şair Evlenmesi”ni yazmış, Fransızcadan ilk edebi çevirileri yapmış olan ve daha bir yığın yeniliğin öncüsü Şinasi’nin 13 Eylül 1871’de yapılan cenaze töreni geldi, törende sadece on bir kişi varmış. Ebüzziya Tevfik’ten başka geride kalan on kişi; dört belediye çavuşu, Cihangir Sorma Gir Sokağından mahalle arkadaşı yorgancı Raşit Ağa, teyzesinin damadı Şakir Bey, Tasviri Efkâr başmürettibi Rıza ile kardeşi Rıfat, Hoca Kâmil ve Tophane Müftüsü Bekir Efendi…) Flaubert gömülürken, yakın arkadaşları Zola, Goncourt, Daudet, Maupassant, Théodore de Banville, Huysmans vardı mezarlıkta, o sırada gözler Victor Hugo ile Alexandr Dumas’yı aradı, ikisi de yoktu.

        Turgenyev ise ölüm haberini Rusya’dayken aldı. (Büyük bir ihtimalle cenaze törenini daha önce anlattığım Victor Hugo, kibrinden katılmamıştır cenazeye. Bizde Orhan Veli öldüğünde Yahya Kemal cenazeye gitmemiş mesela. Cahit Tanyol’un aktardığına göre Yahya Kemal “Şimdi benim bu cenazeye gitmemi istismar ederler, sömürürler. Belki de gazeteler Yahya Kemal de cenazede vardı diye yazarlar. Ve bu onların şiir anlayışları için reklam olabilir,” gerekçesiyle katılmamıştı.) Flaubert’in cenaze törenine katılanların sayısı yüz kadardı. Zola, “Açıklanamaz, bağışlanamaz görünen şey Rouen’in, bütün Rouen’in en meşhur evladının kaldırılan naaşının ardından yürümemesidir. Rouen halkının ticaretle uğraştığı ve edebiyatı pek ciddiye almadığı söylenebilir. Ama bu büyük kentte öğretmenler, avukatlar, doktorlar, yani kitap okuyan, en azından Madam Bovary’yi duymuş olan bir kesim olsa gerek” diye yazar ardından yazdığı yazıda.

        *

        Büyük yazarın defin sahnesiyse, tıpkı romanında anlattığı bir sahneye benzer. Mezar kazıcıları kısa bir çukur kazmışlardı. Flaubert 1.81 metre boyunda uzun bir adamdı, haliyle uzun tabutu o kısa çukura girmedi. Aşağıya indirilen tabut eğik bir konumda sıkışınca, ayaklar başın yukarısında kaldı, yapılacak bir şey yoktu, orada bulunanlar son vecibeyi bu şekilde yerine getirdiler.

        Ölüm haberini alan can dostu Turgenyev apar topar Rusya’dan döndü, yazarın bir heykelinin dikilmesi için arkadaşlarından oluşan bir komite kurdu. Victor Hugo, geçmişte onu kıyasıya eleştirmiş olan Zola komitede var diye, girişime destek vermedi. Heykelin açılışı ölümünden on sene sonra nihayet küçük bir katılımla yapıldı. Açılışta Goncourt yaptığı konuşmada “yaşarken dışlanmış, aşağılanmış, manevi çarmıha gerilmiş” olan bu büyük yazarın “yazdıkları yaşarken belki ona rahat bir hayat sağlamadı ama ölümünden sonra ona şan kazandıracak kitapları orada duruyor” dedi.

        Flaubert hak ettiği takdiri görmek için daha uzun yıllar beklemek zorunda kaldı. Fransız devleti, ancak ölümünün yüzüncü yılında onu hatırladı. 1981 yılında Luxemburg Bahçeleri’nde nihayet bir heykelini dikti.

        *

        1870’lerden itibaren Turgenyev’in sağlığı iyice bozuldu. Allah’ın verdiği bütün hastalıklar sanki üzerine üşüşmüştü. Gut, romatizma sancıları çekiyor, mesanesi, midesi ve karaciğeri nefes aldırmıyordu. Hastalıklar onu fena halde yaşlandırmıştı. Flaubert’in ölümünde iki sene sonra, 1882’de hastalığı iyice ağırlaştı. Omurgasında kanser baş göstermiş, gutu koltuk değneksiz yürümesine engeldi. Yatağa bağlandı ve günlerce süren kâbuslar dönemi başladı. Vasiyetnamesini yazdı, her şeyini aşık olduğu Pauline ile kocasına bıraktı.

        Beklenen son 3 Eylül 1883 günü geldi; Turgenyev Paris’e yakın Bougival kasabasında o gün öldü. Rusya’ya gömülmek istediğini vasiyet etmişti. Dileği Puşkin’in ayakları dibinde yatmaktı ama kendini bu şerefe layık görmediğinden dostu Belinski’nin yanına gömülebilirdi. Naaşın Rusya’ya götürülmesinin önüne bir yığın engel çıktı, bürokratik işlemler tamamlanıncaya kadar Turgenyev’in naaşı tam bir ay Paris’tek Rus kilisesinin bodrumunda kaldı.

        Turgenyev’in ölümü, hayatı boyunca yakıcı bir aşkla bağlı kaldığı kadın olan Pauline için tam anlamıyla bir yıkım oldu. Kocasını ve Turgenyev’i aynı ay içinde kaybetmişti. Pauline, cenazeyle birlikte Rusya’ya gitmedi, onun yerine kızı Claudie kocasıyla birlikte cenazeye katıldı. Belki de Pauline cenazeye gitmemeyi, Turgenyev’in birkaç sene önce yazdığı “Ben Göçtüğümde” şiirindeki tavsiyesine uymuştu. O şiir şöyleydi:

        “Ben göçtüğümde, bir zamanlar beni oluşturan her şey toza karıştığında, ah sen, biricik dostum sen, o kadar derinden ve yumuşakça sevdiğim sen, hiç kuşkusuz benden uzun yaşayacak olan sen sakın gelmeye mezarıma. (…) Orada yapacağın hiçbir şey olmayacak.”

        *

        Renan’ın deyimiyle “Ülkesinin ahlaki vicdanı, aynı zamanda bir Avrupa vatandaşı olan” yazarın cenazesi, Rusya’ya gitmek üzere 3 Ekim’de Paris’te bir yolcu treniyle çıktı yola. Bir vagon ona ayrılmıştı. Döşemesine çiçekler serpiştirilmiş, iç duvarlarını birçok çelenk süslemişti. Tren Avrupa’da hangi istasyondan geçtiyse, kalabalıklar ona saygı duruşunda bulundu. En büyük kalabalık Berlin istasyonundaydı, zira yazar Avrupa’ya burada ayak basmıştı. Tren Rusya sınırındaki son durağa 6 Ekim sabahı vardı. Memlekete dönen evlatlarını karşılamak üzere büyük bir kalabalık rüzgâr ve yağmura rağmen bütün gece onu beklemişti. Tren Rusya’ya girdikten sonra her istasyonda kalabalık daha da büyüdü, küçük istasyonlar bu muazzam kalabalıkları kaldırmakta güçlük çekti, izdihamdan çoğu insan raylara düşmekten zor kurtuldu. Tren St. Petersburg’a tam zamanında vardı. Resmi makamlar olabilecek taşkınlıkların önüne geçmek için yoğun tedbirler almışlardı. Halk platformdan çıkartılmış, sadece rahiplere ve küçük bir resmi karşılama heyetine izin verilmişti. Sade bir ayinden sonra, ahşap tabut istasyondan çıkartıldı, beyaz ve altın sarısı bezlerle sarılmış bir cenaze arabasına kondu. Tabut çelenklerle örtülüydü, gümüş haçların yanında yazarın bir portresi göze çarpıyordu. Cenaze arabası mezarlığa doğru harekete geçti. Onun arkasından edebiyat, tiyatro, sanat ve akademi dünyasından, serbest mesleklerden, resmi kurum ve kuruluşlardan oluşan 178 heyet takip etmeye başladı. Hepsinin elinde çelenkler ve yazarın portrelerini taşıyorlardı. Onların arkasında uzun bir rahip ile keşiş kuyruğu vardı. Cenaze şehrin içinden geçti; Volkova Mezarlığı’na ulaşması tam üç saati aldı. Her yer polis kaynıyordu, şehir ahalisinden yaklaşık 400 bin kişilik bir kalabalık caddelerin iki yanına sırlanmıştı. Cenaze arabasının arkasından yürüyen Claudie, cenaze için Rusya’ya gelememiş olan annesi, Turgenyev’in ölünceye kadar aşkını içinde hep taze tuttuğu Pauline’e şunları yazdı:

        “Cenaze arabasının dört köşesinde George ve üç muhterem yaşlı beyefendi yürüdü. Ben görkemli Les Frénes çelengini taşıyan dört delikanlıyla birlikte dosdoğru arabanın arkasındaydım. Peşimizden edebiyat grupları, heyetler, komite üyeleri, kiliseye giriş izni belgelerini ellerinde tutan kişiler geliyor, onları da rengârenk bir insan kuyruğu takip ediyordu. Atlı polisler ve silahlı Kazak süvariler alayla birlikte ilerliyordu. İstasyondan kiliseye kadar caddelerin iki yanında, balkonlarda, pencerelerde, çatılarda birikmiş kalabalığın büyüklüğü anlatılamayacak boyuttaydı; naaş geçerken birkaç yüz bin Rus başı eğik haç çıkardı. Görüntüsü sahiden muhteşemdi.”

        Mezarlıkta yapılan ayine sınırlı sayıda insanın katılmasına izin verildi. Her yerde polis vardı ama ayin vakar içinde devam etti. Kilisede yüksek sesle şiirler okundu. Defin işlemini Claudie, Paulile’e yazdığı mektupta şöyle anlattı:

        “Tabut mezarın dibindeki bir çiçek tarhına yumuşakça indirildi. Mezarın etrafında sunularıyla birlikte çok sayıda heyet saygı duruşunda bulundu, bir öğrenci korosu ilahiler okudu, ardından son bir dua için rahipler geldi ve üç kısa methiye konuşması yapıldı. Oradaki bir kişi bize kurtarıcılarıyla vedalaşmaya gelmiş bir grup Spasskoye köylüsünü gösterdi.”

        Kırk hektarlık bir alanda kurulmuş olan Spasskoye Malikânesi, zalim annesi öldükten sonra Turgenyev’e kalmış, Turgenyev de orada çalışan onlarca serfi azat etmişti.

        *

        Fransızlar, bugün modern romanın kurucu babalarından birisi olarak kabul edilen Gustave Flaubert ölünce, sıradan bir cenaze töreniyle ona ne kadar büyük bir vefasızlık gösterdilerse; Ruslar, yazdığı “Avcının Notları” romanıyla memleketlerinden serfliğin kaldırılmasına vesile olan İvan Turgenyev için düzenledikleri o görkemli cenaze töreniyle onu adeta göklere çıkararak onurlandırdılar.

        (Bu yazıdaki bilgilerin önemli bir kısmını Orlando Figes’in “Avrupalılar”—YKY- kitabından derledim.)