Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair

        “Bin Bir Gece Masalları”nın 1704 yılında, “doğuştan romancı” addedilen, seyyah, antika meraklısı, eski el yazması kitap avcısı Antoine Gallan tarafından Fransızcaya çevrilmesiyle birlikte Batılı edebiyatçılar Doğu’yu merak etmeye başladı.

        Öncesinde de vardı Batılı yazarlarda Doğuya karşı bir merak ama Batıda edebi akımların başlamasına Doğunun temel anlatılarından birisi olan “Bin Bir Gece Masalları” öncülük etti.

        “Bin Bir Gece Masalları” Batıyı, İncil’den sonra en çok etkileyen kitap olarak edebiyat tarihine geçti.

        Bu kitap Fransızcadan sonra Batının belli başlı dillerinde hızla yaygınlaşırken, Batılı yazarlar Doğu’yu daha çok merak etti.

        O gün bugün Batı Doğu’yu merak eder, Doğu Batı’ya öykünür.

        *

        “Bin Bir Gece Masalları” büyülü bir masal ülkesini anlattı onlara, onlar da akın akın bu masal diyarını görmek için yola çıktı. Ama heyhat, karşılaştıkları Doğu hiç de bekledikleri masal ülkesi değildi. Haraptı, sefalet diz boyuydu. Ne altından saraylar ne çeşmelerinde akan şerbetler ne de sokaklarında dört kol çengi rakkaseler vardı.

        Daha fazlasını merak etmeden gördükleriyle yetinip memleketlerine kös kös döndüler.

        İçlerinden Doğu’nun irfanından, yüksek şiir sanatından, tasavvuf geleneğinden ilk etkilenen Goethe oldu. Hafız’ı merak etti, sonra da onu ruh ikizi sayıp, Batı’dan Doğu’ya seslenen veya Doğuyu bilmeyen Batıya seslenen “Batı-Doğu Divanı”nın yazdı.

        Batı edebiyatında bir önceki kuşaktan bazılarını saymazsak, asri büyük yazarlar içinde tıpkı Goethe’nin Hafız’dan etkilenmesi gibi, “Binbir Gece Masalları”ndan etkilenen Gabriel Garcia Marquez yeni bir edebi akımın, “Büyülü gerçekçiliğin” doğmasına öncülük etti. Hakeza Borges “Binbir gecenin zamanı sonsuzdur ve kendi yolunda ilerliyor” dedi; çağımızın en kayda değer yazarlarından birisi olan Umberto Eco ise “Baudolino” romanını bu masallar üzerine kurdu.

        *

        Edebi anlatı geleneği içe geçmiş kutulara benzer. Her kutunun içinden başka bir kutu çıkar. Her kutu ayrı bir sürpriz barındırır ama.

        “Hafız’ın Divanı”ndan Goethe’nin “Batı-Doğu Divanı”, Goethe’nin “Divanı”ndan da İsveçli şair Gunnar Ekelöf’ün “Emgion Prensi İçin Divan” kitabı çıktı.

        Goethe Hafız’dan etkilendi, Ekelöf Goethe’den… Öyle ki Ekelöf memleketinden ayrıldı geldi Anadolu’yu gezdi, “Divanı”ndaki şiirlerin on yedisini İstanbul’da bir otel odasında on altı saat içinde yazdı, öldükten sonra da küllerinin Manisa Salihli’deki eski adı Pactola olan Sart Çayına dökülmesini vasiyet etti. Sart, bir diğer adı Gümüş Çay Bozdağ'dan doğar, şu an Manisa sınırları içinde bulunan ve Lidya Krallığının başkenti olan Sardes harabelerinden geçerek Gediz Nehri'ne dökülür, Gediz de Ege’ye...

        1968 yılında ölünce eşi de vasiyetini yerine getirdi, küllerini bir kavanoza doldurdu, getirip Sart’ın gümüş sularına bıraktı Ekelöf’ün.

        *

        Ekelöf’ü Anadolu’ya getiren Goethe’nin “Divanı”ydı. Ama onu burada tutan başka bir şey oldu. Tarihin içindeki şiire yöneldi. Kafasını kurcalayan temel soru şu oldu:

        Dolaştığı Akdeniz’de muazzam bir insanlık birikimiyle karşılaştı şair. Ağzı açık kaldı, feleği şaştı. Bütün bu antik miras Bizans’ı nasıl etkilemişti acaba? Yoksa bütün yollar Roma’ya değil de Konstantinopolis’e mi çıkıyordu? Bir şeyler arıyordu ama aradığı şey “Yazıt” şiirinde dillendirdiği şöyle bir şeydi:

        “Ey hâlâ bu duvarlar boyunca yürüyüp

        Bir insan arayan insan

        Belki de bir zamanlar benim aradığımsın,

        Belki de bir zamanlar bendim senin aradığın.”

        *

        Gunnar Ekelöf 1907 yılında Stockholm’de dünyaya geldi. Babası zengin bir borsacıydı. Ancak Ekelöf henüz dokuz yaşındayken babası frengi hastalığına yakalandı, çıldırarak öldü. Annesi de onu terk etti, yetimhanede büyüdü. Daha lisedeyken Goethe’nin etkisiyle Doğu edebiyatına merak sardı. En çok da İbnül Arabi, Ferȋdüddin Attâr gibi büyük mutasavvıfların ardına düştü. Farsçaya merak sardı, öğrendi. Rumi’yi okudu, ardından 1932 yılında “Yeryüzüne Geç Varış” adıyla ilk şiir kitabını yayınladı. Temaları gerçeküstüydü. On sene sonra çıkardığı “Vapurun Şarkısı” kitabı ona kısa sürede İsveç edebiyatında sağlam bir yer açtı.

        Yirminci yüzyılda yetişmiş İsveç edebiyatının en güçlü şairi olarak kabul ediliyor ancak Nobel edebiyat ödülünü alamadı, buna karşın 1958 yılında Nobel Komitesi’ne seçildi ama komitenin çok az toplantısına katıldı.

        Bir şairdi ama bir tarihçi gibi Bizans’ı merak ediyordu. Hayatının son yıllarını Doğu keşfine ayırdı. Bu uğraşı onu “Emgion Prensi İçin Divan” kitabına götürdü. Bizim memlekette de bilinen kitabı bu kitaptır, “Divan”ı Hüseyin Baş Türkçeye çevirdi, Yapı Kredi yaynları arasında çıktı; aynı kitabı Kürt romancı Firat Cewerî de Kürtçe tercüme etti, Avesta Yayınları bastı.

        *

        İsveç melankolisini kimse onun gibi şiire dökemedi, hep “uzak bir ülkeyi” hayal etti. Doğu tasavvuf geleneğinde insanın kozmostaki yeri için “Her insan ayrı bir alemdir” düsturundan hareketle Ekelöf, “Her insan bir dünyadır” diyerek bu fikriyatı Batı’ya taşıdı. Her kitabında Ekelöf’ün bir dizesini mutlaka epigraf yapan Kürt romancı Mehmed Uzun, “Kader Kuyusu” romanında Ekelöf’e göndermeyle roman kahramanına, “Bilirsin, her insan kendine özgü bir cihandır. Her insan, hayatı, yaşadıkları, deneyimleri, duygu ve düşünceleriyle yeni bir dünyadır. Yeni bir insanı tanımak, yeni bir dünyayı keşfetmeye benzer,” dedirtti.

        “Yalnız insana inanıyorum” diyen Ekelöf, hayatı boyunca Doğu bilgeliğinden aldığı ilhamla hayatın anlamını aradı durdu. Poetikasını zıtlıklar üzerine kurdu, şiiri “kelimeleri idare etme sanatı” olarak tanımladı.

        İsveç dilindeki “Muhammedanismen” kavramı ona aittir; “Muhammedi” demektir. Ona göre “Muhammedi” şiir geleneğinde beden, akıl ve kalp bir bütündür. Hayatının son demlerinde yazdığı “Divan”ında bu geleneğe sıkı sıkıya bağlı kaldı. Tıpkı ustası Goethe gibi Doğu’da bulduğu şeyi kendi diline şöyle aktardı:

        “İşittim düşümde:

        -Habib, tüm soğanı mı istersin

        yoksa sadece bir dilimini mi?

        Büyük bir kararsızlık düştü içime

        Bu bilmeceli soru

        hayatımın sorusuydu!

        Bütün yerine parçayı mı istiyordum

        Yoksa parça yerine bütünü mü?

        Hayır, ikisini de istiyordum

        hem bütünün parçasını hem de bütünü

        ve hiçbir uyuşmazlık yoktu seçimimde.”

        *

        Hakkında bir Divan yazmış olduğu “Emgion Prensi”nin adı yok şiirinde, isimsizdir kahramanı. İsveççeden Kürtçeye çevirdiği “Divan”a bir önsöz yazmış olan Firat Cewerî’ye göre prens muhtemelen Ekelöf’ün kendisidir. Divan’da, büyük bir aşirete mensup, atları seven, kızgın şişlerle gözleri dağlanmış bir emirin hikayesini anlatır bize kendi ağzından şair. Van’dan alınıp İstanbul’a getirilen bir Kürt Mirinden…

        “Hâla Konstantiniye'de yaşıyorum

        eğer buna yaşamak denecekse

        Van'ın yukarılarında çayırlıkları olan

        bir Kürt aşiretinin Miriyim”

        Istırap içindedir prens, ıstırap içindedir şair Ekelöf. Ekelöf Divan’ı İstanbul’da 16 saat gibi kısa bir süre zarfında yazdı. Der ki, “bilmediğim doğaüstü bir güç beni ele geçirdi, kitabı da o güç yazdırdı bana.”

        Van’dan İstanbul’a getirilen Kürt Miri (prens) burada gözlerine mil çekildikten sonra “kör şarkıcıların ülkesine” gönderilir. Ceweri’ye göre Ekelöf’ün divanından tat almak için, şairin başvurduğu sembolleri ve tarihi arka planı bilmek gerekir. Atın neyi simgelediği, ateşi, dağları, kör şarkıcılar ülkesini ve Şeytan’ı bilmeyen okur, manasız, soyut bir şey okuyup durur.

        Ekelöf’ün Kürt prensi ne Hıristiyan ne de Müslümandır, Yezidi olduğuna dair de bir emare yok Divan’da ama yine prens, “hem Tanrıya hem de Şeytan’a, birine bir biçimde diğerine başka şekilde ibadet” eder. “Kör şarkıcılar ülkesi” Homeros’a bir gönderme midir bilinmez ama Ceweri’ye göre Yaşar Kemal’i de çok etkilemiş olan kör Kürt dengbêji Evdalê Zeynikê’nin ülkesi olma ihtimali daha yüksektir. Kürt Miri veya şair Ekelöf’ün Bizans sonrası yolculuğu şöyle devam eder “Divan”da:

        “Sana haber vermiş olan:

        Siyah beyaz tüyleriyle

        altı kanatlı

        gizli bir yüze sahip

        ve çift eşeyli bir varlık

        baktı bana manalı manalı

        –Gözümün ışığında parıldayan iğnelerin

        bir patlayışından doğmuş-

        Kim öptü öyleyse

        kapanmış, sancılı gözkapaklarını?

        Hiç kimse olan biriydi bu!

        Bilirim: bir kız evladı.

        Yola çıkmış İzmir'e, Manisa'ya, Sart'a,

        Konya'ya ve dağa doğru,

        Fırat'a, yeniden aşarak dağı

        asla göremeyeceğim çayırlıklara

        Bir körün yol gösterdiği gözü dağlanmış

        gözü dağlanmışa yol gösteren

        gözü oyulmuş bir kör

        Kızım dediğim biri yol gösteriyor

        gözü dağlanmış gören birine.”

        *

        Öldüğünde yakılmayı vasiyet eder Ekelöf. İçki ve sigara onu gırtlak kanseri yapar, 1968 yılında ölür. Vasiyetine göre külleri Manisa Salihli’de Paktalos çayına dökülecek, karısı vasiyetini yerine getirir ama hikayemiz burada bitmez.

        *

        Tünel’de şu anda İsveç İstanbul Başkonsolosluğu olarak kullanılan İsveç Sarayı’nın bahçesinde Gunnar Ekelöf’ün bir büstü var.

        Yazıyı buraya kadar okumuş olanlar gördüler; Ekelöf tuhaf bir şair ama bahçedeki o Ekelöf heykelinin hikayesi en az şairin kendisi kadar tuhaftır. İnternette bir yerlerde buldum hikayeyi, müellifini tespit edemedim, yalnız 2005 yılında Cumhuriyet gazetesinde çıkmış, belki de Ali Sirmen yazmıştır, yazarı kimse kusura bakmasın, çok güzel hikayedir, anlatacağım…

        *

        Türkiye’de Ekelöf’ü ilk keşfeden kişi rahmetli şair Salih Ecer’dir. Külleri memleketimizde bir derenin suyuna karışmış olan şairin hikayesi Ecer’i çok duygulandırır.

        Bir gece, şairlerin yazarların, sinemacıları uğrak yeri olan Çiçek Bar, namı diğer Arif’in Yeri’nde Salih Ecer, Ekelöf’ün yukarıda yazdığım hikayesini Arif Keskiner’e anlatır ve yeni bir hikaye başlar. “Abi ya, bu adamın heykelini dikmeli, hem de Salihli’de, küllerinin döküldüğü Paktalos nehrinin kıyısına…” Bu dilek bir sarhoş dileği değildir, sahiden de yapmalı! Arif Keskiner kolları sıvar. O sırada (muhtemelen 90’lı yıllar) Salihli Belediye Başkanı sanat, şiir, tiyatro meraklısı Zafer Keskiner’dir. (Arif Keskiner’le soyadları benzer, akraba değiller!) Önce para işi hal edilecek. Hemen bir komisyon kurulur. Komisyonda, daha sonra Ekelöf’ün Divanı’nı Türkçeye çevirip YKY’da çıkaran Hüseyin Baş da var. Önemli bir meblağ toplanır. Şimdi sıra heykeli yapacak sanatçıya gelmiştir. Gürdal Duyar’a giderler ancak Duyar hemen evet demez, işi hafifçe savsaklar. Sonunda Mimar Erkan Güngören, Gürdal Duyar’ı alır, Yunus Koçak’ın Maslak Sanayi’deki atölyesine götürür, bir şişe votka açar oturur yanına, ama hareket yok Hoca’da. Kısa bir süre sonra Gürdal Hoca hızlıca işe başlar, birden çamurun içinden yavaş yavaş Gunnar Ekelöf doğmaya başlar.

        Bu arada heykel yapıla dursun, yerel seçimler gelir çatar, Zafer Keskiner adaylıktan vazgeçer, onun yerine sağ bir partiden birisi belediye başkanı seçilir Salihli’ye. Yeni gelen başkana Gunnar Ekelöf gavurunu anlatmak, deveye hendek atlatmak gibi bir şeydir, Ekelöf Heykel Komitesi Salihli’den umudu keser. Paralar toplanmış, güzel bir heykel yapılmış ama heykeli koyacak yer yok!

        Arif Keskiner pratik bir çözüm bulur, “Getirin heykeli benim barıma koyun” der. Gunnar Ekelöf törenle Çiçek Bar’ın bir köşesine yerleştirilir.

        Bu arada bir film festivali sırasında yolları Çiçek Bar’a düşen İsveçli bir grup sinemacı içeri girer girmez hayretten ağızları açık kalır. İsveçlilerin neredeyse ilah mertebesine ulaştırdıkları büyük şairlerinin bir heykeli Türk aydınlarının uğrak yeri olan bir barda duruyor! Aman tanrım!

        Gelen soruyor, giden soruyor. Arif Keskiner bazılarına “babamdır” diyor ama soruların arkası kesilmiyor. O da Ekelöf’ü anlata anlata nerdeyse Ekelöf uzmanı olacak. Bu arada da barın müdavimlerinden Hüseyin Baş da Ekelöf’ün Divan’ını Türkçeye çeviriyor.

        Arif Keskiner biraz da onlar anlatsın diye İsveç İstanbul Başkonsolosluğuna başvurur, “benim barda sizden bir şey var, onu getirip sizin bahçeye dikelim” der. İsveçlilerin istediği tek göz, hemen üzerine atlarlar.

        Heykel için bahçede bir açılış töreni düzenlenir. Törene dönemin İsveç Kültür Bakanı da davet edilir, bakan gelir, Ekelöf Komitesi ve şairi bilen birkaç Türk yazarının da katılmasıyla yapılan törende bakan bir konuşma yapar. İsveç’ten gelen heyetin içinde, Ekelöf’ün şiirlerini çok güzel okuyan bir aktör de var, sıra onun şiir okumasına gelir. Çıt çıkmıyor, aktör birazdan şiire başlayacak. Tam ağzını açtığı sırada bir kuş uçar, gelir Ekelöf’ün başına konar ve başlar bir serenada. Kuş ötüşünü bitirir, tekrar uçar. Ünlü aktör gülerek şunları söyler.

        “Size Ekelöf'ün bir şiirini okuyacaktım. Ama gördünüz ruhu geldi, kendi şiirini okuyup, gitti, bana ihtiyaç kalmadı.”

        *

        Şairlerin dilinde en iyi kuşlar, kuşların dilinden en iyi şairler anlar!

        (Not: Bu yazı üç sene önce burada yayınlanmıştır.)