Konuşurken Bal Mahmut misali ağzından bal damlayan, ne anlatırsa anlatsın üstün bir belagat yeteneğiyle aynı lezzet kıvamını tutturan bir arkadaşımla bir süre önce sohbet ederken, söz döndü dolaştı, nereden terzilerle berberlere geldi bilmiyorum, bir anda kendimizi bu iki meslek erbabı üzerine muhabbet ederken bulduk.
Arkadaşım;
“Berberler sağcı, terziler solcudur,” dedi gülerek.
“Genellikle mi?” diye sordum hayretle.
“Kuşkusuz genelleme doğru değil ama ezici çoğunluğu böyle.”
“Neden peki?”
“Berberler, ellerindeki makaslarla, usturalarla sana hükmederler. O koltuğa oturdun mu, artık hükümdar odur, kaderin onun elinde. Ama terziler böyle değil. Onlar karşına geçer, ölçünü alır, kumaşı öyle biçerler. Ölçüye uygun olmayan hiçbir şeyi yapma kudretleri yoktur senin üzerinde.”
Bundan sonra muhabbete gırgır karıştı, bir ara mavraya döndü, daha sonra da birbirimize tanıdığımız berberlerle terzileri anlatmaya başladık.
Ben, Birinci Meşrutiyeti bir terzinin bitirdiğini anlattım önce.
*
Sene 1878’in sonu, Meşrutiyet ilan edileli, Abdülhamit tahta çıkalı iki yıl olmuş. Rus ordusu bugünkü Yeşilköy, o zamanki Ayastefanos’a gelmiş, gavur ölüsü gibi ağır, lönk diye oturmuş çayıra. Uzaktan “ibadet etme hayali kurdukları” Ayasofya’nın minareleri görülüyor. Çardan haber bekliyorlar, “girin” emriyle birlikte şehre girecekler. Britanya bu işten pek memnun değil, donanmasını Marmara’da bekletiyor, Ruslar gemilere bakıp bakıp sinirden kuduruyorlar.
Sultan Abdülhamit’in kafasında kırk tilki dolaşıyor, kırkının da kuyruğu birbirinden habersiz. Kısa bir süre sonra Britanya’yla öyle bir anlaşma yapacak ki (Kıbrıs’ı onlara verir) Ruslar, geldikleri gibi geri gidecekler. Yıldız Sarayı’nda ise plan tutmazsa eğer, bir yandan da hünkarı Bursa’ya götürmenin hazırlıkları yapılıyor, kazan kazan kavurma pişiyor sarayın bahçesinde, teneke yapıyor bir yandan tenekeciler, kavurmalar tenekelere basılacak, Allah korusun hicret vaki olursa eğer padişah, peygamber efendimizin hırkasını, padişahlık sancağını ve Kutsal Emanetleri yanına alarak çoluk çocuğuyla Bursa’ya gidecek!
Ulu Hakan Abdülhamit’i bu fikrinden Darüssaade Ağası Hafız Behram’ın vazgeçirdiğini yazar tarihçiler. Ağa o günün akşam üzeri Sultan’ın huzuruna çıkarak, “Bursa’ya kaçalım tamam, ya bir şekilde Ruslar buradan giderse, acaba ahali bizi tekrar payitahta kabul eder mi ya hünkarım, Üçüncü Napolyon’un halini gördünüz” der. Ulu Hakan bu uyarıya hak verir ve Bursa’ya gitmekten vazgeçer.
Sultan sekiz yüz teneke yolluk kavurmayla Bursa’ya hicret etmekten vazgeçer vazgeçmesine de böyle oturmakla da olmaz. Bir yandan başının belası Meclis sıkıştırıyor, matbuat üstüne geliyor, sanki bütün düşmanlar elbirliği yapmış ümüğünü sıkıyorlar! Sadrazam değiştirir, çare olmaz! Hiçbir şey vekilleri yatıştıramaz. Güvensizlik oyu, isyan söylentileri başını alıp gider. Milli bir hasletimiz olan darbe korkusu, etrafta kol gezmeye başlar. İşte o sırada Yıldız’da Meşveret Meclis’ini toplar padişah.
Sâlah Birsel’in tarihçilere dayandırarak yazdığına göre, Terziler loncasının kethüdası Astarcı Hacı Ahmet ilk sözü alır, ağır bir dille, haddini aşarak Sultan’a adeta çıkışır, ne de olsa Meşrutiyet var, Meclis var, fikir serbestisi var! Gücünü onlardan alıyor yürek yemiş terzi:
“Görüşümüzü çok geç soruyorsunuz hünkarım,” diye bağırır haddini aşarak. Sultan’ı Meclis’in fikrini almamakla suçlar. “Bu yüzden bu ağır yenilgiden meclisin hiçbir sorumluluğu yoktur” diye ekler ve yerine oturur.
Herkes oturduğu yerde adeta donar. Büyük bir sessizlik çöker salona. Osmanlı tarihi boyunca galiba ilk defa avamdan birisi böyle “edepsiz” bir üslupla padişaha hitap ediyor, bu ne cüret!
Sultan öfkeden çılgına döner.
“Her türlü fedakarlığı yapmaya hazırım” der, ardından dedesi İkinci Mahmut usulüne geri dönmekten başka bir yol olmadığını söyler.
Ertesi gün Sultan’ın kılıcı rejimin boynuna iner.
Meclis’i dağıtır.
Astarcı Hacı Ahmet tutuklanır.
Bütün vekiller payitahttan ayrılıp memleketlerine gider.
Böylece Birinci Meşrutiyet’in canına bir terzi okumuş olur!
*
Ben bunları anlatınca arkadaşım, her solcunun ilk aklına gelen terzi olan bir zamanların Fatsa’sında belediye başkanlığı yapmış Terzi Fikri’yi hatırlattı. Benim aklımdan da bir zamanlar Diyarbekir’de belediye başkanlığı yapmış Mehdi Zana’nın yanında kalfalık yaptığı, hemen hemen bütün Kürtçü siyasi abilerin tanıdığı Terzi Niyazi Usta geçti. Ben de onlardan bahsettim ama Marx’tan da önce komünist olmuş, hatta Marx’ın fikirlerinden bir hayli etkilendiği, terzilik zanaatında “çift dikiş ve düğme deliğini açma cihazının” mucidi Wilhelm Weitling adlı bir Alman terzi var ki galiba tarihin gördüğü en meşhur terzi odur. Onu anlatacağım önce.
*
Herkes, komünizm fikrinin ilk teorisyeninin Karl Marx olduğunu sanır ama değil; komünizmin ilk teorisyenlerinden birisi, Marx’tan on yaş büyük, 1808’de Almanya’da doğmuş mucit, yazar, aktivist ve çok mühim bir terzi olan Wilhelm Weitling’tir. Ticari dikiş makinalarının hemen hemen bütün aparatlarını o icat ettiği gibi, çift dikiş ve düğüme iliği açma cihazını da o bulmuştur. Hayatında tek bir işçiyle hemhal olmamış, bir iş yerinde çalışmamış, tek bir proleterle oturup kalkmamış Karl Marx’a benzemediği gibi, çok zengin bir burjuvanın oğlu olan fabrikatör Friedrich Engels’e de hiç benzemiyordu; o her şeyiyle bir proleterdi ve radikal devrimciler için mükemmel bir rol modeldi.
Gayrimeşru bir çocuk olarak geldi dünyaya. Annesi çamaşırcıydı. Babası, anasını da onu da yüzüstü bırakıp Napolyon’un peşine düşüp Rusya seferine çıkan bir subaydı, 1812’de öldürüldü Rusya’da, cesedi oralarda kaldı. Çaresiz anne zengin evlerine çamaşıra, temizliği giderek onu büyüttü. Biraz büyüyünce de bir terzinin yanına çırak olarak verdi. 18 yaşında kalfa oldu. Boş kalan zamanlarını kütüphanede geçirdi, bulabildiği her fırsatta kitap okudu. Ordudan çok korkuyordu. Askerlik çağına gelince firari olarak yollara düştü, Paris’e kaçtı. Kendi kendine okumayı yazmayı öğrenmişti. Yetinmedi Latince, Yunancayı da öğrendi. Kafasında bütün insanların konuştuğu tek bir dil fikri vardı, bu yüzden evrensel bir dil tasarısı hazırladı. Yirmi yedi yaşında “Bugünkü ve Olması Gereken Haliyle İnsanlık” adında bir kitap yazdı. O sırada Paris’in işçi mahallelerinde, Alman mültecilerinden bir terzi grubunun kurduğu bir derneğe üye oldu. Kısa süre zarfında Alman işçi sınıfının en önemli lideri sayılacak kadar sivrildi. 1842’de Marksçılık yavaş yavaş yaygınlaşınca; Karl Marx’ın “Alman işçi sınıfının dehşetli ve parlak başlangıcı” diye selamladığı, “Uyumun ve Özgürlüğün Güvenceleri” adlı kitabını yayınladı. Bu arada Paris’ten de sürüldü. İsviçre’ye sığındı ancak burada, yazdığı “Yoksul Bir Günahkarın İncili” adlı otobiyografik kitabında “İsa’nın hem komünist hem de nesebi gayri sahih” olduğunu söyledi, yetinmedi kendini, adaletsizliğe karşı sesini yükseltmeye cüret ettiği için çarmıha gerilmiş, toplum dışına itilmiş bir yoksul olarak İsa’ya benzetti. Tanrıya saygısızlıktan mahkeme karşısına çıkartıldı, hüküm giydi, altı ay hapiste kaldı. Çıktıktan sonra memleketine gitti, Almanya’da asker kaçağı olduğu için tutuklandı, eziyet gördü. Artık hiçbir yerde ona huzur yoktu, oradan oraya kovalandı. O artık birçok kişi için herkesin kovaladığı bir deli, bir yandan da komünist bir evliyaydı. Bir derviş gibi yaşıyor, elinde terzi malzemeleri olan bir çantadan başka bir mal varlığı olmadan oradan oraya kaçıp duruyordu. Sonunda 1844’te Londra’ya gitti. 36 yaşındaydı, “diriliş hareketinin öncüsü” sıfatıyla kısa sürede bir efsaneye dönüştü. Sosyalist mahfillerde müthiş bir saygı gördü. Avrupa’nın her yerinde pıtırak gibi “havarileri” ortaya çıkmaya başladı. Terzi olduğu için daima çok şık giyinirdi. En sevdiği hareket, pantolonunun paçasını kaldırıp, kaldığı zindanlarda zincirlerin ve prangaların bıraktığı mosmor izleri başkasına göstermekti. Kendine özgü komünizm fikrini “Uyum ve Özgürlüğün Güvenceleri” kitabında anlatmıştı. Fikrinin kaba özeti şu şekildeydi:
“Göklerdeki kuşlar kadar özgür olmak istiyoruz; hayatta tıpkı onlar gibi, uçarak ve tatlı bir uyum içinde başıboş, pervasız olmak istiyoruz.” Ona göre bu yükselişi gerçekleştirmenin en iyi yolu; hırsızlık ve soygundan hüküm giymiş kırk bin kişilik bir ordu toplamak, o ordunun özel mülkiyete karşı olan kinini iyi organize ederek güçlüleri koltuklarından indirmek, böylece huzur ve saadet çağını başlatmaktır. “Suçlular mevcut düzeninin bir ürünüdür” diyor, “ve komünist düzende artık suç işlemeyi bırakacaklar,” diye ekliyordu. Ona göre “mükemmel bir toplumda hükümet yoktur, sadece idare vardır; hiçbir yasa yoktur sadece yükümlülükler vardır; hiçbir ceza yoktur, sadece düzeltici yöntemler vardır.” Yeryüzü cenneti böyle oluşacaktı. Bu cennette, herkese (kuşkusuz bir terzi olarak onun tasarladığı) birörnek kıyafetler dağıtılacak, başka şeyler giymek isteyenler, daha fazla çalışarak, yani fazla mesai yaparak bunu hak edeceklerdi. Yemekler komünal kantinlerde hep birlikte yenecek ancak hangi yemek takımlarının kullanılacağı henüz kararlaştırılmamıştı. (Engels bunu duyunca, “Bu terziler hakikaten hayret verici adamlar, geçenlerde ciddi ciddi çatal bıçak sorununu tartışıyorlardı” der.)
Weitling’in özgüveni yüksekti. Avrupa’nın her yerine yayılmakta olan Marksizm’in kuramcıları Marx ile Engels’e “sevgili genç dostlarım” diye hitap ediyordu. 1846 yılında Marx’la karşı karşıya geldiler Brüksel’de. Komünist kuramcılar, tek bir komünist öğreti üzerinde anlaşmak için toplanmışlardı. Toplantıya Weitling de davetliydi. Marx’ın bir amacı da bu “hayalci komüniste” haddini bildirmekti. O toplantıda bulunan bir Rus gözlemciye göre Marx, saçı sakalı birbirine karışmış, kıllı elleri, ceketinin düğmelerini yanlış iliklemiş heybetli bir demokratik diktatör gibi görünürken, şık ve zarif Weitling ise onun tam tersine, işçi sınıfının kahramanlarından çok gezgin bir tüccara benziyordu. Toplantının açılış konuşmasını Engels yapar ve “işçilerin yararına tek bir ortak öğreti” ihtiyacından bahseder. Bunu sağlamanın yolu da terzi Weitling gibi ütopikleri devre dışı bırakmaktır, birazdan Marx bu haddini bilmez terziyi madara edecek, “Komünist Manifesto”nun yolu da böyle açılacak.
Marx, Weitling’e komünist düzenin geleceğiyle ilgili birkaç “kazık soru” sorar, terzi bu tür zor sorulara hazırlıklı değil, Marx’ın heybeti ve olağanüstü bilgisi karşısında bir şeyler geveleyip durur. Marx avının üzerine atılır ve “Hiçbir bilimsel fikir veya yapıcı öğreti önermeksizin işçileri ayaklandırmak, bir yanda vahiy almış bir peygamber, öte yanda ise sadece ağzı açık merkepleri varsayan, mertlikten uzak kibirli bir vaaz vermekle eşdeğerdir” der. Terzi Weitling, adalet ve dayanışma adına şimdiye kadar yüzlerce insanı komünizm bayrağı altında toplamış onun gibi birisine böyle bir muamele yaptığı için Marx’ı protesto eder, ona göre Marx acı çeken, çilekeş proleterlerin dünyasına uzak bir filozoftan başka bir şey değildir. Bunun üzerine Marx çok sinirlenir, masayı var gücüyle yumruklayarak haykırır:
“Cehaletin şimdiye kadar kimseye faydası olmamıştır!”
Bu söz toplantıyı bitiren son söz olur.
Marksistlere göre Marx, hayatı boyunca komünist hareketin sahte Tanrılarının ve pozcu Mesihlerinin kusurlarını ifşa etmeyi hem gerekli hem de eğlenceli bulmuş bir kuramcıydı.
Komünizm semalarında o zamana kadar ışık saçarak parlayan Terzi Weitling’in yıldızını Marx bu şekilde söndürmüş olur.
O da Amerika’ya gider, hayatının geride kalanını orada tamamlar.
*
Weitling’in hikayesini dinledikten sonra dostum, “bir de Terzi Niyazi var demiştin” dedi.
Evet, Silvanlı Terzi Niyazi Usta… Ne çok hikayesi dolaşıyor herkesin hatıratı arasında. 1977 yılında kanserden ölünceye kadar Diyarbekir’de Ar Pasajı’nın içindeki terzi dükkanına girip çıkmayan yok. Onun hakkında yazılan hatıralardan okuduklarım, anlatılanlardan aklımda kalanları düşündüğümde şöyle bir resim canlanıyor gözümde. Dükkanda bir usta bir de kalfa… Usta Niyazi Tatlıcı -ki soyadını hiç kullanmadı, onun adı ya Terzi Niyazi ya da Niyazi Usta’ydı-, kalfa Mehdi Zana… Mehdi Zana hiç kitap okumaz, ama bu dükkanda anlatılan her şeyi çok iyi dinler, aklında tutar. Bütün entelektüel birikimi orada duyduklarından ibarettir derler. Kalfa kitaba ne kadar uzaksa, usta kitaba, okuyup araştırmaya o kadar yakındır. Ne sakalı var ne de hırkası Niyazi Usta’nın, ama bir feylesof… Dindar bir “mela ailesinden” geliyor, dini bilgisi sağlam, bir de halkın geleneksel hayatını çok iyi biliyor, özetle din bilgini bir babanın sosyalist oğlu diyebiliriz ona. Sonuna kadar rasyonel. Öyle birkaç gencin eline aldığı bir iki çakar almazla devrim olacağına inanmıyor ama sosyalizme iman etmiş bir adam. Ona göre sosyalizm gelirse eğer memlekete, bütün sorunlarımız çözülecek. Kürt sorunu hayda hayda çözülecek… Hayata alaycı bir edayla bakıyor. Dindar bir meşhur aileden geldiği için dükkanına sadece sosyalist gençler değil, bölgenin bütün şeyh ve imamları da geliyor. Onda elbise diktirmemiş çok az ekâbir takımından adam vardır o tarihlerde Diyarbekir ve civarında. Anekdotu rahmetli Canip Yıldırım, Orhan Miroğlu’na anlatmıştı. Meşhur bir şeyh olan Şeyh Yahya birkaç müridiyle dükkanında oturuyor bir gün, bir müşteri raftaki bir kumaşı beğenir. Niyazi Usta ruloyu indirir, içinden Marx’ın resimleri dökülür patır patır. Şeyh hayretler içinde yüzünden nur akan “sakallı adama” bakar, merakla, “Kurban olduğum Niyazi Usta, kim bu muhterem zat” der. Niyazi Usta büyük bir ciddiyetle, “Sizden kıymetli olmasın şeyhim, bu zat Gayda Şeyhidir,” deyince Şeyh Yahya resmi uzun uzun inceledikten sonra “maşallah, maşallah” der.
12 Mart’ta Terzi Niyazi’yi de alıp götürürler. Mahkemede, bölücülükle suçlanır, hâkim “Neden vatanı bölmeye kalkıştınız” diye sorunca, o meşhur Diyarbekir ağzıyla, “Sayin hakim, ma vatan xiyardır ikiye bölem” der. İşinin terzilik olduğunu, muhtemelen üzerindeki elbiseyi de kendisinin dikmiş olduğunu söyler hâkime. Koğuştaki gençler de ona, “memlekette faşizm var” deyince onlarla dalga geçer, “Siz faşizmi bilmiyorsunuz gençler, faşizm dişim ağrıyor dediğinizde ağzınızı açıp kerpetenle dişinizi çekmez, yanağınızdan girer dişinizi öyle çeker. Siz burada oturmuş, sobanın arkasında Lenin’in ‘Devlet ve İhtilal’ kitabını okuyup birbirinize gaz veriyorsunuz, bir de kalkmış memlekette faşizm var diyorsunuz” diye alay eder. Bir yıl kadar cezaevinde kalır. Çıktıktan sonra da “sosyalizm” fikrinden vazgeçmez. Dükkânın kapısı her görüşten sosyaliste açıktır. Her fraksiyon dergilerini satmak için onun terzihanesine getirir. Herkesin kumbarası vardır dergisinin yanında, dergiyi alan parayı kumbaraya atar, sonra herkes gelir kumbarasını alır gider. Yanında çalışan kalfası Mehdi Zana’nın Diyarbekir’de belediye başkanlığına aday olup kazanacağını ne yazık ki göremez. Kansere yakalanır, tedavi için Çekoslovakya’ya götürüler ama nafile, 1977 yılında vefat eder.
Ne çok hikayesini dinledim rahmetli Mehmed Uzun’dan… Vefatından sonra yazdığım “Sen û Ben” adıyla biyografisini anlattığım kitabıma Terzi Niyazi Usta’nın “Dünyanın en güç siyasi vazifesi Kürt olmaktır,” sözünü epigraf yaptım. Birçok hikmetli sözü dolaşıyor Terzi Niyazi’nin bir yığın hatıratın arasında ama en çarpıcı olanlarından birisi, her şeyi bildiklerini sanan ve memlekette yarın olup biteceklerle ilgili kesin yargılarda bulunan ukala solcu gençlere bakıp söylediği, benim de Ümit Fırat’tan duyduğum şu sözdür bence:
“Buralarda ne olacağını, okuduğunuz kitaplarla, sosyolojiyle, felsefeyle veya bilimle falan açıklayamazsınız gençler. Buralarda ne olacağını yalnız ve yalnız Allah bilir.”
*
Muhabbetin sonunda Samuel Beckett’in “Dünya ve Pantolon” (Sel Yayıncılık) denemesine epigraf yaptığı ve adeta bir terzi güzellemesi olan “Müşteri-Terzi” diyaloğunu hatırlattım dostuma.
“Terzi” başlıklı denemesinde Enis Batur, Cervantes’in roman yazarken “dikişe para almadığı gibi, iplik masrafını da kendi yapan terzi gibi” olmayı öneren eğretilemesiyle; Beckett’in “şu berbat Dünya’yı yaratmış tanrıdan kendini haklı olarak, yetkin pantolon yaptığı için övünerek, üstün tutan” “terzisini” hep aklımızda tutarak iyi edebiyata yaklaşmalı, “hazır giyimden” uzak durur gibi “çok satan ucuz edebiyattan” uzak durmalıyız der.
Samuel Beckett’in, “Müşteri-Terzi” diyaloğu şöyle:
“MÜŞTERİ: Tanrı dünyayı altı günde yarattı, ama siz, altı ayda bana bir pantolon dikmeyi beceremediniz.
TERZİ: Ama, bayım, bir şu dünyanın haline bakın, bir de pantolonunuza.”
*
Yazının Kaynakları:
Francis Wheen, “Karl Max”, E Yayınları
Edmund Wilson, “Tarih Yazanlar ve Yapanlar”, İthaki Yayınları
Orhan Miroğlu, “Hevsel Bahçesinde Dut Ağacı”, İletişim yayınları
Ruşen Arslan, “Bir Kürt Devrimcisi Niyazi Usta”, Ayrıntı Yayınları