Metin Münir’in ölüm haberini aldığımda mevsimsel soğuk algınlığı kapıdan girmeye ve beni yatağa düşürmeye hazırlanıyordu. Ben ilaç almaya direniyor, ilaç alırsam zayıflamaya başlayan bünyemin önümüzdeki bir-iki günde daha da işlevsiz kalacağından endişe ederek boş boş oturuyordum. Hastalık mı beni zayıflatıyor yoksa aldığım ilaçlarla mı aptallaşıyordum?
Metin Münir olsa bu konuyu günlerce inceledikten sonra kısacık ama her cümlesi dolu bir yazı haline getirir, buradan bir tartışma çıkmasını isterdi. Daha evvel sağlıklı yaşam adına sürekli su içilmesi adına her yere su şişesiyle gidilmesi ya da küçük çocuklara ADHD ilaçlarının bonkörce dağıtılması gibi konularda yazdığı gibi.
Tam da bugünlerde Amerika’da gıda ve ilaçları denetleme dairesi reçetesiz satılan soğuk algınlığı ilaçlarının sanıldığı gibi burun tıkanıklığını önlemediğine kanaat getirdi. Henüz burnum tıkanmamıştı, o ertesi gün başlayacaktı. Rutin bir hastalıktan diğerine hiç şaşmadan devam ediyordu. Burun akması azalacak, tam bir gün sonra da boğazımı acıtacak ve beni uykudan uyandıracak kadar kuvvetli bir öksürük krizi başlayacaktı. Şanslıysam birkaç güne biterdi, bazen o kadar şanslı olmuyordum ama.
*
Metin Münir’le yolum çok uzun zaman önce, bugün artık o da hayatta olmayan Ahmet Tulgar sayesinde kesişti. Hakkında gazeteciliğe ilk başlamaya niyet ettiğim yıllarda okuduğum—veya okumaya niyetlendiğim—“Sabah Olayı” kitabının yazarı olmasının dışında hiçbir şey bilmiyordum. Hiçbir şey bilmeyecek kadar gençtim ve ne bilmem gerekiyorsa Ahmet Tulgar’dan öğrendim.
İkisinin yolu 1989’da kesişiyor. Asil Nadir satın aldıktan sonra Güneş’in başına bir başka Kıbrıslı olan Metin Münir’i getiriyor. O da büyük ihtimalle Sokak dergisinde Ahmet Tulgar hakkında bir yazıyı görüp telefon açıyor. Tulgar’ın “Ağır Kıbrıs aksanlı, enerjik bir ses,” diye tarif ettiği Münir kafasındaki gazeteyi anlatıyor. Tulgar’dan dinleyelim:
“Güneş gazetesinin yeni yayın politikası da bir Türkiye çoğulculuğunu yansıtmaya çalışıyordu. Gazetenin her bir sayfası periyodik olarak haftanın belli günlerinde bir toplumsal hareketliliğe ayrılıyordu. Ve sayfanın başında bu konu disiplin başlığı olarak yer alıyordu. Çevre, İnsan Hakları, Kadın, Kültür Sanat gibi periyodik sayfaların yanında ben de gençlik hareketlerini konu edinen Genç Bakış adlı gençlik sayfasının başındaydım.”
Gazetenin Paul McMillen tarafından hazırlanan “Ben Güneş okurum,” temalı reklamları da toplumdaki değişimden yola çıkıyordu. Artık bazı erkeklerin küpe taktığı, kadınların isteyerek sezaryen doğum yaptığı gibi. Türkiye’de genelde bu gibi iddialı vaatler, Radikal gazetesinin uzun vadeli performansında olduğu gibi, bir süre sonra çeşitli nedenlerden—patron, siyasi, ticari—reklamda kalır. Oysa Güneş içeriğiyle de bu değişimi yansıtmaya çalışıyordu. Yine Tulgar anlatıyor:
“Metin Bey, bir yandan müthiş bir özgürlük tanıyordu çalışanlara, yazarlara; ama diğer yandan da herhangi bir ayrımcı ya da otoriteryan sözcük sızmışsa haberlere, kadının cinsel obje olarak kullanıldığı bir fotoğraf basılmışsa gözden kaçıp, gürlüyordu.
“Yeni bir gazetecilik dili deniyor, toplantılarda 'ölü olarak ele geçirildi' saçmalığının yerine yeni bir cümle kurmaya çalışıyor, tartışıyorduk mesela.
“İnsan Hakları sayfasının etkisiyle Türkiye toplumu yeni kavramlarla tanışıyor, yurttaşlar haklarının ne olduğunu, nereye kadar olduğunu Güneş'ten öğreniyordu.”
Metin Münir’in Güneş macerası galiba bir sene sürdü. Medyanın kolektif bilinçaltı Güneş’i Özal’ın Asil Nadir’i medyaya sokmak için çağırması, Güneri Cıvaoğlu’nun gazetecilere dağıttığı paralar, gazeteyi satın alan Mehmet Ali Yılmaz’ın odasına Trabzonspor ziyaret ettiğinde herkesi görebilmek için karşısında oturtacağı kocaman koltuk yaptırmasıyla hatırlar. Metin Münir’in Güneş macerası bu tarihin içinde küçük bir parantez gibi gözükse de Türk basınında gelmiş geçmiş en ilerici gazetecilik macerası olarak bir devrimci adımdır. Bu tecrübenin bir daha tekrarlanmaması ve toplumsal hafızada bastırılması da Türkiye’de devrimciliğin ve devrimlerin kaderinden farklı değildir.
*
Ahmet Tulgar, Metin Münir ve ben, galiba bir zenne arkadaşımızın davetiyle Beyoğlu’nun arka sokaklarında epey eğlenceli, sazlı sözlü bir meyhaneye gittik ve çok eğlendik. Hep Savile Row’daki terzi randevusundan yeni çıkmış gibi görünen Metin Münir ortama hiç yakışmıyordu, her haliyle buraların yabancısı gibi duruyordu.
Galiba Türk basınında durduğu yer de hep bu oldu. Kıbrıs’ta doğmuş, İngiliz okullarında okumuş, hiçbir zaman İngiliz pasaportu olmamış, Mülkiye’ye gitmiş, doğduğu adada savaşmış ve kariyerinin büyük çoğunluğunu yabancı gazetelerin Türkiye temsilcisi olarak geçirmişti. Batı’nın Financial Times ve BBC gibi en üst düzey kurumlarında çalıştı, Türk basınına da yazdı ama kendi söylediği gibi “Türkçe onun için hep yabancı bir dil gibiydi.”
2000’lerin başında yazdığı Sabah gazetesinden atıldığında bunu arkadaşlarına bir e-mail’le duyurdu: “İşime neden son verildiğini açıklamayacağım çünkü bana açıklanmadığı için bilmiyorum. Ancak, bugüne kadar Türk medyasında çalıştığım bütün yerlerden (örneğin Hürriyet, NTV) kovulduğuma göre bende yapısal bir kusur olmalı. Herhalde en sonunda bunun farkına vardılar.”
Küsmesine, köşesine çekilmesine, sonra yazacağı Vatan ve Milliyet gazetelerinden de atılmasına ve tamamen Kıbrıs’a yerleşmesine daha çok vardı. O gece Beyoğlu’ndaki mekana da ait değildi, hatta belki biraz da tiksiniyordu. Ama bizimle çok eğlenmişti, çünkü bir gazetecide olması gereken en temel özelliğe sahipti: onu evinden çıkaran meraktı. Bu yüzden ben onu Yıldırım Mayruk’un defilesine çağırdığımda da merakla geldi, hiç ait olmadığı sosyetik kadınlar arasında kıyafetlerin geçişini izledi.
Metin Münir bana kendisine yazması teklif edilen “Sabah Olayı” kitabını da gündelik yazı veya haberin ötesinde, uzun bir şey yazabilir miyim diye merak ettiği için kabul ettiğini anlatmıştı. Sonraki yıllarda, bir gezide, Brüksel’deki Sheraton Otel’in barında bir akşam içkisini barmenden farklı bira çeşitlerini öğrendiğimiz bir seansa dönüştüren de Münir’in merakıydı.
*
Metin Münir’le tanıştıktan kısa bir süre sonra öldü. Ve sonra birkaç dakika sonra yeniden hayata döndü. Hayatımda tanıdığım en sarkastik insanlardan biriydi, ama bunu asla sinikliğe dönüştürmemişti. Onun alaycılığı daha aşağı beyinler tarafından kendi toplumunu aşağılamakla itham edilen V. S. Naipaul’unki gibiydi daha çok; Naipaul’un hayranıydı ve başkalarına kulak asmadan onu okumamı da bana tavsiye eden oydu.
Alaycılık Metin Münir için sanırım bir anlamda hayata tutunma biçimi, biraz da mecburiydi. Hayatın her anında başkalarından daha iyi olduğunun farkında olan ama nereye baksa ayrı bir vasatlık gören insanların çaresizliği onda da vardı. İyi yetişmiş, çok okuyan, çok bilen insanlar için çevredeki herkesin el birliğiyle aşağıya çektiği Türkiye gerçek bir kabustur; adeta özellikle vasatlara imtiyaz tanınan Türkiye medyası ülke ortalamasından bile kötüdür.
Belki bu yüzden de hep onu müzmin bir depresif olarak hatırladım. Suratında daima bir tiksinti ifadesi vardı. Depresyon yazılarına da zaman zaman yansır, ölümden de hiç çekinmeden bahsederdi. Adeta bekler gibiydi.
2017’de bana bir e-mail gönderdi: “Neden yeteneğini köşe yazısı yazmakta harcıyorsun? TC ile uğraşmaya değmez. O gideceği yoldan çevrilemez. Sen niye yazıyorsun dersen…boş zamanı doldurmak, zihnime egzersiz yaptırmak için daha çok.”
Yanıt olarak “Benimki de sadece faturaları ödemek için,” yazdım.
Bu sene, sık sık olduğu gibi bu işe neden girdiğimi sorgularken yine yazıştık. Bu kadar birikimi ve zamanı bir başka mesleğe harcasam, mesela McKinsey’e girsem ya da avukat olsam şimdi çoktan servet yapmıştım ama hala gazetecilikle sadece faturaları ödeyebiliyorum. Bana “Boşver, iş hayatına girip zengin olmak gibi bir projen yok idi ise gazetecilikten iyi bir iş yok,” diye yanıt yazdı. “Bizim yaptığımız türden bahsediyorum. Hiçbir iş insana bu özgürlüğü vermez ki bence en değerli şeydir.”
Aradan geçen altı senede aşağı yukarı aynı konu hakkındaki görüşlerinde bir ton farkı sezmemek mümkün değil. Daha neşeliydi. Haklıydı, bu işin bana sağladığı en büyük özgürlük sabahları kaçta uyanacağıma kendimin karar vermesiydi ve hala paha biçilemez bir lükstür.
*
Ben gazeteci olmak istediğimde, 90’lı yılların ortasında medya kelimesi Türkiye’de literatüre adeta daha yeni girmiş, dışarıdan bakıldığında bu sektöre girmek epey cazip görünüyordu. Gazetecilerin ülkeyi yönetecek kadar güçlendiği ve çok büyük paralar kazandığı bir dönemdi. Bir Hıncal Uluç köşe yazısıyla kültürel iklim değişiyor, bir Ali Kırca programıyla siyaset yeniden şekilleniyordu. Gazete reklamlarında ansiklopediler ve Arcoroc marka tabaklar dayanıklılığını kanıtlamak için hızla fırlatılıyor ve yere temas ettiklerinde ikisi de zarar görmüyordu.
Gazetecilik hayatta başka seçenekleri de olan insanların yapmak istedikleri ya da başka bir şey yapmak istemedikleri için yaptıkları bir iştir. Bunu anlayacak yaşta değildim, o zaman sadece cazibesine kapılmıştım. Ama gazetecilik dışında bir iş yapmak hiç aklımdan geçmedi.
Yapmak istediğim gibi bir gazetecilikse çok kısa sürdü. Sadece Türkiye’de yaşadığımız için The Guardian’dan daha aşağı kalır yanımız yok diye düşündüğümüz, yazı ve bilgi çıtasını Türkiye’deki medya ortamına göre değil de evrensel rakiplere göre belirlediğimiz o dönem çok kısaydı. Ansiklopediler, gazetecilikten çok iyi para kazanılması gibi bu tarz evrensel standartlar da bitti ve çoğumuz ayakta kalmakla bir gün yeniden o günlerin geri döneceği hayaliyle bu işi yapmaya devam ettik. Ben hayalci olduğum için hala o bekleme odasındayım. Bu oda giderek daha da yalnızlaşıyor.
Daha ilk tanıştığımız akşam Metin Münir acaba yeniden bir gazete çıkarır mı diye hayale dalmıştım. Hızlıca Metin Münir’in hiç böyle bir niyeti olmadığını, dahası hiçbir gazete patronunun da onu düşünmediğini kavradım. Üzerinden 20 sene geçtikten sonra bu hayal ‘acaba ben hayalimdeki gibi bir gazete çıkarır mıyım’a dönüştü. O zaman da Clinton’ın zaman zaman Nixon’la telefonlaşması gibi sık sık Metin Münir’i aramayı, hatta gelip başımda oturması için ikna etmeyi bile düşünüyordum. 79 yaşında olduğunun bile farkında değildim; yıllar ne kadar hızlı geçiyor ama hayaller bu hıza uyum sağlayamıyor.
Bu ölüm benim için hem şahsi hem de mesleki. 90’lı yıllarda hayatımıza giren ve renkli çağrışımları olan “medya”nın epeydir yoğun bakımda olmasına rağmen artık resmen öldüğünü ve Metin Münir’in ilk ölümünün aksine birkaç dakika sonra yeniden hayata dönmeyeceğini, dönse bile yeniden öleceğini beyan edebiliriz. Arkadaşlarım, tanıdıklarım meslektaşlarım öldü ölüyor; bu sefer hayallerim ve umutlarım da öldü.
*
Yıldırım Mayruk ve Barbaros Şansal bir süre önce Kıbrıs’a taşındı, çok güzel bir ev yaptırdılar ve ne zamandır davet ediyorlar. “YM ile BŞ’nin dükkanları sık kullandığım yolların birinin üzerinde,” diye yazıyordu Münir e-mail'inde. “Bilmiyorum hatırlıyor musun, beni bir defilelerinde BŞ ile tanıştırmıştın İstanbul’da.” Unutmuştum. Bu sene zaten Kıbrıs’a gidecektim, şöyle sonbaharda, sıcaklar bitince. Onu da arayacaktım zaten.
Metin Münir’in cep telefonu insanın en kolay aklında kalacak numaralardan biri; “golden number” deniyor ve operatörler sadece çok az sayıda hatırlı kişilere veriyor. İnsanlar karaborsada böyle bir telefon numarasına sahip olmak için az para dökmüyor. İnsanın hayatı boyunca vazgeçemeyeceği türde bir telefon numarası. Turkcell’in kurucusu Mehmet Emin Karamehmet’in telefon numarası da doğal olarak böyle, bir diğer kurucusu Murat Vargı’nın da. Metin Münir’e de bu serinin devamından akılda kalan bir numarayı Murat Vargı yollamış.
Gazetecilikte iş dünyasıyla yakın ilişki kurmak şaşırtıcı değil, ama pek çoğu bu mesafeyi nasıl ayarlayacağını bilemez. Bir de gazeteciliğin insana sağladığı birtakım avantajlar vardır; soru sorabilmek gazetecinin en büyük ayrıcalığıdır ama kamusal alandaki konumunuz sayesinde iyi doktorlar bulabilirsiniz, lokantalarda güzel masa açılır ya da cep telefonu numaranız sıradan insanlarınki gibi ezberlemesi zor rakam kombinasyonlarından oluşmaz. Gazeteciliğin bu yüzeysel imtiyazlarından vazgeçmek kolay olmadığı gibi bir süre sonra bu işi yapabilme güdüsü sadece bu imtiyazların peşinde koşmanın gerisinde kalır. Dün ve bugün adı bilinen, hayatta ya da ölü, pek çok gazetecinin içine düştüğü trajedi budur.
Metin Münir bana yakınlarda yeni telefon numarasını gönderdi, Kıbrıs’a geldiğimde aramam içim. O altın numarayla hiç alakası yok, herhangi bir operatörden rastgele alınmış gibi duran bir numaraydı. Bu telefonu bir kez bile arayamadım.
*
Son yıllarda uzun aralıklarla haberleştiğim Metin Münir’le bu sene yeniden iletişime geçtim. Oksijen gazetesinin yeniden çıkması ve “Succession” dizisi vesilesiyle “Sabah Olayı” kitabını yeniden okumak istiyordum ne zamandır. Artık baskısı bulunmadığı için sonunda Kumbaracı Yokuşu’ndaki bir sahafa sipariş verdim.
Oturup bir vesileyle kitabı tekrar yazmak istiyordum, her ne kadar bir-iki-üç kere şöylece bahsetmiş olsam da. Türkiye’de yazılmış en iyi basın tarihi kitabı olmanın ötesinde bir casus romanı gibi okunuyor ve asla bir “sipariş kitap” değil, son derece objektif ve ana kahramanlarını yer yer istemedikleri zor durumlarda bırakacak ayrıntılarla dolu bir başyapıt. Dinç Bilgin değil de Rupert Murdoch üzerine yazılmış olsa şimdiden dizisi yapılırdı. Ben de bunu önerdim satır arasında.
Metin Münir’den bir e-mail aldım: “Oray, yazından sonra birisi Sabah Olayı’nı okur ve dizi yapmaya kalkarsa sana komisyon ödemem gerekecek. Teşekkürler kitaba övgün için :-)”
Ancak bu e-mail bu seneki ilk yazışmamız değil. İlk yazışmamız yine benim Kumbaracı Yokuşu’ndaki sahafta tesadüfen bulduğum ve yeniden okuyup hakkında yazdığım bir başka kitap üzerineydi. Türk medyasının en kötü şöhretli kitabını yeniden okumaya başladığım gün yazarının yoğun bakıma kaldırıldığını ve hayatla mücadele ettiğini öğrenip yazmıştım.
Metin Münir’den bir e-mail geldi:
“Geçen gün yatakta sabah çay ve kahvelerimizi içerken kız arkadaşım Engin Ardıç’la ilgili yazını sesli olarak okumuş ben de acaba ne yapıyor diye düşünmüştüm. Ne yapıyorsun köşe yazısı yazmak dışında? Nerelerdesin? Teenage oğlanlar peşinde koşmaya devam ediyor musun?”
Kahkahalarla güldüm, çünkü hatırladığım sarkastik Münir’i çok özlemiştim. Bana Kıbrıs’ta neler yaptığından bahsetti, uzaktan da olsa takip ediyordum. Medya üzerine bir kitap daha yazmış ama hiçbir yayınevi yayımlamamıştı. Son olarak şunu yazdı: “Bunun dışında asude bir hayat sürüyorum ve hayatımda galiba ilk defa more or less mutluyum.”
Metin Münir ilk kez öldükten ve birkaç dakika sonra hayata döndükten sonra yaşadıklarını “Ölümden Sonraki Hayatım” adlı kitabında yazdı. Bitirdiğinde okuyacak, üzerine yorum yapacak ve yayımlanmadan önce eleştirecek birini aradığını söylediğinde Elçin Yahşi’yi önerdim. Benim üzerimden manuscript’i yolladı, ardından bir gece Kuzguncuk’taki evinde üçümüz saatlerce kitap üzerine konuştuk. Yazarken arada bana telefon eder, aklına takılan kelimeleri sorardı. Türkçe hep İngilizce okumuş ama , Türkçe yazmış benim için de yabancı bir dil sayılabilirdi aslında. “Cami minarelerinin arasındaki yazılara ne denir?” diye sorduğunda ona “Mahya,” dedim. Ben de birkaç hafta önce öğrenmiştim.
Münir bana bir de İngilizce bir kelimenin Türkçesini sordu: “awe.” Huşu olarak kullanılıyor dediğimde bana tam anlamını karşılamadığını söyledi. Bu sene aynı sahaftan iki ayrı gazetecinin daha evvel de okuduğum kitaplarını alıp yeniden okudum. Bu iki gazeteci de şimdi hayatta yok ve ilaçlardan yavaş yavaş ayılırken tesadüfleri arka arkaya dizmeye başlıyorum ve hissettiklerimi içinde korku ve merak barındıran “awe” kelimesiyle açıklayabilir miyim diye düşünüyorum.