Cuma öğleden sonra İstanbulluların hayatı bir kez daha devlet müdahalesiyle felç oldu. Valiliğin son dakika kararıyla İstanbul Metrosu’nun Taksim ve Şişhane durakları kapatıldı. Meydana ciddi rakamda polis yığıldı ve yaya geçişi engellendi. Gününü toplu taşımanın aksamadan işleyeceğine göre planlayan, işine, evine, okuluna giden binlerce insan böylece ortada kaldı. İstanbul Metrosu o günkü gelirinden olurken zaten kan ağlayan esnaf da zarar etti. Devlet kuvvetlerinin halkın rahat ve huzurunu kaçırması, halkı koruyup kollamaktansa hayatını biraz daha zorlaştırması bir Türkiye geleneğidir.
Bu kısıtlamanın beni ilgilendiren tarafı Kapalıçarşı’ya gidememiş olmamdı. Evet, turistim. Akşam da Tophane’de bir lokantayı denemeyi planlıyordum, onu da ertelemek zorunda kaldım. Lokantalara doymak için değil yazmak için gittiğimden, gazeteciliğin de bir kamu hizmeti olduğunu göz önünde bulundurursak, valiliğin benim lokantaya gitmeme fırsat tanımayarak halkın haber almak hakkını engellediğini de biraz zorlayarak söyleyebilirim. Ama benim mağduriyetim nereye gideceklerini, nereden yürüyeceklerini, evlerine nasıl döneceklerini bilemeyen binlerce insanınkinin yanında çok ufak kalır.
Bu kaos sırasında hemen hiç kimse meydanın neden kapalı olduğunu, neden metroya binemediklerini bilmiyordu. Veya hatırlamıyordu. Bayıltıcı sıcak hava sırasında ben de önce 1 Mayıs’ın üzerinden bir ay geçtiğini düşünüp meydanın halka kapatılmasına anlam veremedim. Sonra bir ara 27 Mayıs’ın yıldönümü vesilesi mi, diye aklımdan geçti—ki en uzak ihtimal. 31 Mayıs’ın Gezi’nin 11. yılı olduğunu zorlayarak hatırladım.
SADECE DEVLET HATIRLIYOR
Sosyal medyadaki birkaç klavye aktivisti, protestolardan kendilerine kimlik edinerek 15 dakikalık politik şöhret yaşayan B-list ünlüler ve birkaç duvar sloganı dışında pek çok kişinin belleğinde kalmamış gibi Gezi. Ne kadar zorlanırsa zorlansın bir 1968 baharı olmadı; yaşandığı sırada atfedilen önemi tarihsel bellekteki yerinin çok altında kaldı. Bu yüzden de İstanbullu için ulaşımın aksaması hatırlamadığı bir günün lüzumsuz zulmüne dönüştü.
Kurulduğu günden beri kendi halkından kuşku duyan devlet hafızası ise Gezi’yi unutmadı. Bugün meydan kapatılmasa belki küçük birkaç grup bir-iki gösteri yapacak ve evlere dağılacaktı. Psikolojik üstünlüğü elde ettiğini düşünen ve sabırla kendi sırasının gelmesini bekleyen muhalefetin zaten protestoya takati yok.
Aslında 11 sene de önce bu iş bu kadar büyümeden kapatılabilirdi. O gece birkaç kişi belediyenin iş makinalarını görüp kampa çadır kurmuştu, daha sonra bir aralar anlattığı fıkralarla iktidarın en sevdiği HDP’li vekil olan Sırrı Süreyya Önder’in de katılmasıyla iş yeşili koruma, parka sahip çıkma protestosuna dönüştü. Pek de estetik olmayan, bir aralar kamusal seks alanı olarak İstanbul gece hayatının belleğinde yer alan park yine de dünya gündemine gelmeyebilirdi.
Polis geldi, çadırı yaktı ve orada hiçbir ideolojileri, planları, amaçları olmayan, neredeyse bir hippi duyarlılığında gösteri yapanlar ise hayatlarını zor kurtardı. Polisin ilk şiddetli eylemi değildi Gezi, aksine bardağı taşıran son damlaydı. Daha önce yine meydanın üç yıldır olaysız geçen kutlamalara rağmen 1 Mayıs’ta kapatılması ve İstiklal’de Emek Sineması için yürüyüş yapanlara orantısız şiddet uygulanmasıyla polis halkını düşman görmekte çok bonkör davranmaya başlamıştı. Halk, halkın vergileriyle satın alınan biber gazları cömertçe sıkıldı.
Eylemler büyüyüp yayılmaya başladığında iktidar panikledi. Polis olayları yatıştırmaktansa daha da büyümesi için yangına benzin döktü. Protestolar kartopu gibi büyürken Pennsylvania’daki şarlatan imam ise eylemcileri destekliyordu, uzaktan yolladığı mesajda eylemlerin haklı buluyordu. Zaten olayları kızıştıran, masum bir eylemi darbe girişimi gibi sunmaya çalışan bizzat örgüttü. 2013’te meydanı kapatan vali ve emniyet müdürü daha sonra FETÖ’den tutuklandı, 2022’de Yargıtay kararıyla ancak beraat ettiler. FETÖ iktidarı zor durumda bırakmak için olanca gücüyle Gezi’ye saldırdı, hükümeti bu protestoların bir darbe girişimi olduğuna ikna etti. Oysa darbeye bizzat kendileri daha sonra kalkışacaklardı. Darbenin faturası örgüte çıktı ama Gezi’deki rolleri hala tam olarak aydınlatılmadı.
NE KAZANILDI
Gezi’ye katılanlar eylemlerin karşılığını aldığını düşünüyor büyük ihtimalle. En büyük kazanım zaten berbat olan bir meydana büyük ihtimalle daha da berbat olacak bir inşaatın yapılmasının engellemesiydi. Ancak bu sözde zafer Gezi’nin uzun vadeli sonuçları düşünüldüğünde adeta çocukların eline oyalanmaları için verilen bir pamuk şekeri kadar manasız kalıyor.
Ortadoğu’da protestolar daha fazla demokrasi getirmiyor, aksine rejimleri daha fazla otoriterleştiriyor ve çözümsüz sorunlara yol açıyor. Arap Baharı sonrası Mısır ve Libya, Suriye’deki iç savaşın yarattığı global mülteci krizi, 2009’daki İran ayaklanmalarının ardından rejimin daha da sertleşmesi.
Erdoğan hükümeti Gezi eylemlerinin kendilerine yönelik varoluşsal bir tehdit olduğunu düşünerek o yıllarda atmak üzere olduğu Kürt açılımı, yargı reformu gibi adımlardan vazgeçti. 2013 aynı zamanda AK Parti’nin tam anlamıyla liberallikten vazgeçip milliyetçi-otoriter politikaları benimseyip iyice sağa kaymasının da miladı oldu. Bu değişim sadece ülkenin tam anlamıyla bir güvenlik devletine dönüşmesiyle sonuçlanmadı, hepimizin hayatına etki eden ekonomik maliyetleri de oldu. Para da demokrasi seviyor maalesef.
Güvenlik devleti hafızası 11 yıl sonra meydanı kapatarak geçmişten ders almadığını, yanlış—ve kasti—kararlar yüzünden yok yere bir kriz çıktığını okuyamadığını gösteriyor. Parti devletinin seçim yenilgisinden sonra halkın gönlünü kazanmak gibi bir derdi olmadığı da belli. Tabii bazen devlet ideolojisi partinin niyetini de ezebilecek kadar baskın olabiliyor.
11 yıl sonra yaşanan travmayı devlet unutmadı. Ama unutmayan bir kişi daha var: konuyla hiç ilgisi olmadığı halde, Gezi’ye en büyük katkısı “Ya bari çocuklara poğaça mı yollasak,” diyen Osman Kavala. Devlet içine sızmış bir örgütün ustaca kurguladığı bir provokasyonun tam hesabı sorulmadan, kullanılan piyonlar dahi yargı kararıyla beraat edilirken hayali bir düşman olarak bütün bedeli Kavala ödüyor.
Bir gün önce de Gezi Parkı’nın İstanbul gece hayatının bir dönemini bilenlerin koyduğu adıyla “podyum” denen koridorunda yürüdüm. Ellerini apış aralarına koymuş, yaşlılığın eşiğinde, gözleri fal taşı gibi fırlamış ve arandıkları belli birkaç “amca” dışında bir Gezi ruhu parkta yoktu. Zaman zaman Osman Kavala’nın uğruna bu kadar bedel ödediği ve kültürel standardını yükseltmek için milyonlarını harcadığı bu ülkeyi iyi tanıyıp tanımadığını merak ediyorum. Bazen gerçekten değmiyor.