Kalamata Havaalanında—ki buraya havalimanı denemez sadece havaalanı—tek bir güvenlik kapısından geçmek için kuyruk beklerken içimden “Umarım hiç kimse buraya düşmez,” dedim. Dünyadaki bütün statülerin anlamsız kaldığı, ‘check-in’ ve güvenlik sırasının birbirine karıştığı, metal dedektörden geçtikten sonra varılan salonun yolcu sayısını asla kaldıramadığı bir yer burası. “Before Midnight” filminde oğlunu uğurlayan Ethan Hawke neden “Burası ne harika bir havalimanı,” diyordu? Yunanistan’da çekim izni aldıkları için borçlarını mı ödüyordu film ekibi?
Yarım saat sonra güvenlikten ter içinde geçtikten sonra içimi huzur kaplıyor. Yılın sadece belli döneminde kullanılan bir havaalanı tam da böyle olmalı. Tek işlevi yolcuyu A noktasından B noktasına ulaştırmak olan bir yerin ne zaman AVM olmasını kanıksadık? Belli ki benim bilinçaltım da dev havalimanı ve geniş otobanların gelişmişlik göstergesi olduğuna gizliden gizliye inanmış. Kendim de sık sık faydalansam da “elite” statünün anlamını yitirdiği, “lounge” ayrıcalığı olmayan, her sınıftan insanın aynı kapıdan geçtiği bir dünyanın eşitleyici özelliğini unutmuşum. Yunanistan bana her yaz bunu hatırlatıyor.
YAZ TATİLİNİN SADELİĞİ
Yunanistan’da tatil yapmanın tek avantajı “25 Euro verip dünyayı yedik,” diye böbürlenmek değil. Bu yaz aralıklarla iki ayrı sefer farklı noktalarına gittim ve bir kere bile zincir market görmedim mesela. Bazen köydeki tek bir bakkal güneş kreminden ıspanaklı böreğe, kolluktan güneş kremine bir insanın yaz tatili boyunca bütün temel ihtiyaçlarını karşılayabiliyor.
Mani yarımadasının sahilleri Yunanistan’ın en güzeli olarak biliniyor.Şezlong savaşları Yunan adalarında da tam gaz ilerliyor. Deutsche Welle’nin bir haberinde gördüm: Hükümet sahillerin işletmeler tarafından işgalini denetlemek için bir uygulama geliştirmiş. Bulunduğunuz sahilde kendilerine ayrılan sınırı aşan işletmeleri haritaya bakarak ihbar ediyorsunuz, yetkililer gelip denetliyor. Bazen uygulamadaki bilgiler güncellenmiyor; hükümetin o kadar adaya ve sahile her zaman yetişmesi de mümkün değil. Drone’larla da denetim yapılıyor.
Ama beach club her zaman sahilin ancak bir bölümünü işgal edebiliyor; büyük bir bölümünü değil. Ağaç altına havlu atıp yayılmak da güzel, ama insan bazen şezlong ve şemsiye de istiyor. Şezlong ve şemsiye satanlar da müşteriyi soymuyor. Bizim yıllardır bulamadığımız dengeyi suyun öteki tarafı sağlamış.
Temel fark ahlak anlayışı olmalı. Kasabaya zincir market gelmesinden dolayı mutlu olanların beach club işgaline itiraz etme hakkı yok. Bir işgal diğerinden bağımsız ilerlemiyor.
Bu yaz bir adada epey geç bir saatte plaja indiğim için şezlong bulamadım. Çantamı bir banka bıraktım, bir saat yüzüp çıktım ve hiç kimse bana karışmadı. Ardından sahildeki bir barda karpuz yiyerek biraz kitap okudum, sonra tekrar yüzdüm. Yaz tatilinin bu kadar basit, kolay ulaşılabilir ve sıkıntısız olabileceğini hatırladım. Son birkaç yazdır Çeşme’ye gitmektense suyun öteki yanını tercih etmem Türkiye’de her sabah denize girmek için kendi hayatımda yaşadığım stres yaz tatilinin dinlendirici misyonundan çalıyor.
Köyde bir kilise, beş-altı tane ev ve meydanda tek bir lokanta var.DAĞIN BAŞINDA BİR LOKANTA
Mani yarımadasında bir dağın tepesinde beş-altı evlik ve tek bir kilisenin olduğu köydeki lokantayaysa beni Gooogle haritalarındaki fotoğraflar götürdü. Bir yeri keşfederken artık hemen hiç yorumları okumuyorum. Hemen her zaman olumsuz bir şey söylemek için olumsuz bir şey arayanlar yorum yazıyor; sosyal medyada fikir beyan edenler gibi. Gerçekten değer verilecek fikri olan nitelikli insanlar susuyor.
Ama fotoğraflar yalan söylemiyor. İyi bir cacığı—evet kötüsü de var—benim kadar yemek yemiş birinin fotoğraftan anlaması mümkün.
“Buranın adı ne?” diyorum, çünkü harfleri okumam mümkün değil. “Karioupoli” diyor genç kadın. Haritada köyün adı Karioupoli olarak geçiyor halbuki. Lokantanın adresi ise “Bilinmeyen sokak” ve numarası yok.
İnsanı sersemletecek kadar kuvvetli esiyor rüzgar. Ama beş yüz tane fön makinası suratınıza tutulmuş gibi sıcak. Rakım yüksek olduğundan terletmiyor.
Masaya oturur oturmaz ehlikeyf içinde buz gibi “tsipouro” geliyor. “Bizim ikramımız,” diyor yarım yamalak İngilizcesiyle servisteki genç adam. Yüzde 40-45 alkol oranıyla tam ispirto, ama anason ya da rezene aroması yok. Dağ yollarından inip otomobil kullanacağım oysa, karnım da aç ve ilk yudumda dağılma ihtimalim var. Oysa ispirto, yine ikram olarak gelen acılı peynir ezmesi, minik zeytinler ve bayat ekmek kıtırlarıyla mükemmel bir iştah acıcı görevi görüyor. Çarpmıyor. Adeta midenin ihtiyacı varmış gibi kanalları açıyor.
Kızarmış ekmeklerin üzerine damlatılmış zeytinyağı tam bir Ege tatili romantizmi.Bir süre sonra bir başka genç adam geliyor sipariş almak için ve önce afallıyorum. Aynısından iki tane var, ama ikiz değillermiş. Aralarında iki yaş var. Tek başıma sipariş ettiğim yiyecek miktarını görünce şaşırıyor.
YUNAN BURGER’I
“Burger” istiyorum. Yunanistan’da hep “burger” yiyorum zaten. İngilizce mönülerde “burger” diye geçiyor ve bazen “ekmeksiz” diye açıklama yapılıyor. Dolgun, şişkin ev köftesi aslında ‘burger’ ve bizim ülkemizde bulamayacağımız kadar taze ve iyi kızarmış patatesle ikram ediliyor. Karioupoli köftenin üzerine bir dilim de ızgara domates koymuş. Çocukluğumun hafta sonu evlerindeki mangal partilerine gidiyor aklım bir anda.
Burger’ın ekmeksiz olduğu her zaman özellikle vurgulanıyor.Karioupoli’yi zaten belki de en iyi “kendin pişir kendin ye” lokantası olarak tarif etmek mümkün. Başkaları pişiriyor, ama bol bol et var. Domuz, oğlak, keçi, kuzu, sosisler. Izgara pirzola kiloyla satılıyor, 350 gramlık bir seçenek de var. Yine bol bol taze patates kızartması.
Koca bir domates, içinden bizim ülkemizde çoktandır unuttuğumuz domatesin umami’si fışkırırken çiçek gibi kesilmiş şekilde geliyor. Üzerinde kaya koruğu ve kapari gerekli asidi sağlıyor. Yunanistan neye tuz koyacağını çok iyi biliyor; domatesin lezzetini tuz ortaya çıkarıyor. Zeytinyağında da cimrilik yapılmıyor.
Domatesin, tuzu, asidi, yağı ve umamisi unuttuğumuz kadar yerinde.Köftelerin üzerindeki ızgara domateslerin şekeri pişince fışkırmış, ete katkısı inanılmaz. Pirzola da çocukluğumda güvenilir kasaptan alındığı gibi. En lüks lokantalarda bile böyle pirzolaya denk gelmedim az önce. Bir arkadaşıma “Herhalde yeni kesip getirdiler,” diyorum. “Yeni kesseler bu kadar yumuşak olmaz,” diyor telefonda. Öyle iyi pişmiş ki, kemiğin ucundaki yağları bile ayırmadan mideye indiriyorum.
Pirzolanın porsiyonu 350 gram.İspirto yavaş yavaş ısınırken önümdeki yemekleri ayıp olmasın diye bitirmeye çalışıyorum. Galiba cacık / tzatiki hemen tıkıyor. Ama sırf o yoğun sarımsak tadı için yemeden duramıyorum. Hesap, evet, 30 küsur Euro. Yanında bugüne kadar yediğim en güzel mozaik pastanın iki minicik dilimiyle geliyor. Biraz daha istesem? Aklımda kalması için bir sonraki gelişime bırakıyorum.
Bilinmez sokağın bilinmez numaralı durağındaki lokantada akşam servisi için hazırlık başlıyor. Güneşin kilisenin arkasından batmasını izliyorum ve kalabalık gelmeden kalkıyorum. Buraya gece kalabalık bir ekiple gelip saatlerce oturmanın hayalini kuruyorum. Zaten hep büyük gruplara hazırlanıyor akşam servisi. Ama Karioupoli’ye ulaşması o kadar zor ki bir daha yolum düşer mi bilmiyorum. Burada birkaç sene geçirerek insanın ömrünün uzayacağına eminim ama.
Akşam servisi büyük grupları bekliyor.Köydeki birkaç ev de akşam hazırlığında. Bilinmez sokaktan biraz yürüyüp vadiye doğru bakıyorum, gökyüzünün en güzel saatleri. Doğa meraklısı değilim ama ben bile kendimden geçiyorum. Daha iyi bir ülkede, daha iyi bir hayatı, daha iyi insanları, daha güzel bir akşamı bırakıp yavaş yavaş kendi dünyama dönmeye ve hayatımın geri kalanını kendi kendime Yunanistan sahillerini romantize ederek geçirmeye hazırlanıyorum.