Güneri Cıvaoğlu tam bir patron kalemiydi. 18 yaşında hafif solcu bir üniversite öğrencisi olarak ona açık açık “Grup değiştirince görüş değiştirmek de zorunlu mu?” diye sormuştum.
Sorum hadsiz değildi. Cıvaoğlu o zamanlar Sabah gazetesinde yazıyor ve ATV’de akşam haberlerinde yorumculuk yapıyordu. Hemen her akşam Tansu Çiller’i övüyor ve Mesut Yılmaz’ı eleştiriyordu, çünkü Sabah grubu o zamanlar Tansu Çiller’i övüyor ve Mesut Yılmaz’ı eleştiriyordu. 1996 yılında ortalığı gümbür gümbür sarsan bir transferle Cıvaoğlu bu sefer Milliyet’e transfer olmuş, Kanal D’de yorumculuğa başlamıştı.
Devamını merak ediyor musunuz? Evet, her akşam Mesut Yılmaz’ı övdü ve Tansu Çiller’i eleştirdi. Çünkü o aralar Miliyet grubu da Mesut Yılmaz’ı övüyor ve Tansu Çiller’i eleştiriyordu.
Cıvaoğlu o panele belli ki jest için gelmişti. Bir üniversite öğrencisinin kendisine hesap sormasını beklemiyordu. Konuşmasını medya patronlarının başka iş yapmalarının artık ne kadar normal olduğuna ayırmıştı. “NBC’nin de ortağı General Electric,” diye başlayıp başka örnekler de vererek bu durumun dünyada normal sayıldığına getirmişti lafı. Panelin bu konuda olduğunu zannetmiyorum, salondakilerin ondan böyle bir açıklama beklediğini de.
Güneri Cıvaoğlu soruma hiçbir zaman yanıt vermedi. “Şu anda yayına yetişmem gerek,” diyerek erkenden gitti. Onun çok renkli hayatında büyük ihtimalle aklında kalmayacak bir ayrıntıydı. Ama benim Güneri Cıvaoğlu’yla ilk görüşmemdi. Onu son gördüğümdeyse beraber New York’ta bir striptiz kulübündeydik.
Ama bu iki durak arasında epey bir mesafe, masada yarıştırılan ıstakozlar, parkta bir erkek tarafından uğradığı cinsel taciz, çok sayıda kadın, Baskin Robbins’in diet dondurması ve açık bir likör şişesi var.
*
Galiba TGRT’ydi ve galiba Sabahattin Önkibar’ın sunduğu bir programdı. Güneri Cıvaoğlu’nun Milliyet’e transferinin ardından kendisiyle upuzun bir söyleşi yapılmıştı. Üç saat olabilir, abartmıyorum. Bu kadar süreyi doldurmak mümkün değil, zaten bir ara muhabbet Cıvaoğlu’nun günlük beslenme rutinine kadar geldi. Bu efsane köşe yazarının öğlenleri yağsız iki dilim tavuk göğsü ve biraz sebzeyle karnını doyurduğunu öğrendik.
O gün ne boş muhabbet bu derken bugün periferiden bir gazetecinin merkezin tam ortasındaki figüre beslediği hayranlığı ve merakı görüyorum o soruda. Ekran başında benden başkası var mıydı, bilmiyorum, ama benim de gözümü ayırmadan izlediğim ve bugün bile aklımda kaldığı gerçeği var. Ama sadece ben değil, bütün Türk basını Güneri Cıvaoğlu’nu yıllarca tanımlanamaz bir göz kamaşmasıyla izledi hep.
*
Nadir Güneri Cıvaoğlu. İsme bakar mısınız? Adınız Ajda’ysa hayattaki tek seçeneğiniz süperstar olmaktır. Güneri Cıvaoğlu adlı bir isme sahipseniz de, en azından o adın hürmetine efsane olmak zorundasınızdır. Cıvaoğlu bunu fazlasıyla başardı. Hatta Türk basınında hakkında onun kadar mitoloji üretilen bir başka efsanevi kahraman var mıdır, bilmiyorum. Bir Güneri Cıvaoğlu var, bir de diğerleri.
Nadir Paşa’nın torunu Güneri Cıvaoğlu. Boşuna bakmayın, tarihimizde Nadir Paşa diye hemen akla gelebilecek simgesel bir figür yok. Bir Cemal Paşa değil Nadir Paşa. Tosun Paşa bile değil. Aslında benim Lütfü Albay’ın torunu olmamdan pek de farksız değil, adı Nadir olan bir paşanın torunu Güneri Cıvaoğlu. Ama “Nadir Paşa’nın torunu” dendiğinde insan önünü iliklemek istiyor. Güneri Cıvaoğlu karakterinin inşası böyle küçük tuğlalar üst üste koyularak inşa ediliyor işte. Ve giderek öğle yemeğinde yağsız iki dilim tavuk göğsü yemesinin bile haber değeri taşıdığı bir efsane oluşuyor.
Bu efsanenin aslında ne yazdığından çok ne yediği, kiminle gezdiği, nereye gittiği, daha da önemlisi başkalarının bunlar hakkında neler söylediği daha önemli.
Rivayet odur ki Cıvaoğlu transfer sözleşmesine o aralar Bebek’te açılan Baskin Robbins’den diet dondurma alınması maddesini ekletmiş. Bir başka rivayete göre bir zamanların meşhur gazetecileri lüks lokantalarda canlı ıstakozları yarıştırır, yarışı kaybedeni seçip yerlermiş. Bu ıstakoz yarışının pilotu da Cıvaoğlu’ymuş. Yarışı kaybeden ıstakoz neden mi seçiliyor? En şişman yani en eti bol olanı.
Yine bir başka rivayete göre Sabah gazetesine transfer olduğunda Bebek’te dönemin iktidar sahiplerinin karnını doyurduğu Les Ambassadeurs lokantasında cebinden çıkardığı kare sigara paketini masaya koyarak kendi köşesinin anonsunun bu boyutta olmasını istemiş.
Bu sonuncusu doğru. Doğru olduğunu biliyorum, çünkü Metin Münir’in “Sabah Olayı” kitabında aktardığı bu anekdotu ona Milliyet koridorlarında bizzat sordum.
“Birinci sayfa üzerine konuşuyorduk ve birinci sayfada anonsun nasıl olması gerektiğini konuşuyorduk,” demişti. “Ben de ‘Böyle bir yer olur,’ diyerek sigara paketini gösterdim. Olay bundan ibaret.”
Istakoz yarıştırma meselesi? Tabii ki bunu da sordum. Bu tamamen bir şehir efsanesi ve Cıvaoğlu tarafından doğrulanmadı.
Baskin Robbins’den diet dondurma meselesi? Cıvaoğlu’nu bulmuşken tüm şımarıklığımda bunu da sormaz mıyım? Bu efsane yarı doğru. Tabii ki sözleşmesinde diet dondurma diye bir madde yok, ama belki birkaç kere şoförünü Bebek’teki Baskin Robbins’e dondurma almaya göndermiştir ve laf buradan yayılmıştır. Neden ta Bebek’teki Baskin Robbins’e gönderdiği konusunun da son derece pratik bir açıklaması var: Diet dondurmayı o zamanlar sadece Baskin Robbins yapıyor ve tek şubesi de Bebek’te.
*
Güneri Cıvaoğlu’nu Doğan Medya Center’ın birinci katında yakalayıp karşıma aldığımda ve bütün bu şehir efsanelerini sorduğumda yalnız değildim. Yanımda, bugün Güneri Cıvaoğlu’na hepimizden daha yakın bir yerde olan Ahmet Tulgar vardı ve ikimiz onu gördüğümüz anda yapışıp sohbet ediyorduk.
Aslında ikimiz de o zamanlar Cıvaoğlu’ndan gizliden gizliye nefret ediyorduk ve artık onun kuşağının sonunun gelmesi gerektiğini düşünüyorduk. Ona verilen maaşla en az 100 tane emekçinin istihdam edilebileceği gibi eski tip Ortodoks solcu yalanına inanıyorduk. Benzerleri gibi onun da bir an önce yok edilmesi gerektiğinin medyanın geleceği açısından elzem olduğunu savunuyorduk.
2000’lerin başında neredeyse muradımıza erdik. Güneri Cıvaoğlu köşesini kaybetmedi ama Türk basın tarihi açısından çok daha önemli ve simgesel bir değişimin tam merkezinde yer aldı: odasını kaybetti. Özel asansörle çıkılan beşinci katta, patrona komşu odasından birinci kata, yazıişlerinin dibinde paravanlarla ayrılmış, derme çatma bir bölmeye taşınmak zorunda bırakıldı.
Cıvaoğlu’nun taşınma telaşını muazzam bir tatminle izliyor, uzun uzun bu yeni küçücük odasına dev sehpasını nasıl bir türlü sokamadığını anlatıyordu Ahmet. İki sekreterli, üç asistanlı, şoförlü, duşlu, bornozlu köşe yazarlığı saltanatı bitmiş, Cıvaoğlu biz ölümlülerin arasında nefes almak zorunda bırakılmıştı.
Cıvaoğlu sehpasını yerleştirmekte zorlanırken ben bunun Ahmet’in aksine sonun başlangıcı olduğunu görüyordum ve sevinemiyordum. Patronların özel uçak kullanmayı bırakması yakında birimizin işsiz kalacağının habercisidir. Bu taşınma da Cıvaoğlu’nun sonunun başlangıcı değildi, hepimiz için bir felaketin habercisiydi.
Medyada artık o paraların kalmadığını, hiçbirimizin Güneri Cıvaoğlu kadar çok kazanamayacağını, bir dönemin tamamen bittiğini dan diye yüzümüze çarptı.
Belki de o sayede bizimle konuşuyor, normal şartlarda asla muhatap almayacağı genç ve şımarık bir muhabirin alaycı sorularına maruz kalıyordu.
*
Bu son cümlemi düzeltmem gerekiyor: Belki Güneri Cıvaoğlu tanrılar katında da muhatap alırdı bizi, belki biz onu gözümüzde büyütüyorduk, belki konumunun ve hakkında üretilen efsanelerin aksine son derece mütevazı biriydi. Bilmiyorum. Ben onu süper ligden elendikten sonra tanıdım, ama o aralar onunla çalışan bir arkadaşım “Ne zaman yemeğe çıksak şoförü de bizimle aynı masada oturup yemek yiyor,” demişti.
Doğruya doğru. Ben de onu hiçbir zaman insanları küçümseyen, ayıran, burnu havada, küçük dağları ben yarattım havasında dolaşan biri olarak görmedim. Arada söylediği “Türkiye’de sadece Türk tatlıları yerim,” ya da “Akaretler’deki eve sadece şehir merkezine geldiğimizde, mesela sinemaya gittiğimizde kalıyoruz,” gibi buram buram snobizm kokan cümlelerini ona hep yakıştırdım.
Ahmet’in doğum günü olduğunu öğrendiğinde odasından bir şişe likör getirip hediye etti. Ahmet de o şişeyi bana verdi, çünkü o aralar tiramisu yapmaya takmıştım ve badem likörü gerekiyordu.
Tiramisu yapmak için illaki badem likörü gerekmiyor. Ama yaşam kültürüne dair pek çok şeyi öğrendiğimiz arkadaşımız Nazan badem likörü tercih ediyor; ben de ondan öyle öğrendim. Sadece badem likörlü tiramisu tariflerine bakıyorum. Verilen malzeme listesinde tek bir müdahalem oluyor; tarifte bilmem kaç kaşık badem likörü diye yazıyor, ben “Açık badem likörü” diye düzeltiyorum.
Birkaç gün sonra Cıvaroğlu’nun hediye ettiği badem likörünün daha önce açılmış ve üzerinden hafifçe içilmiş olduğunu fark ettim. Bunlar anlamaz ne de olsa diye mi vermişti yoksa gözünden mi kaçmıştı? Samimiyetten miydi? Jest miydi ayıp mıydı? Dalgınlık mıydı? Hala karar verebilmiş değilim. Ama şık bir hareketti.
*
Yine Metin Münir’in “Sabah Olayı” kitabında aktardığına göre Rahmi Turan’ın uyduruk bir magazin ve seks gazetesi olarak çıkardığı Sabah’ı Dinç Bilgin ciddiye alınır ve etkili bir yayın organı haline getirmek istiyor. Bunun için de Güneri Cıvaoğlu’nu transfer etmeyi kafasına koyuyor. Münir’in işaret ettiği gibi o zaman verdiği kulis bilgileriyle ülkeyi yöneten sınıfın ilk okuduğu ve dönemin en etkili köşe yazarı olan Cıvaoğlu’nu transfer etmek Sabah’a bir anda lig atlatacak. Cıvaoğlu da kendi değerini biliyor tabii ki, babasının—ya da Nadir Paşa’nın—hayrına Dinç Bilgin’e çalışacak değil. Kim bilir nasıl bir fiyat çekiyorsa, bu yüklü transfer ücretinin duyulmaması için Bilgin muhasebe müdürüne talimat veriyor: “İkimizin arasında kalsın, biz bunu reklam harcaması olarak görelim.” Ve Sabah gazetesi asıl böyle doğuyor.
Akaretler’de sinemaya gidildiğinde kalınan evi söyledim. Bodrum’da yazlık var. St. Germain’de bir pied-à-terre, Boğaz semtlerinin birinde asıl ikamet, özel yapım Jaguar… Ben bir ara onun hakkında her yere helikopterle gelir, gibi şeyler yazıyordum. Ama helikopter yok. Olsa da yakışırdı ve Güneri Cıvaoğlu da bunu hak ederdi.
Çünkü Cıvaoğlu yaptığı bütün bu servete rağmen bireysel zenginliğin kolektif zenginlik olmadan bir anlamı olmadığını bilecek kadar gelir adaletine inanıyordu. Bu yüzden kendisi kazanırken başkalarına da dağıttı, gazetecilerin yaşam standardını yükseltti. Gazetecilere yaşayacakları, hatta birikim yapabilecekleri maaşların ödenmesini sağladı. Bugün gazetecilikten servet yapan birkaç isim varsa, zaten haklarını teslim edeceklerdir, bunu Güneri Cıvaoğlu’na borçlular.
Cıvaoğlu hakkındaki bir başka efsane odasının camından gördüğü karşı binanın cephesinden çok rahatsız olduğuna dair. O kadar rahatsız oluyor ki sonunda binanın cephesini sırf kendi göz zevki için boyattırıyor. Cıvaoğlu gazeteciliğin de sıvaları dökülen cephesini boyatmıştı. Ondan sonra bina tamamen çöktü.
*
Her tercihin bir bedeli var tabii ki. Güneri Cıvaoğlu hayatı boyunca hiç muhalif yazı yazmamış olmakla övünüyor. Ya da hayatı boyunca hiçbir yazısına dava açılmamış olmasıyla. Türkiye’de gazetecilik yapan bir insana bugüne kadar hiçbir dava açılmamış olması gurur sertifikası mı, utanç vesikası mı?
Tipik bir Güneri Cıvaoğlu yazısının en kritik bölümü “denge paragrafıdır” ve bu taktiği Türk basınında en iyi uygulayan kişi hep o olmuştur. Denge paragrafı hem köşe yazarına hem de patrona manevra imkanı tanır, olası bir siyasi baskıda kurumun kendini savunmasını sağlar, yazar da kendini sağlama alır.
“Hükümetin bu son aldığı karar ülkemizin geleceği açısından hiç de hayırlı sonuçlar vermeyecektir,” diye başlayan bir yazı “Bir başka görüşe göre, hükümetin aldığı bu karar ülkenin önünü açması açısından hayati önem taşır,” diye bitebilir. İşin ilginci bu dengeyi tutturabilmek sanıldığından çok daha büyük ustalık istediğinden herkes beceremez. Bu yüzden yıllar içinde bir tane Güneri Cıvaoğlu çıkmıştır.
Şimdi ben de bir denge paragrafı taktiğiyle “Güneri Cıvaoğlu tam bir patron kalemiydi,” cümlesiyle başlayan yazımda patron kalemi olmanın hasletlerini uzun uzadıya anlatabilirim.
*
Evet, Güneri Cıvaoğlu tam bir patron kalemiydi ama sorulsa bunu reddedeceğini de sanmıyorum. Zaten resmi unvanı da başyazardı. Başyazar da kurumun—yani patronun—görüşlerine—yani çıkarlarına—uygun yazı yazan kişilere verilen bir unvandır. Patronlar kimi başyazar yapacaklarını iyi bilirler.
Ancak patron kalemi iyi kullanıldığında tıpkı Güneri Cıvaoğlu’nun yaptığı gibi hiç beklenmedik olumlu sonuçlar doğurabilir. “Tamam ben gelip senin gazetende çalışırım, şu kadar da para alırım ama ekibimi de getiririm ve onlara da şu kadar para isterim,” bunun en basit örneği.
Ama patron kalemi herkesten önce kendi göğsünü saldırılara karşı siper eder ve kurumu da korur. Siyasetçiler medya patronlarına baskı yaptığında patron kalemi araya girer ve krizi yatıştırır. Patron öfkelenip gazeteyi kapatmaya kalktığında hemen yanına çıkar ve yatıştırır. Araya girer, tavla oynar, aynı denizde yüzer, şarabını koyar, bir müzik çalar, bir-iki fıkra anlatır, hoşuna gidecek bir yazı yazar, siz şöyle büyüksünüz böyle önemlisiniz der ve yangınları söndürür.
Kim bilir kaç kişinin kellesini giyotinden kurtarmıştır, kaç emekçinin evine ekmek götürmesini sağlamıştır o patron kalemi. İşin ironik tarafı çalışan sınıf hiç de azımsanmayacak bu katkıyı bilmez, 18 yaşında panelde Güneri Cıvaoğlu’na saldıran üniversite öğrencisi gibi belki yaklaşık 30 sene sonra o sorusunun yanıtını alır.
*
Türkiye’de bildiğimiz anlamda gazetecilik patron, patron kalemi, genel yayın yönetmeni, siyasetçi ve birinci sayfa arasında oynanan bir koreografidir. Ama bu dansın arka planında, onlar kendi kendilerine oyalanırken başka tür bir gazeteciliğe de yer vardır. Daha açık söyleyeyim: Güneri Cıvaoğlu elini çamura buladığı için ben ve benim gibiler onun yaptığını yapmak zorunda kalmadık.
Güneri Cıvaoğlu epey bir süre önce yurtdışında bir yerde, bir parkta, bir bankın üstünde otururken yanına bir adam çöküveriyor. Ne oldu bitti demeye kalmadan adam sağ elini Cıvaoğlu’nun sol bacağının üzerine koyup okşamaya kalkıyor. Cıvaoğlu kibarca adamın elini tutup kendi bacağından çekiyor ve daha sonra, olanca kibarlığıyla, “I am not against but I’m not,” diyor.
Ahmet’le bana bu anekdotu anlattığında adama verdiği tepkiden gurur duyuyordu. Hatta birkaç kere vurguladı: “Güzel dememiş miyim ama? I’m not against but I’m not.” Bir çocuk gibi iyi düşünüp taşı hiç rencide etmeden gediğine koymasından gurur duyuyordu. Güneri Cıvaoğlu’nun gazeteciliğini düşündüğümde daha uygun bir cümle gelmiyor: “Karşı değilim, ama ben değilim.”
*
Güneri Cıvaoğlu’nun en büyük yıkımlarından biri—şahsi değil, profesyonel—AK Parti yıllarında kendisine alan bulamaması oldu. Açıkçası herhangi bir kapıyı da zorlamadı, daha baştan bu iktidarla kendisi arasında bir ten uyuşmazlığı olduğunu kestirdi ve köşesine çekildi. Denemedi bile. AK Parti de onu dahil etmek için herhangi bir çaba göstermedi. Türk sağının insanı değildi zaten. Türkiye’nin ciddi anlamda kutuplaştığı bir başka dönemde sağın gazetesi Tercüman’ın yayın yönetmeniydi gerçi, ama o koltuk da ona tam oturmamıştı. AK Parti yıllarındaysa tamamen yedek kulübesine çekildi
Cumhurbaşkanlarının muhatap aldığı bir gazeteci için yedek kulübesi ölüm demekti. O da son 20 yılını neredeyse “emeritus” konumunda hiç kimsenin izlemediği televizyon programları ve hiç kimsenin okumadığı köşe yazarlarıyla, markasının mirasını yiyerek geçirdi. Enerjisinin çoğunu kadınlara, hatta biraz da kabul edilebilir kur yapma sınırları fazlasıyla zorlayacak kadar kadınlara yöneletti. O davet senin bu davet benim gezerken.
Halbuki eski etkinliğine sahip olsa ve yine çemberin içine alınsa bugünkü Türkiye, medya-siyaset ilişkileri, iktidarın otoriter tavrı çok daha farklı olabilirdi. En azından Osman Kavala hala içeride olmazdı.
Bunu nereden mi biliyorum? 12 Eylül’de Kenan Evren’in özel kalemi gibi çalışan Mehmet Barlas bu bağlantısı sayesinde Mümtaz Soysal’ın hapse girmesini engelledi. Ne yazık ki AK Partili yıllarda Barlas çoktan etik pusulasını kaybetmişti, bir süre sonra da kendi sağlık sorunlarıyla uğraşmak zorunda kaldı zaten. Ama 2011-2012 yıllarında bile bir zamanlar yanağını okşayarak kameralara yakalandığı Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresinden uzaklaşmıştı.
“Geçen gün Mehmet’le konuştum, ben de epeydir görüşmüyorum dedi,” diye bunu bana anlatan da Güneri Cıvaoğlu’ydu.
*
New York’ta Bar Pitti’deydik. Ertuğrul Özkök ve Ali Esad Göksel’le birlikte yemeğe çıkmıştık. Cıvaoğlu birilerinden Bar Pitti’yi ve o zamanlar yanında açık olan Da Silvano’yu duymuştu. Birinde yemek iyi, diğerine de güzel kızlar geliyor diye. Birkaç kere de bunu vurgulamıştı: “Birinde yemek iyi, diğerine de güzel kızlar geliyor dediler.” Güzel kızların olduğuna değil, iyi yemek olana gittik. Ancak hazırlıksız yakalanmıştık. Bar Pitti’de kredi kartı geçmediği için hesabı cebimizdeki nakitleri birleştirerek zar zor ödedik.
Bir sonraki gece miydi yoksa aynı gecenin devamı mıydı, şimdi belleğimde bulanık. Yemeğe dördümüzün gittiğini hatırlıyorum. Ama bir sonraki sahnede sadece Özkök yok. O yüzden belki bir başka geceydi. Neyse.
Cıvaoğlu bir davet için New York’a gelmişti ve davetin olduğu mekanın terasından gözüne karşı kaldırımda bir mekanı kestirmiş, onu davet eden halkla ilişkilerci kızları da gecenin sonunda sadece bir içki için buraya mutlaka uğramaları gerektiğine ikna etmişti. Gözüne kestirdiği yer şehrin bilinen striptiz kulübü Scores’du. Bir şekilde ben de peşlerine takıldım ve içeride Ali Esad Göksel’le bir köşede gece boyu sohbet ettim. Sanırım striptiz kulüpleri açıldığından beri içeride sadece sohbet eden ilk ve tek kişi ikimiz olduk.
Güneri Cıvaoğlu ise RTÜK sansürünün bile hoş göreceği kadar masum ama uzun bir “lap dance” hizmeti aldı. Hepimiz bir an önce sürenin dolmasını ve evlere dağılmayı bekledik. Dans nihayet bitti, ben de “Eee nasıldı Güneri Bey?” dedim.
“Epey sohbet ettik. Çok entelektüel bir kız, burada yüksek lisans yapıyor,” dedi. “Fransızca konuşuyorduk.”
*
Güneri Bey, sizi çok özleyeceğim.