Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Daha karpuz kesecektik

        Fethullah Gülen’in ölüm haberini yıllardır bekliyordum, hatta bu haberi aldığımda çok sevineceğime, kutlama yapacağıma emindim. Böyle günler için dolapta birkaç şişe köpüklü bile var. Ama öyle olmadı. Şaşırtıcı bir şekilde sakin karşıladım bu ölüm haberini. Herhangi bir sevinç ya nefret belirtisi olmadan, tamamen hissiz bir şekilde. Çünkü çok gecikmiş bir ölümdü.

        Gülen bu ülkeyi ele geçirmeye çalışmadı sadece. Ölümüne neden olduğu başta Hrant Dink ve Necip Hablemitoğlu gibi binlerce ismin yanında benim kuşağımın da gençliğini çaldı. Kelimenin tam anlamıyla çaldı üstelik.

        Ben daha lisedeyken FEM dershanelerinin sınav kitaplarıyla sınava hazırlanmamız gerektiği konuşulurdu, güya bu kitaplarda yüksek öğrenim sınavındaki sorular yer alıyordu. ‘Bonus’ olarak dershaneye gidenlere sınavda çıkacak birkaç soru da armağan ediliyordu; en azından okul koridorlarında konuşulan buydu.

        Liseli bir öğrenci olarak bu dedikoduların doğru olup olmadığını kendi kendime öğrenme gibi bir imkanım yoktu. Ama o yıllarda bir haber merkezini arayıp anlatmaya çalıştım, çünkü elimden tek gelen buydu. Normal şartlarda gazeteciler bu gibi ihbar telefonlarını—önce dikkate almasalar da—en azından bilinçaltlarına yer eder, ya da en azından devamını araştırmaları için bir başlangıç sorusu olarak kullanırlar. Büyük skandallar hep böyle küçük ihbar telefonlarıyla ortaya çıkar. Daha da önemlisi, 12 Eylül döneminde sınav sorularının çalınması gibi bir öncülü de vardı bu iddianın. Telefona çıkan aptal ciddiye almamış, bir de hakaret ederek yüzüme telefonu kapatmıştı.

        *

        Bizim lise koridorlarında konuşulan iddiaların teyidi yıllar sonra spor spikeri Ertem Şener’den geldi. Bir törende sahneden gururla anlattığı anısı aslında Türkiye’nin en büyük organize suçlarından birinin teyidiydi. Ama Gülen eğitiminden geçtiği için bunun bir suç itirafı olduğunun bile farkında değildi.

        Kendi ağzından dinleyelim:

        “1994’te Şirinevler FEM dershanesinde ve aynı zamanda Mahmutbey’de Fatih yurdunda kaldım. Muğla Üniversitesi tarih bölümünü kazandım. Üzerimizde çok emeği olan bir isim bana sınavdan iki gün önce, üç gün önce… Bir hocamız merdivenlerden aşağı iniyor. Hepsi birbirinden heybetli tabii, paltosu sırtında, şöyle bir yüzüme baktı. Benim Türkçe öğretmenim. ‘Ali Ertem,’ dedi, ‘sen Muğla’yı yaz, Muğla Tarih’i kazandın.’ Sınav sonuçları açıklandı ve ben Muğla Tarih’i kazandım.” O Türkçe öğretmeni de Ekrem Dumanlı’ymış, kendisi söylüyor.

        Trajik aslında ama gülmeden de duramıyorum. Bu kadar organizasyona rağmen ancak Muğla Üniversitesi’ni kazanmış olması özel bir yeteneksizlikle mümkün olabilir.

        Aslında şaşırtıcı değil; Gülen de ilkokulu bile ancak dışarıdan bitirebilmiş bir cahildi. Yaratmaya çalıştığı, güya eğitim hamlesi adı altında sunduğu “altın nesil” de ondan farksızdı. Ancak çalarak bir yere gelen, ama onu bile beceremeyen, kendi başlarına bir baltaya sap olamayan bir mürit ordusuydu.

        Ağzını her açtığında saçmaladığı belli bir şarlatanın söylediklerine vahiy muamelesi yapmalarından anlamak mümkün zaten kapasitelerini. Bu sözlerde kıymet bulmak için ancak futbolcu kadar cahil olmak gerekirdi, nitekim en fazla kıymet bulanların başında da futbolcular geldi.

        Tam da boş sünger beyinleri yüzünden kullanışlıydı bu müritler. Gülen de sürüsünü istediği gibi yönlendirdi. Zamanla başkalarından öğrendiklerini uygulayarak da sporda, iş dünyasında, medyada, yargıda, poliste, sonra da siyasette hızlıca yayıldılar.

        *

        Neden kimse dur demedi? Evrenin sırrı gibi bir soru bu aslında. Türk tarihinin son 50-60 yılı bu soruda gizli.

        Kimse bu harekete yeni uyanmadı. Gülenciler’deki öyle bir cahil cesareti ki niyetlerini gizlemeyecek kadar arsızlar. İşte birisi çıkıp yüksek öğretim operasyonunu sahnede bile anlatabiliyor. Özgüvenleri aslında kendilerini hiç gizlememiş olmalarından geliyor. Dergisinin adı “Sızıntı” olan bir hareketin amacı daha başından belli değil mi? Harekete verdikleri “Hizmet” adı bile bir gücün hizmetinde dolduklarının itirafı.

        Kullandığı binlerce bakir Anadolulu genç gibi Gülen’in kendisi de kullanılmaya son derece müsait bir piyondu. Adnan Oktar da şeytani bir figür ama en azından belli bir sofistikasyonu var; kostümlerinden söylemlerine, hatta etrafındaki jöleli gençlerden kediciklerine çok katmanlı bir Bond filmi kahramanını andırıyor. Gülen, tanışanların da kolaylıkla onaylayacağı gibi, son derece sınırlı, herhangi bir entelektüel derinliği olmayan bomboş biriydi.

        Bu kadar sınırlı biri olup böylesi bir güce ulaşmasının altında şahsi başarısı ya da karizması değil, bu çamuru istediği gibi şekillendirebilen güç yatıyor.

        O gücün net bir şekilde ABD olduğu da ilk günden belliydi. Bugün hala “komünist” ifadesi bir korku unsuru olarak kullanılıyor Amerika’da. 22 yaşındaki imam Gülen’in keşfedildiği yıllardaysa ABD’nin komünizmle bilfiil mücadele ediyordu. Gülen de dünyanın farklı yerlerinde CIA destekli kurulan komünizmle mücadele derneklerinde kullanılan bir piyondu.

        Kuzey Kore’de komünistlerin hapse attığı Sun Myung Moon da sonradan ABD’ye göç etmiş, Hıristiyanlıkla kapitalizmi mutlu birlikteliğini vurguladığı “kilisesini” kurmuştu. Gülen de hem ılımlı, hem İslamcı, hem de banka sahibi olacak kadar kapitalistti. Sovyetlerden nefret ediyor, İsrail’i çok seviyordu ayrıca. Daha doğrusu kendisinden ne istenirse onu yapıyordu.

        ABD’nin elinde farklı ülkelere uygulayabileceği böyle şablonlar vardı. Örgütlenme ve mali yapısı da benzer organizasyonlardan uyarlanmıştı. Zaten başka ülkelerdeki örneklere bakıldığında hepsi birbirinin kopyası gibi duruyor. İşin ironik tarafı, sonradan çökertmeye çalıştığı Türk ordusu, NATO’nun ikinci büyük ordusu, özellikle de 12 Eylül’de Gülen’i en çok kollayan kurumdu.

        *

        Bugün artık kabul edilen bir gerçek ABD’nin Abdullah Öcalan’ın iadesi karşılığında Fethullah Gülen’i aldığı. Murat Yetkin’in hatırlattığı gibi o günlerde ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nde “enerji ateşe yardımcısı maskesiyle” çalışan Gina Haspel daha sonra Trump tarafından CIA Başkanı olarak atanıyor.

        Hiçbir entelektüel birikimi olmayan, Amerikan toplumuna bir katkı sağlamayacak, ilkokulu bile dışarıdan bitirebilmiş birinin, bu şartların gerekli olduğu özel statüde oturum izni nasıl alabildi? Sponsorluk mektubu verenler arasında da ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abromowitz ve CIA’in eski uzmanı Graham Fuller vardı.

        Gülen kendisine kaçma tavsiyesinde bulunan kişinin de dönemin başbakanı Bülent Ecevit olduğunu açıklamıştı. Doğru mu değil mi bilinmez, ama Amerikalılarla Gülen arasındaki ilişkiyi kuran kişi CHP’nin önde gelenlerinden Kasım Gülek’ti. Cenaze namazını Gülen’in kıldırdığı Gülek’in kızı Tayyibe Gülek (Murat Birsel’in Gülse Birsel’den önceki eşi) Ecevit tarafından milletvekili yapıldı. Ne ilişkiler değil mi?

        Bir anlamda vatanında öldü denebilir Gülen için. Pek çok göçmenin kaderi bu. Doğdukları büyüdükleri topraklarda değil, kendilerini bağırlarına basan ve vatan kabul ettikleri yeni ülkelerinde yaşıyorlar, evleniyorlar, çocuk yapıyorlar, ölüyorlar. Ama Gülen böylesi bir göçmen hikayesi değil, dünyanın en çok çöp üreten ülkesi Amerika’nın malı sentetik bir üründü.

        *

        Benim de onunla kişisel bir hesabım vardı. Türkiye’den gitmeme, düzenimi, evimi, arkadaşlarımı, mesleğimi geride bırakmama onun başında olduğu örgütün operasyonları neden olmuştu. Gitmeden önce de haftada bir onun uyduruk savcı ve polisleri kapıma dayanıyor, telefonlarım dinleniyor, özel hayatım deşifre ediliyordu. Yaşama alanım dar ediliyor, kıstırılıyordum.

        Ortalama bir Gülenci’den daha yetenekli, akıllı ve liyakatli olduğum için Gülen tehdidine rağmen hayatta ve ayakta kalmayı başarabildim.

        Kendi kendisini yok etmesini izlemek için öyle nehir kenarında beklemem de gerekmedi. Çöküş sandığımdan daha çabuk gerçekleşti, Gülen’in giderek etkisizleşmesiyle ilgili şahsi tatminimi de doya doya birkaç sene önce yaşadım.

        O hayattayken hakkında hiçbir yaptırıma uğramadan “Kırık Hoca” ve ‘şarlatan’ gibi ifadeleri de kullanmanın zevkini tattım. Sahi nedir bu “kırık” takıntısı? Eserlerine “Kırık Mızrak” ve “Kırık Testi” derken bilinçaltındaki hangi kırıklığı yansıtıyor? Keşke ölmeden önce bu kırıklığı da açıklasaydı.

        Benim kurulan düzenimden başlayıp da önünü tıkadığı bir neslin, çaldığı gençliğimizin, bir de özel olarak Reha Yeprem’e yaptırdığı televizyon programlarının en azından bir intikamını almalıydık. Böyle yaştan, hastalıktan, nispeten sakin, huzur içinde bir ölüm olmamalıydı. En azından FETÖ’vari yöntemlerle sızdırılan bir seks kaseti falan olsaydı bari. Mesela “kırık” bir kaset? Gitmeden bari iyice rezil olsaydı, insan içine çıkamaz hale gelseydi, kendi takipçilerinin önünde de küçük düşseydi. Sevenlerinin bile adını anmaktan utanacakları biri olarak ölmeliydi. Benim için Türk istihbaratının en büyük başarısızlığı budur.

        Donald Trump’ın İŞİD’in o zamanki lideri el-Bağdadi’nin ölümünü anons ettiği ve artık bir kült klasiği olmuş bir video’su var. “Bir köpek gibi öldü,” diyor. Hep böyle bir anons hayal etmiştim. Bu zamansız ölüm Gülen’in ardından da birisinin böyle bir açıklama yapma fırsatını da elinden aldı. Bunun nesini kutlayayım?