Dünyanın en barışçıl dönemini yaşıyoruz!
İster inanın, ister inanmayın!
Neva ÇİFTÇİOĞLU / HABERTÜRK
BİLİM yapmak da yazmak da ciddi bir konsantrasyon gerektiriyor. Sizlere ulaştırmak istediğim bilimsel haberler bir derya kadar derin, zengin ve sürprizlerle dolu. Lakin konsantrasyonum, ülkemde ve sınırlarımızda devam eden politik gerilimlerden dolayı dağınık.
Bu yüzden geçen hafta sonu uzaydan, doğadan, teknolojik gelişmelerden bahseden dergileri bir kenara itip insanların huzur ve barış aramasına rağmen içinden çıkamadığı “birbirini yok etme psikolojisi” üzerine makaleler okumaya vakit ayırdım. İnanın okurken sık sık kalkıp dışarıda yürüme, dönüp dolaşıp aynı cümleleri birkaç kez daha okuma ihtiyacı duydum.
Bilinen gerçekler bir araya getirilip birkaç kez tekrar edilince hazmı zor, ağır bir lokmaya dönüşüyor. O hazımsızlığı size taşımak yerine bütün o okuduklarıma anlam katan ilginç bir araştırmayı paylaşmak istedim bu hafta.
Psikolog ve tanınmış bir yazar olan Steven Pinker yapmış bu çok güzel derlemeyi. İnsanlık tarihini, binli, yüzlü, onlu yıllara göre ayırarak yakın geçmişimizle mukayese etmiş. İnanması güç olsa da Pinker’e göre insanoğlu var olduğundan bu yana dünya son 50-60 yıldır aslında “en barışçıl” dönemini yaşıyor. Bu savına getirdiği açıklamalardan biri şöyle:
“10 bin yıl önce bugün var olan kaostan suçlu tuttuğumuz politikacılar yoktu. İnsanlar avlanarak, gruplaşarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. O dönemdeki insanların birbirlerini öldürme oranını tespit edeceğimiz bir belge elbette yok. Fakat bugün Afrika’nın ve Amazonlar’ın tüm dünyadan, teknolojiden, bilimden, politikadan kopuk yaşayan kabilelerine bakarak bir fikir edinmek mümkün.
İncelenen yüzlerce kabile içerisinde nüfuslarına göre insanların birbirlerini öldürme oranı % 20 ile % 60 arasında değişiyor. Yani aralarında yaşıyor olsanız yaşlanarak, hastalanarak ölme ihtimaliniz epey düşük. Büyük bir ihtimalle bir başka insan tarafından öldürülüyorsunuz. 20. yüzyılda modern dünyada öldürülme oranı ise % 1’in altında. 1. ve 2. dünya savaşlarında yaklaşık 100 milyon insan öldürüldü. Orana bakarsanız o kabileler mantalitesiyle savaşılsaydı öldürülen insan sayısı 2 milyarı geçerdi.”
Daha kısa dönemlere bakacak olursak da, örneğin 1945’ten bu yana insanların uluslararası ve iç savaşlarda birbirini öldürme oranlarında süratle düşüş var. Bu tabloda benim gördüğüm ya da görmek istediğim şey, insanlık olarak belki de biraz akıllanmaya başlamış olma olasılığımız.
Gelişen teknolojiyle daha çabuk ve kolay öldürme imkânlarına rağmen birbirimizi öldürme oranımızı aşağılara çekebilmemiz kayda değer bir gerçek. Sadece negatif olgulara odaklanarak bu konuyu es geçmemek gerek. Neden mi?
Çünkü bu uyanışın ardında çevremizde olup bitenleri anında tespit etmemiz ve tepki göstermemiz yatıyor. Yoksa birilerinin nükleer silahı tepemizde patlatamamasının sebebi aniden yüreklerinde doğan insan sevgisi değil herhalde. Tüm dünyadan gelecek tepkinin büyüklüğü “şeytanı” frenliyor açıkçası. O zaman yapmamız gereken şey ortada: Uyanık olmak, takip etmek, doğru tepkiyi göstermek.
Doğru tepki ise elimizde ucu keskin bir okla yara deşmek, hataları kafiyeli usta sözlerle dizdirmek değil hep yaptığımız gibi. Köşe yazarı olarak, bilim insanı olarak, politikacı olarak, vatandaş olarak... Birbirinin yanlışını ortaya çıkarıp poster yapmak yüzyıllardır bize hiçbir şey getirmedi, getirmeyecek. Her ağzımızı açtığımızda, kaleme sarıldığımızda işaret ettiğimiz soruna bir çözüm sunamıyorsak susma zamanı. Kuru gürültü, doğru tepkileri, sunulan akılcı çözümleri gölgeliyor, zehirliyor. Eldridge Cleaver’ın çok güzel bir sözü var: “Hangi saftasın karar ver. Çünkü çözümün bir parçası değilsen, problemin bir parçasısın.”
Ebola virüsünden ne kadar korkmalı?
ORADAN buradan her birinizin kulağına bir “ebola salgını” çalınmıştır. Özellikle yolculuk yapanlar, diğer yolculardan bu virüsü alma korkusuyla internete girip bir şeyler okuyor. Kimi korkutucu, kimi fazla rahatlatıcı, kimi “Hastanın yanına oturmakla bile virüs kapabilirsin” diyor, kimi ise “Olmaz öyle şey” deyip gülüyor...
Nedir doğru olan, ne yapmak ya da yapmamak gerek, özetleyen çok az. Ben şahsen (ne gariptir ki) en güzel açıklamaları sadece sosyal medya paylaşımlarında gördüm. Bu yüzden biraz daha derli toplu olarak önemli noktaları size özetlemeye çalıştım:
1. Ebola ilk kez 1976 yılında tespit edilen, insanlarda ateş, baş ve eklem ağrılarıyla kendini gösteren, daha sonra kusma, iç kanamayla seyreden enfeksiyöz bir hastalık. Önceleri ölüm oranı % 99 olarak ilan edilmekle birlikte erken teşhis ve önlemlerle şimdiye kadar ebola enfeksiyonu geçirenlerin % 50’sinin hayatı kurtarılmıştır. Kısacası, “ebola pozitif” olan herkes hayatını kaybetmez
2. Ebolanın belli bir tedavisi ya da aşısı henüz yok. Eksperimental tedaviyle hasta hayatı kurtarılmaktadır.
3. Karantina şart, fakat bazı ülkelerde yapıldığı gibi hastayı karantinada yalnız bırakarak yanına sağlık görevlilerini dahi göndermemek, iyileştirilebilecek hastayı ölümle yüz yüze bırakmaktır.
4. Ebola el sıkışmakla, aynı havayı teneffüs etmekle, yiyeceklerle değil, dışkı, idrar, tükürük, kusmuk, kan, ter gibi vücut atık ve sıvılarıyla bulaşır.
5. Her memeli hayvan ebolayla enfekte olduğunda maymunlar ve insanlar gibi ciddi hastalık belirtileri göstermezler. Örneğin yarasalar, fareler sadece taşıyıcı olup hiç sağlık sorunu yaşamayabilirler. Ama insanlara ebolayı taşıyanların bu hayvanlar olup olmadığı konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
6. Sivrisinek ve kenelerle kişiden kişiye ebola taşınmasının imkânsız olduğu rapor edilmiştir.
7. Şimdiye kadar Dünya Sağlık Örgütü’ne rapor edilen ebola hasta sayısı 4000’dir.
8. Yolculuklar sırasında elleri sık sık yıkamak, diğer hijyen kurallarına uymak, hastalıktan korunmak için yeterlidir.
9. Turistik bir ülke olarak Türkiye’miz de hastalığın adım atması için riskli ülkeler lisesinde yer almaktadır.