Her sefer başka Sisi
Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth’in, bilinen adıyla Sisi’nin hayatı ve ölümüne dair tarihi kesinlik taşıyan iki vaka var, ikisi de trajik; tek oğlu Arşidük Rudolf’un 17 yaşındaki aşığı Barones Maria Vetsera’yı av köşkünde öldürüp intihar etmesi - ki Mayerling Faciası’nda Ömer Şerif ile Catherine Deneuve’dan izlemişizdir – ve Sisi’nin Cenevre Gölü kıyısında nedimesiyle gezinirken talihsiz bir tesadüf eseri bir İtalyan anarşist tarafından şişlenerek öldürülmesi. Hikaye çıkarmak için çok iyi malzeme ama bu iki vaka dışında Sisi mitosu biyografi ve romandan, film ve dizilere öyle çok kıvama girdi ki, sayısı bini bulan bir külliyat oluştu.
Bana göre 1950’lerdeki Romy Schneider profiliyle tarihi portre yazılarında sabitlenen Sisi mitosunun devam varyasyonlarına meraklı olmadığımdan Netflix’te ön izlemeyi tam atlayacaktım ki, birkaç saniye beliren o çehreyi nereden tanıyorum merakıyla The Empress’e (Die Kaiserin) giriştim. Çehreyi çabuk çıkardım. Hayat Şarkısı dizisinde Almancı Filiz’i oynayan Almila Bağrıaçık. Ailesinin işi nedeniyle Almanya’da yetişmiş başarılı bir oyuncu. Die Kaiserin’de Sisi’nin nedimelerinden Kontes Leontine von Apafi’yi canlandırıyor ama Hofburg’a undercover sızma durumu var; aslen isyancı halk hareketinden, adı Ava ve Habsburgların kökünü kurutacak bir planın parçası.
Sisi rolündeki Devrim Lingnau da, anne Alman baba Türk bir oyuncu; iki dile de hakim olduğu için Deutschtürkin rolleri var filmografisinde. (Türkler Viyana’yı içerden kuşatmış geyiğine girmiyorum, zaten dizi, Sisi’nin memleketi olan komşu Bavyera’da çekilmiş).
Gerçek Sisi nasıl biriydi? Topuklarına kadar uzanan saçlarıyla güzeller güzeli bir Kayzerin, halkın sevgilisi fakat kuşlar kadar özgür ruhu saray eşrafınca anlaşılamadığı için depresyona saplanmış ve zayıflık takıntısıyla yeme bozukluğu da olan bir melankolik mi? Yoksa aynı zamanda teyze oğlu olan kocası Kayzer Franz Joseph’e itaat eden ve görevlerini saray adabınca yerine getiren sevecen uysal bir eş mi?
Veya şimdi izlediğimiz altı bölümlük Netflix dizisindeki gibi kaynı Maximilian’ın çılgın partilerinde absent içip kafayı bulacak, bekaret kontrolüne refakat eden Başpiskopos’a bile laf çakacak ve Çar’ın oğlu Aleksander’in ıskaladığı yaban domuzunu tek atışta yere devirip adamın hayatını kurtaracak ve fakat rezil rüsva olmasına da yol açarak Kayzer’in barışçıl Rusya politikasını torpilleyecek kadar bıçkın mıydı?
ZAMANIN RUHUNA UYGUN SİSİ’LER
Bugünlerde yine bir Sisi furyası yaşanıyor. Yeni kitaplar piyasaya çıkıyor, Alman RTL televizyonu geçen Noel’den beri bir “Sisi” dizisi yayınlıyor ve Avusturya’nın Oscar adayı da bir Sisi filmi; Cottage. İlginin sebebi, 10 Eylül 2023 Sisi’nin 125’inci ölüm yıldönümü olduğu için belki de. Veya yazarlar, yapımcılar bir tarihi figürden zamanın ruhuna uygun dokunuşlarla yeni Sisi hikayeleri biçmek için kolları sıvıyor. Netflix de muhtemelen, The Crown ve Bridgerton gibi dizilerin tutmasından ötürü Almanca konuşan alemin tarihinden Kayzerin Elisabeth’i bulup çıkarıyor.
Aslında hepsi Sisi’nin yaşadığı dönemin en gözde saraylısı olarak nam saldığı paydasında birleşiyor. Tarihçiler pek insan içine çıkmayan Sisi’nin ölümünden çok sonra, modern zamanlarda şöhret olduğunu söylese de…
Prenses Diana gibi kendi medyatik mitosunu bilinçle inşa eden biri değildi Sisi.
Sisi mitosunu geriye sararsak, Romy Schneider savaş sonrası dönemin en ünlü Alman yıldızı olmasını adı yanlış yazılan “Sissi” filmlerine borçluydu. Avusturyalı yönetmen Ernst Marischka’nın çektiği üçleme bir Romy çılgınlığı yaratmıştı. Filmde Sisi’nin annesini, Romy’nin annesi Magda Schneider oynuyordu ve kızının kariyerinden hayli sebeplenmiş, “Millet Romy için deliriyor, çünkü ilk kez dünyanın pisliğine bulaşmamış bir varlık buldular” tarzı cümleler kuruyordu.
Romy’nin canlandırdığı Sisi, kocasına büyük bir bağlılıkla hayranlık duyan, sımsıkı korseli elbiseleri içinde her daim yapılı saçlarıyla ama yine de çocuksu ve zararsız bir varlıktı. Dönemin yükselen trendiyle, kadını bol çocuklu rahat ve huzurlu ev hayatına oturtan Biedermeier tarzının dışavurumuydu. Fakat bu kadın profili ve Sisi deliliği Romy Schneider’e fazla geldi, tası tarağı toplayıp Fransa’ya göçtü ve 1970’li yıllarda başta Claude Sautet önemli yönetmelerin filmlerinde bağımsız ve arayış içinde derinlikli kadın karakterlere hayat vererek Fransız sinemasının Grande Dame’ı oldu. Beri yanda Almanya ve Avusturya’da yıllarca ihanetle suçlandı ve neredeyse cadı avına uğradı.
The Empress’te karşımıza çıkan Sisi ise Bavyera Dükü baba evinde özgür ve başına buyruk yetişmiş, çayır çimende çıplak ayakla dolaşan, at sırtından inmeyen hafif haylaz fakat özgüven sahibi bir kız. Nitekim kirli ayaklarıyla tahta çıktıktan sonra da gece vakti gecelik entarisiyle ağaç tepelerinde gizlice sigara içiyor. Avam tabakayla göz göze gelmesi bile yasak olduğu halde yokluk ve sefalet içindeki halka yüreğinde merhametle dokunuyor. Kadın mücadelesinin yükseldiği döneme ayarlı bir Sisi portresi.
Mutlakiyetçi bir hükümdar olmasına karşın dizideki Franz Joseph portresi de fazlasıyla romantik. Dominant karakterli annesi Sophie’nin baskısı altında barış rüyasını gerçekleştirmek için çırpınan, asilerin idamına yüreği dayanmayan naif bir varlık. Kayzer, Osmanlıya karşı Rusya’yı dışlayıp Fransa ile ittifaka zorlanıyor, Rus birlikleri sınıra kadar dayanıyor, ancak Franz Joseph zamanın artık değiştiğini söyleyerek savaş uğruna silaha para harcayıp askeri ölüme yollamak yerine demiryolu yapmak için finansman bulmaya çalışıyor. Annesine göre ise trenler oyuncaktan ibaret. Sisi’yi aykırı ruhu nedeniyle ablası Helene’ye tercih ettiği halde Franz Joseph, anne diktası altında aşkına bile layıkıyla sahip çıkamıyor.
Sisi’nin evliliğinin ilk yılını konu alan dizi imparatorluk çiftinin ilişkisi bakımından kritik bir noktada son buluyor. Devam sezonunu beklemek için biçilmiş bir final ama belli olmaz.
KAMUSAL HAYATTAN TAMAMEN ÇEKİLMİŞTİ
Avusturya İmparatoriçesi ve Macaristan Kraliçesi Elisabeth’in gerçek hikayesine dair sağlam bilgi verecek kaynaklar yok değil. Mesela Viyana’daki Schönbrunn ve Hofburg saraylarının kültürel miras yönetiminde bulunan ve 2004 yılında açılan Sisi Müzesi’nin küratörü olan sanat tarihçisi Katrin Unterreiner; Habsburg Hanedanı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun kültür tarihi konusunda sayısız eseri var.
Unterreiner’in anlatımına göre Sisi gerçekten zamanın siyasi dengelerinde pek rastlanmayan bir aşk evliliği yapmıştı. Ancak film ve dizilerde romantize edildiği gibi halkın sevgilisi filan değildi. Tam tersine kamusal hayattan uzak yaşıyor ve sevilmiyordu. Bütün görevlerinden elini eteğini çekmişti, monarşide herhangi bir işlevi yoktu. Hayatının son 20 yılında Viyana’ya nadiren uğramış, vaktini seyahatlerde geçirmişti. 1889’da oğlu Rudolf’un trajik cinayet-intihar vakasıyla büyük darbe yemiş, ömrünü daima siyah yas elbiseleri giyerek tamamlamıştı.
Sisi Müzesi’nde sergilenen, hayatının son yıllarında giydiği elbiselere bakılırsa yeme bozukluğu vardı. Korse gücü tamam da, insan belinin 46 santim olması için yemeden içmeden kesilmesi gerekir. Bazı kaynaklara göre zayıflık saplantı halini almıştı. Arka arkaya dört doğum yaptığı halde aynı kiloyu koruyordu; 1.72 gibi uzun bir boy ve 50 kilo. Eşek sütüyle güzellik kürleri ve sabahın köründe jimnastik seanslarına dair de çok rivayet var.
Sisi, 30’undan sonra tek bir fotoğraf çektirmemiş, portresini yaptırmamış yüzünü gizlemişti. Bu nedenle 60 yaşında cinayete kurban gittiğinde çehresini tanıyan yoktu. Tanınmadığı için de küçük bir maiyet eşliğinde takma adla rahatlıkla seyahat edebiliyordu. Sisi, bir Prenses Diana değildi. Diana’nın aksine sıradan vatandaşın monarşi içinde bir rol model olarak gördüğü biri değildi. Unterreiner’e göre ikisinin tek ortak paydası trajik ölümleriydi.
HER YÖNÜYLE TUHAF BİR ÖLÜM
Ancak yine de Sisi’nin trajik ölümünü özgürlüğe olan düşkünlüğüne bağlamak mümkün.
10 Eylül 1898 günü Barones Irma Sztaray eşliğinde Cenevre Gölü kıyısında gezinirken bir saldırganın çarpmasıyla göğsünde acıyla yere kapaklanmıştı Sisi. Sonra ayağa kalkmış, üstünü başını temizlemiş ve kıyıda bekleyen vapura 120 adım yürümüştü ama göğsündeki sızı bir türlü dinmiyordu. Kalp hizasında ufak boz bir leke vardı, ne olduğu anlaşılamadan son nefesini verdi.
Gerçek otopside ortaya çıktı; imparatoriçe 85 mm uzunluğundaki sivri uçlu bir üçgen eğeyle yaralanmıştı. Kaburga kemiğine saplanan cinayet aleti akciğerin sol kanadının ön kısmından girip kalp dış zarını delerek sol karıncığı deşmişti. Cinayet aleti Sisi’nin ölümünden iki saat sonra bulunmuş ve vakanın nasıl geliştiği de ortaya çıkmıştı.
İmparatoriçenin katili Luigi Lucheni adlı bir İtalyandı. Saldırı sırasında “Yaşasın anarşi, aristokrasiye ölüm!” diye bağırmıştı, ancak polise verdiği ifadeye göre seçtiği asıl kurban Sisi değildi. Niyeti İtalya Kralı Umberto’yu öldürmekti, seyahat edecek parası olmadığı için yedek kurban olarak Cenevre’ye gelmesi beklenen Orleans Dükü’nde karar kılmıştı. Dükün ziyareti ertelenince, bir gazeteden Sisi’nin takma isimle şehirde olduğunu öğrenmiş, kurbanını da bulmuştu. Arkadaşları Lucheni’nin daha birkaç ay önce “Birini öldürmeyi çok isterim ama çok tanınmış biri olmalı” dediğini söylüyordu.
Mahkemede pişman olmadığını söyleyen Lucheni tek celsede ömür boyu hapse mahkum edildi, 19 Ekim 1910 günü hücresinde kendini kemerle asarak intihar etti.
Aslında Lucheni’nin hedefi yanlıştı, çünkü Sisi ne monarşiyi temsil ediyordu ne de çok tanınmış biriydi. Ancak ilgi çekmeyi başarmıştı; tam 16 bin Viyanalı kadının imzasıyla “Hayat boyu lanet üzerinde olsun, sefil zalim canavar” bedduasıyla katile açık mektup yayınlandı.
Beddua ölümünden sonra da Lucheni’nin yakasını bırakmadı. Adli tıpçılar katilin beynini incelemek üzere kafasını kestiler ama ilginç bir bulgu elde edemeyince kafatasını formalehit dolu kap içinde rafa kaldırdılar. Yıllarca Cenevre Üniversitesi’nin mahzeninde durdu, 1985’de Avusturya’ya nakledildi. Viyana’daki Patoloji ve Anatomi Müzesi’ne konulan kafatası fazla velveleye yol açtığı için 2000 yılında merkez mezarlığında toprağa verildi.
Şimdi Sisi’nin katilinin kafası, imparatoriçenin kabrinden birkaç kilometre ötede toprağın altında. Sisi vasiyetinin aksine çok sevdiği Korfu adası yerine Viyana’da Kapuzin Kilisesi'ndeki imparatorluk kabristanında yatıyor; kocasının lahdiyle yan yana.