Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        bcguzelce@haberturk.com

        Son zamanlarda kendi içimde kurduğum cümlelerde en çok kullandığım kelime, “kod.” Gece gündüz kodlar üzerine düşünüyorum. Bütün yaşamım, başlangıcından bugüne kodlar üzerine kurulu. Yalnız değilim, sizin hayatlarınız da öyle.

        Mesela dünyanın doğduğu günden bu yana süregelen bir kulaktan kulağa oyununu düşünün. Gezegenimizin şu anda yaklaşık beş milyarıncı yaşını kutladığımızı ve sadece 21. yüzyılda bile nüfusun yedi milyar olduğunu. İş iyice büyüyor. Milyarlarca yıldır ve trilyonlarca insan arasında oynanan bir kulaktan kulağa oyunu ile karşı karşıyayız. Hiçbir sözün olduğu gibi kalamadığı, hep duyumlarla bugüne ulaştığı. Çim zemini altından çekilmiş çamurdan bir gökdelen gibi, bütün anlamlar düştüğü yerde parçalanıyor, unufak oluyor değil mi? Ne diyordum, evet kodlar. İşte bütün anlamlar, parçalardan kopan toz zerrecikleri, her biri üstelik. İlk insanın yanındakine hissederek söylediği bir sevgi kelimesinin, bu kulaktan kulağa oyunu içinde hem ses olarak hem de anlam açısından nasıl deformasyona uğradığını bir tahmin edin. O günün nesli en son kulak olarak kelimeyi kimi zaman kahkahalarla söylüyor kimi zaman da anlamsız, boş bakan bir yüzle. A harfi oluyor Z. Hiçbir şey ilk formunu koruyamıyor. Kelimeler küçücük kanatları ile şelalenin içinden yükselmeye çalışan kuşlar gibi, ergeç sonsuzluğa karışıyor, yorgun. Duygular ve davranışlar da böyle üstelik. Değişiyor, dönüşüyor, ilk halinden çok uzaklaşıyor ve varlığını hatırlayamacağımız kadar ayrı düşüyoruz onlardan. Deformasyon, gerçek form halini alıyor. Orijinal olan o kadar geride kaldı ki.

        Sonra da akıl almaz bütçelerle maddenin ilk haline varmak için araştırmalar, deneyler yapılıyor, öz maddeye, tanrı maddeye ulaşılmak isteniyor, haklı olarak.

        Bu yazıyı yazarken kullandığım bilgisayardan bir farkı yok aslında aklımızın. Nasıl ki klavyedeki “V” şekline dokunduğum zaman “Ve” harfi çıkıyorsa, günlük hayatta algıladığım her şeyin içe ya da dışa bir yansıması var. Düğmeye bastığımızda lambanın yanması gibi. Temas noktaları dış etken ve anlamları birbirine bağlıyor. Kablolar uzuyor, altyapımızda adım atacak yer kalmıyor. Bu nedenle aynı kelime farklı insanlarda, farklı anlamlara temas ediyor, farklı kodların ışığını yakıyor. Ayrıca bu ışığın da her zaman sarı olması gerekmiyor, turuncu, mor, mavi, kırmızı da yanabilir. Bu kodlar, çok eskilerden, insanın kendini diğer hayvanlardan ayrı görmeye başladığı günlerden ulaştı bugüne.Üstelik her bir insanın yanısıra, bir topluluk arz eden her birim kendi kodunu yarattı zamanla. Kültür kodları da böyle oluştu işte. Coğrafya, iklim, beslenme şekli, bitki örtüsü, doğal yaşamın çeşitliliği, su kaynaklarına yakınlık uzaklık, gökyüzünün oradan nasıl göründüğü, insanların oradaki ortalama ömür uzunluğu gibi birçok etken de bu kodları yönlendiriyor. Zamanla, kulaktan kulağa, hep aynı noktalara temas edildikçe.

        Dostluk, aile ya da gönül ilişkileri, kitaplarla ya da bir filmle kurduğumuz ilişki, bizde bıraktığı etkiler de hep bu kodların tekabül ettiği noktalarla belirleniyor. Ajan Salt filmini ben hiç beğenmezken, bir başkası hayatının filmi ilan edebiliyor.

        Bir kitap okumuştum ve yazarı ile röportaj yapmıştım. Kitabın adı Kültür Kodu. Yazarı ise Dr. Clotaire Rapaille. Söylediğine göre hangi kelime söylendiğinde nasıl tepki vereceğimiz ya da hangi insana aşık olacağımız bile bu kodlarda gizli. Clotaire yakında Türkiye'ye gelip, Türkiye'nin kültür kodları üzerine çalışacak. Ama Türkiye ile ilgili ilk izlenimi gerginlik. “Siz asla huzurlu, sakin ve sorunsuz bir 10 yıl göremeyeceksiniz çünkü sizin kültür kodunuz gerginlik üzerine kurulu” diyor. Haksız da sayılmaz. Bu arada Amerika'yı “ergenlik”, Japonya'yı ise “yoğunluk ve yavaşlık” kelimeleri ile tanımlıyor. Bu yüzden Amerika ergenlere hitap eden Nike ayakkabılar ya da McDonalds gibi markaları üretebilirken, Japonlar'ın ürünlerinde kolay kolay sorun çıkmıyor. Çünkü Japonlar yavaşlık ve yoğunluk üzerine bir kültür kurmuş. Yani on dakikada yapılabilecek bir işi bir saatte ama hatasız tamamlıyorlar. Bu nedenle de o işi 10 dakikada alelacele yapmanın hataları ile karşılaşmıyor ve geri dönüp bakmak, eksiklerini gidermek zorunda kalmıyor. Komşusu Çin'in tam aksine.

        Inception iyi bir başlangıç filmi

        Rüyalar üzerine her zaman düşünürüm. Çocuklara genellikle rüyalarını sorarım. Çocuklara rüyalarını sormak onları hem mutlu ediyor hem de çok şaşırtıyor bilginize. Kısa süre önce gösterime giren Inception'ı geçtiğimiz günlerde görme fırsatım oldu. Bir filmin ya da bir kitabın benim kafamı açmasını beklerim. Yani bana bir pencere açmasını. Rüyalar ve insan beyni üzerine okuyan, araştıran ve çokça düşünen biri olduğumdan, Inception bende bir uyanma hissi yaratmadı. Ama Leonardo Di Caprio'ya (bir insanın üstüne bir Jack rolü bu kadar mı yapışır, olmuyor adamı başka bir rolde kabullenemiyorum, bünyem itiyor) rağmen güzel bir filmdi. Tabi rüyalar ve insanın beyni ile yapabilecekleri konusunda henüz başlangıç seviyesinde bilgi sahibi olanlar için. Arthur rolündeki Joseph Gordon-Levitt ile Eames rolündeki Tom Hardy ve elbette Saito rolündeki Ken Watanabe (ki kendisi Son Samuray'daki Katsumoto'dur aynı zamanda) şahaneydi. Filmin özü insanın bilinçaltına en savunmasız ve en özgür olduğu anda inebilirsen yani rüyalarına girebilirsen ona her şeyi yaptırabilirsin. Rüya, işte yukarıda anlattığım o kodların hiçbirinin olmadığı yerdir. Rüya diyarında uçabilir, bir ağaçla konuşabilir, bir şelaleyi tek hamle ile durdurup kuşları serbest bırakabilirsiniz. Bize yüklenen kodlar, elimizi kolumuzu bağlar, hem hareket hem de düşünce alanımızı kısıtlar ama rüyalara işlemez. Kodlar rüyalara yerleşmek için hep saldırıdadır ama asla galip gelemez.

        Diğer Yazılar