Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        9 Eylül 1915

        "Hiçbir şey yok. Can sıkıntısı. Boşluk. Umursamazlık. Bunlardan utanmıyorum, çünkü bunlar birer kitle olayı haline geldiler, tıpkı eskiden savaş hayranlığının olduğu gibi."

        Stefan Zweig, insanların birbirinden kitlesel intikam aldığı bir dönemde, savaş günlerinde tuttuğu defterlere böyle yazmıştı. Bu “hiçbir şey yok” ifadesini çok kullandığını görürsünüz Zweig’ın günlüklerinde. Savaşı anlatmaya, her gün cephe haberlerini yazmaya başlamadan önce bir önsöz vazifesi görür sanki. Hayatını düşünceye, empatiye ve insan zihninin, toplumun, farklı kültürlerin etkileşimine adamış bir düşünce adamı için, “savaş” denen vahşeti anlaması, buna karşı dirençli olmasını beklemek belki olanaksız. O da bu imkansızlığı, delirmiş gibi yazarak, hatta bazı günler ölene kadar yazmayı planlayarak yaşadı.

        Onun savaşçılığı, gönüllü olarak “savaş arşivi” biriminde çalışmakla sınırlıydı. Ancak İsrail’in kuruluş sürecine fikirleri ile destek verdi, Herzl ile kurduğu derin bağ ona Yahudi halkının yaşayacağı bir İsrail devletini arzulattı şüphesiz ve bu yönüyle düşünsel düzeyde zorbalığın savunuculuğunu da yaptı. Ortadoğu’nun, Filistin ve İsrail’in bugününe baktığımızda, Zweig böyle olmasını ister miydi, emin değilim. Zira, Gestapo tarafından kitapları yakılan, üst düzeyde tehlikeli şahıslardan biri olarak aranan, hayatının son on yılını doğduğu topraklardan kaçarak, huzursuzlukla ve korkarak geçirmiş bir düşünce adamı, bugün Filistinli sanatçıların ya da fikir adamlarının gördüğü baskıya razı gelir miydi, bilmiyorum.

        Sadece Filistin’de değil, dünyanın herhangi bir yerindeki, pırıl pırıl zihinlerin işkence ile baskı ile susturulmasına nasıl tepki verirdi, kestirmek güç. Zira Zweig gibi, Walter Benjamin gibi başka birçok değerli beynin bu dönemdeki yapıtlarında bir altyapıyı beslediğini görmek zor değil. Bu altyapı adeta İsrail devleti kurulsun diye başlamış ve bu amaca ulaşılması ile son bulmuş İkinci Dünya Savaşı’nı da kapsıyor. Zaten sonrasından bugüne kadarki bütün savaşlar doğrudan ya da dolaylı olarak bu ülke ile ilişkili değil mi?

        Zweig için, günlüklerinde yazdığı can sıkıntısı ve umursamazlığın yanında, endişe ve sessizlik de vardı. İçindeki tutsak olma korkusu o kadar baskındı ki, onu 22 Şubat 1942’de, memleketi Viyana’dan çok uzakta, Rio de Janeiro’da, karısı Lotte ile intihara sürükledi. Ölüm gerçekleşti, bize de geride kalan kitapları okumak, anlamak kaldı. Benjamin de benzer bir korku ile, 1940 yılında Fransa’nın güney sınırında, Gestapo’ya teslim edilme korkusu ile intihar etti. Ondan da geriye “Pasajlar” dolusu fikir ve hâlâ anlaşılmayı bekleyen düşünceler kaldı.

        Bugün, düşün dünyasını sıralamaya başladığımızda, ilk akla gelen isimlerden olan bu iki felsefe adamı Zweig ve Benjamin, tutsak olma korkusu ile tutsak etme fikrine zemin hazırlamıştı. Onların biricik tutsaklığı, başkalarının değersiz hayatlarının sonlanması ile bertaraf edilecekti. Dedim ya her ikisi, bugünü görseydi ne düşünürdü, anlamak zor. Türkiye de dahil olmak üzere, dünyanın pek çok yerinde, bilhassa da Ortadoğu’da bu tutsak edilme duygusu yaratım sürecini daha başlamadan sonlandırıyor. Filistinli devlet sanatçısı ressam Nabil Anani, Filistin bayrağını düşündürdüğü için resimlerinde kırmızı, siyah, beyaz ve yeşili kullanamıyor. Dolayısıyla, Gestapo zihniyeti devam ediyor ve bugünün Gestapo’suna göre Anani, aynı renkleri taşıdığı için karpuz resmi bile yapamıyor. Onlarca eserine el konmuş ve kayıplara karışmış bir ressam olarak, en azından hâlâ doğduğu topraklarda bulunmanın huzuru var. Anani, henüz intihar etmedi ama Ramallah’ı çevreleyen duvarın iç tarafında, ona bahşedilen alanda hayal kurmaya devam ediyor. Arada da bana mektuplar yazıyor. Onlardan birini aldım dün yine, oradan geldi aklıma bütün bunlar. Selam olsun.

        Diğer Yazılar