Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        16 Temmuz 2011'de, Almanya'nın belki de en milliyetçi ve tutucu şehirlerinden biri olan Kiel’de, Fazıl Say'ın klarnet konçertosu “Hayyam” ilk kez seslendirildi. Virtüöz Sabine Meyer'in klarnet solistliğine, Bilkent Senfoni Orkestrası, maestro Işın Metin'in yönetiminde eşlik etti. Schleswig-Holstein festivali kapsamında salonu dolduran üç bin kişi, elleriyle tuttukları alkış yetmeyince, ayaklarını yere vurarak bu sanatçıları ve seslendirdikleri eserleri dakikalarca coşkuyla kutladı.

        Konsere Türkiye'den katılanların hepsi tanıdıktı, orkestra üyeleri, Fazıl ve dünyanın neresinde olursa olsun işlerini yapmak zorunda olan birkaç gazeteci. Hepsi bu. Ne “Hayyam Hayyam” diyen kaynağını doğu kültüründen alan kalabalıklar ne de “Fazıl Fazıl” diyen kaynağını Say’ın müziği ve düşünceleri ile besleyenler.

        Konçerto üç bölümlü, muazzam bir orkestra eseriydi. Klasik enstrümanlarla, kimi zaman antik doğunun tınılarına uzanan yepyeni bir Say yaratımı. Ömer Hayyam'ın çocukluğu ve gençliği ilk bölümde, kendi yeteneklerinin farkına varması ve aşkla ilişkisi ikinci bölümde ve biricik karısı ile ömrünün son yıllarını ve anlarını geçirmesi ise üçüncü bölümde anlatılıyordu...

        1. BÖLÜM

        HAYYAM'IN ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ

        ALLEGRO

        18 Mayıs 1048’de, Nişabur'da Ömer adında bir çocuk doğdu. Bir çadırcının oğlu olan Ömer, “daha bebekliğinde olgun” duran o hali sebebiyle belki de, kendini dünyayı ve insanın temel meselelerini anlamaya adadı. İyi bir medrese eğitimi aldı ve o nasıl bir eğitimdir ki aynı okulda yaşıtlarından biri Hasan Sabbah'tı. Ömer bir yandan İslam dini ve felsefe dersleri alırken, diğer yandan da matematik ve astronomiyle ilgileniyor, evrenin sırlarına dair o güne dek hiç sorulmamış birçok soruyla her sabah hocalarının yanına gidiyordu. Ömer büyüyordu, şiir yazıyordu ve bu şiirleri yayınlamak üzere kendine bir mahlas bulmalıydı. Dedi ki, “benim adım ‘Hayyam’ olsun”. Öyle ya, nereden geldiğini isminde yaşatırsa, nereye gideceğini de onu bekleyen ömründe görebilirdi. Ve “çadırcı” anlamına gelen “Hayyam” kelimesini seçti kendine, babasının mesleğini yani.

        Ömer Hayyam büyüyor, genç bir adam oluyor ve kutsal kitapların sadece bu dünyanın sınırları için yazıldığını günbegün daha iyi anlıyordu. Yaratıcıdan korkanlara acıyor, yaşamın merkezine konmayı hak eden tek şeyin sevgi olduğunu biliyor ve insanların da bunu bilmesini istiyordu. Yükseğe, daha yükseğe çıkmayı hayal ediyordu, rubailerle, şarapla, aşkla hayalini kurduğu her şeyi kendi için mümkün kılıyordu...

        Geceleri yıldızları izliyor, aklı hep evrenin kuruluşuna, sonsuzluğa, hiçliğe gidiyordu. Ahh, Hayyam bunları yaparken ona bazı sesler, bir müzik eşlik ediyordu... Öyle olmalı, böyle bir ruhun içinden notaların akması gerek. İşte “Hayyam klarnet konçertosu”nun ilk bölümü uzayın kalbe düşüşünü, tanrının gerçekliğini kendi varlığın ve yokluğun ile açıklamanın yarattığı sonsuz özgür düşünebilme becerisini anlatıyor. Bir allegro ritmin içinde çocukluk, gençlik geçiyor ve Hayyam derin bir düşünce denizine teslim oluyor.

        Böylece din ve beraberindeki korkular geride kalıyor ve doğayla, uzayla bir bütün olma arzusu başlıyor. Müzik sürüyor, müzik ayaklarınızı yerden kesiyor. Hayyam, belki de insanı ve evreni algılayışı açısından onu en iyi anlamış insanlardan birinin, Fazıl Say'ın aylar süren çalışması sonucu beş çizgili nota sayfaları üzerinde uzuyor, kısalıyor, duruyor, susuyor sonra yeniden neşeleniyor ve ahh Hayyam, Hayyam oluyor gittikçe...

        Say, Hayyam’ın hep yapmak istediği şeyi bu yepyeni, özgün eserinde gerçekleştiriyor ve daha ilk bölümde sevgiyi masallardan alıp, hayatın tam ortasına koyuyor.

        Bütün bunları düşünerek ilk bölümün sonuna geldiğinizde, “evet” diyorsunuz, “Hayyam’ı anlatan ya da duyduğu, duymak istediği bir müzik varsa, olsa olsa budur”. İlk bölümün sonunda ben içimden Hayyam'ın şu dörtlüğü geçiriyorum aklımdan:

        Düşünce göklerinin baş konağı sevgidir sevgi;

        Gençlik destanının baş yaprağı sevgidir sevgi;

        Ey sevginin sırlarından habersiz yaşayanlar,

        Bilin ki tüm varlığın baş kaynağı sevgidir sevgi.

        2. BÖLÜM

        HAYYAM’IN BİLGELİĞE ULAŞMASI VE SEVGİSİ

        ANDANTİNO-ALLEGRETTO

        Bütün ilimleri hatmedip de bir bilgin olunca Hayyam, dünya hayatının sırrına da vakıf oluyor: Sevgi. İnsanı seviyor, şarabı seviyor, geceyi seviyor, güneşi seviyor, doğayı, yaratılmış olmayı, var olmayı ve yokluğu seviyor. Ama en çok da O’nu seviyor. O adını bilmediğimiz biricik sevgilisini, karısını. İkinci bölümün başında karısı geliyor Hayyam’ın bir çellonun bedeninde. Say, klarnetle çelloyu, Hayyam’la karısını orkestranın yani dünya üzerinden çıkan, çıkabilen bütün iyi ve kötü seslerin, düşüncelerin gözleri önünde buluşturuyor. Biraz konuşuyorlar, tatlı, coşkun ve naif bir ritmin eşliğinde. Klarneti yani Hayyam’ı bir kadın solist olan Sabine Meyer çalarken, viyolonseli yani karısını da Hayreddin Hoca çalıyor. Tıpkı Bektaşilerin aşk için söylediği sözdeki gibi, “Od kimdedir, yanan kim, karışıyor.” Erkek de kadın da bedeninden sıyrılıyor, Hayyam’ın yazdıkları ve düşünceleri nedeniyle toplumdan dışlandığı zamanda karısı ona kendini siper ediyor ya da karısının gücü kalmadığında Hayyam bir güzel dörtlüğü ile ona yeniden hayat veriyor. Aşk başlıyor, büyüyor ve ondan sonra kimin kadın, kimin erkek olduğunun önemi kalmıyor. İkinci bölümdeki ilk buluşmalarının ardından klarnet, Hayyam’ın dilinden anlatmaya devam ediyor ve nefeslilerin kimi zaman onunla hemfikir olup, kimi zaman tam aksi seslerle ona nasıl karşı durduğunu dinliyorsunuz. Vurmalı sazlar bazen insanın bir yerlerde saklamış olduğu vicdanı, bazen durmak bilmeden heyecanla çarpan kalbi ve bazen de her yanından taşan öfkesi şiddeti oluyor. Sesler büyüdükçe aşk da büyüyor ve ikinci bölümün sonunda klarnet ve çello yeniden kendi dünyasında buluşuyor, konuşuyor ve onlar Say’ın dahiyane rehberliğinde bir yol buluyorlar kendilerine... Hayatının ikinci döneminde Hayyam, dünyanın ilk rasathanesini kurmuş, Pascal üçgeni sistemini yaratmış ve Celali takvimini oluşturmuştur. Dinin bir otorite öznesi olarak toplumun önüne konmasına karşı çıkması ve bu nedenle dışlanması da yine bu zamandadır. Bu bölümün rubaisi olsa olsa şu olur diyorum:

        Beni özene bezene yaratan kim? Sen!

        Ne yapacağımı da yazmışın önceden.

        Demek günah işleten de sensin bana:

        Öyleyse nedir o cennet cehennem?

        3. BÖLÜM

        HAYYAM’IN YAŞLILIĞI VE ÖLÜMÜ

        ANDANTE

        Artık 83 yaşında, okumaktan gözlerine, insanı sevmek ve anlamaktan kalbine perde inmiş yaşlı bir adam vardır. Hayyam’ın gençliği ve olgunluk çağı bir yandan matematiğe ve astronomiye getirdiği yeni düşüncelerle övgüler almakla geçmiştir. Fakat diğer yandan tanrının varlığının ve yokluğunun insanın düşünsel olarak ona ne kadar ihtiyaç duyduğuna bağlı olduğunu, kutsal kitap, cennet, cehennem gibi kavramları oyalayıcı birer unsur gibi gördüğünü anlattığı rubaileri yüzünden de çoğu zaman itilmiş, dışlanmış ve yorgun düşürülmüştür. Bütün bir ömrünü sevginin ehemmiyetini anlatmak için harcayan bir insan, sevgisiz bırakılmıştır. İşte bu zamanlarda o çello yanı başında belirmiş, o klarneti yani Hayyam’ın kendisini sarmalamış, onu dinlemiş, anlamış ve sevmiş, çok sevmiştir. Bir ve ikinci bölümdeki temalar, dönüm noktaları yeniden hatırlanır, dinleyici artık bütün bir hayattan yani eserden süzülerek çıkacak sona odaklanmıştır. Hayyam’ın hayatının ve Say’ın konçertosunun üçüncü bölümünün sonunda klarnet ve çello, Hayyam ve karısı baş başa kalır. Hayyam hep aradığı hiçliğe ulaşmak üzeredir. İki rubaisi vardır, biri karısı için ve şöyledir:

        Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz

        İki başımız var, bir bedenimiz

        Ne kadar dönersem döneyim çevrende

        Er geç başbaşa verecek değil miyiz?

        Ve son nefesini verirken, klarnetten son notaları dinlerken de insanlığa bir rubai bırakır. Bu rubai öyle dizelerden oluşur ki, çocuklara kendi isimlerinden önce bu öğretilse yeridir. Hayyam der ki,

        Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.

        Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.

        Sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok.

        Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.

        Ve bütün nefesler bitince çello yalnız kalır. O da Hayyam’ın ardından gözyaşını döker, belki bazı şiirler söyler ve çok, çok hüzünlü bir sesle hiçliğe karışır...

        Diğer Yazılar