Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İNSANOĞLU, düşünmeye başladığı andan itibaren merak ederek öğrenmek, çevresinde olan biteni anlamak istemiştir. Bu biyolojik evrimin insana verdiği bir dürtüdür. İnsan, fiziksel olarak zayıf bir varlıktır. Ne kendini koruyabilecek doğal silahları (boynuz, tırnak, zehir vb.) ne de hız, uçmak gibi düşmanlarından kaçışını kolaylaştıracak becerileri vardır. Tek silahı aklıdır.

        Bu nedenle insan her şeyden önce çevresini öğrenmeye ve anlamaya çalışmıştır: Avcı avlayacağı hayvanları tanımaya, kendisi gibi onları avlamak isteyen yırtıcılardan korunmaya özen göstermiş; toplayıcı, toplayacağı bitkilerin, meyve ve tohumların hangi nebatlarda olduğunu öğrenmeye çalışmış; her iki grup da barınabileceği yerler (mağaralar, kovuklar) aramış; yağmur, kar, yıldırım gibi doğa olaylarından sakınmaya çalışmıştır.

        Ancak bu sakınma ve arama işinde insan, diğer hayvanlarda olmayan bir yöntem de geliştirmiştir: Anlamak.

        İnsan, eğer avını, düşmanını, bitkilerin davranışını (çiçek açma, tohum düşürme zamanları gibi) doğa olaylarını anlayabilirse onların davranışlarını önceden kestirebileceğini düşünmüş ve böylece tedbir alabileceğini kurgulayarak karşısındakileri anlamaya çalışmıştır.

        VARSAYIMDAN BİLİME GİDERKEN: DOGMALAR VE KÜLTÜR

        İşte bu anlama işinde insanın en önemli yardımcısı hayal edebilme gücü olmuştur. İnsan avının ne yapabileceğini, yırtıcının nereden nasıl saldıracağını, bitkilerin nasıl gelişeceğini, doğa olaylarının nasıl meydana geleceğini hayal etmeye başlamış, kafasında onlarla ilgili kurgular yaratmaya başlayarak ilk varsayımları geliştirmiştir. Bu varsayım geliştirme işi, ilk bilimsel düşüncenin uyanışı olarak görülebilir. Ancak bu uyanış aynı zamanda bir otorite kavramıyla birlikte gelişmiştir. Babanın bilgi ve anlayışı çocuğun sadece bilgi kaynağı değil, aynı zamanda kesin inanması gereken bir dogma olarak gelişmiştir.

        Bunun da evrimsel nedenleri vardır; zira babanın, onun da kendi babasından, dedesinden, ailesinden, kabilesinden edindiği bilgiler bir yerde nesillerin tecrübesini yansıtıyordu. Yani bu bilgiler uzun yıllar, asırlar boyunca kullanılmış, denenmiş bilgilerdi. Çocuğun bunları sorgulamaya kalkması bu bilgiyi belki de kullanamamasına ve böylece aç kalmasına, yırtıcılardan ve doğa olaylarından kendini koruyamamasına neden olabilir, hayatına mal olurdu. Bu nedenle bu bilgilerle birlikte kendisine bunlara kesinlikle inanması da öğretiliyor, inanmayana hatta cezalar öngörülüyordu.

        Bu bilgiler yumağı zamanla artarak ve gelişerek kültürlerin temellerini oluşturdu. “Sorgulamanın cezalandırıldığı bir toplumda gelişme nasıl oldu?” diye düşünebilirsiniz. Bunun cevabı basittir: Her toplumda asi kafalar, her türlü ceza ve zorlamaya karşı, duyduğunu, gördüğünü sorgulayan zeki bireyler türer. İşte yenilik ve gelişme, bu nadir kişilerin sorgulamaları ve yeni düşünceler üretmeleri sayesinde olmuştur.

        *************

        ÖZGÜN DÜŞÜNCE VE KÜLTÜRÜN AKTARILMASI

        FARKLI ya da özgün düşünce ilkel toplumlarda tehlikeli bir işti; zira karşılığı toplumdan dışlanma, cezalandırılma, hatta öldürülme olabiliyordu. İşte “bilim” dediğimiz uğraş, ilk kez bu tür özgün, hür düşünebilen insanları cezalandırmayan, bilakis bu tür yenilikçi, yaratıcı düşünceleri teşvik eden toplumlarda gelişti.

        Böyle bir toplum, tarihin bize bildirdiği kadarıyla tüm dünyada ilk defa Batı Anadolu’daki Yunanca konuşan insanların yaşadıkları şehirlerde gelişmiştir. Onlardan binlerce yıl önce de gerek Dicle ve Fırat nehirleri arasında bulunan Mezopotamya’da (Mezopotamya, Eski Yunanca’da “nehirler arası” demek), bugünkü Türkmenistan’da, İndus ve Huang Ho (Sarı Nehir), Nil nehirleri boyunda gelişen kültürlerde çok önemli icat ve keşifler yapılmış, insanlık buralarda bugün bile yer yer hayranlıkla gözlediğimiz mühendislik, ticaret ve tarım harikaları yaratmıştır. Ancak bu toplumlarda kişi ve düşünce hür değildi. Yenilikler büyük riskler alınarak yapılabiliyordu. Eski, “kadim” bilgiyi korumak için kullanılan zorlayıcı kurallar tarihte ilk kez karşımıza din olarak çıkıyor.

        Dinin ilkel toplumlarda toplumu ve toplum bilgisini yani “geleneği” duyarlı hale getirmek gibi çok önemli bir rolü vardı. Din bu rolünü muhtelif vasıtalar, bir ruhban sınıfı, kutsal alanlar (tapınaklar, sunaklar vb.) ve kutsal kitaplar vasıtasıyla icra ediyordu. Dinin kurallarına ve akidelerine karşı çıkmayı imkânsız hale getirmek amacıyla günah kavramı geliştirilmiştir. Her dinin kendine göre, çıktığı yere ve şartlara özgü yasakları ve bu yasakların delinmesine mâni olmak amacıyla geliştirilmiş günahları vardı.

        *************

        İLK KUTSALLAR: TAKVİMLER

        DİNLER de bilimin gelişmesine özellikle astronomi alanında faydalı olmuşlardır. Özellikle tarımın gelişmesinden sonra takvim yapmak büyük önem kazanmıştı. Takvim yapmak, yıldızları, Ay’ı, Güneş’i gözlemeyi ve bunların zaman içindeki konumlarını listelemeyi bir gereksinim haline getirmişti.

        Tarım toplumlarında bu işi genellikle ruhban sınıfı üstlenmiştir. O nedenle, bazı toplumlarda tapınaklar aynı zamanda astrolojik gözlemevi görevini de görüyordu (örn. Mezopotamya kültürlerindeki zigguratlar) ve burada astrolog-papazlar gökleri gözleyerek kayda geçiriyorlardı. Ama yaptıkları iş henüz astronomi değildi; zira içinde eleştirilebilecek kuramsal bir çatı barındırmıyordu.

        Kuramsal çatı dinseldi ve bunu eleştirmek de günahtı. Bu da anlaşılabilir bir haldir: Takvim, tarımın düzenli yapılabilmesi için yaşamsal öneme sahip bir araçtır. Takvimle önüne gelenin oynaması bir toplumun bir yıl boyunca kıtlık çekmesine sebep olabilir. Onun için takvim, ilkel, bilim-öncesi toplumlarda kutsallaştırılmıştır. Çin’de 18. yüzyıla kadar takvim kutsaldı ve imparatorun da otoritesini temsil ediyordu. Bunu ilk delen Mançu soyundan gelen “barbar” imparator Kang-Şi (kişisel ismiyle Aixin- Jueluo Xuanye, 1654-1722) olmuştur. Emrindeki Alman Cizvit papazı ve astronom Adam Schall von Bell (1592-1666),

        Kang-Şi’ye Çinli astrologların geleneksel takvimlerinin yanlış olduğunu söylemiş, kendisi Çinli olmadığı için Çin geleneklerinin önemini bilmeyen veya bunlara önem vermeyen imparator da bunun kontrol edilmesini istemişti. Alman astronomun haklı olduğunun görülmesi üzerine Kang-Şi takvimin değiştirilmesini emretmiştir. Kutsiyete dokunan bu emir, o zaman tüm Çin toplumu üzerinde bir şok etkisi yapmıştı.

        *************

        MODERN BİLİMİ BAŞLATAN İKİLİ: ANAKSİMANDROS VE TALES

        DİNİN ilk ciddi ve açık tenkidi daha önce bahsettiğim Batı Anadolu’da Yunanca konuşan şehirlerde olmuştur.

        Tarihin bize bildirdiğine göre bunu ilk yapan Miletoslu Tales ve Anaksimandros adlı iki asilzade arkadaştı.

        Gelenek Anaksimandros’u bize Tales’in öğrencisi olarak sunar. Her ikisi de Milattan Önce yedinci yüzyılın sonu ile altıncı yüzyılın başında yaşamıştır.

        Tales, Mısır’a yaptığı bir ziyarette Nil boyunda çalışan kadastrocuların bazı geometrik kurallar kullandıklarını görmüş, bunun kaynağını sormuştu. Kaynak eskiydi ve ustadan çırağa geçen bir “zanaat” bilgisiydi. Bunlar arasında benzer üçgenler, Pisagor kuralı gibi hepimizin bildiği basit geometrik kurallar vardı. Mısırlı kadastrocular bunları her Nil selinden sonra tarlalarının sınırları tahrip olan insanların tarla sınırlarını baştan çizmek için kullanıyorlardı.

        Tales’in dehası, bu kuralların ispat edilebilir kesin bilgiler olduğunu keşfetmesi, yani bunları geometrik teoremler haline getirerek “ispat” kavramını geliştirmiş olmasıdır. Bu şekilde Tales tanrıların yardımı olmadan insanın kesin bilgiye ulaşabileceğini gören ve bunu açık açık söyleyen bildiğimiz ilk insanoğlu olmuştur.

        Bu keşfinin Tales’i çok heyecanlandırdığı, Miletos’a dönünce bunu arkadaşı Anaksimandros’a anlattığı söylenir. İki kafadar, doğa olaylarını da böyle dinden bağımsız olarak bilip bilemeyeceklerini düşünmeye başlamışlar. Bu düşüncelerinin temelinde din eleştirisi yatmaktadır: Zira tanrı Poseidon’a ne kadar kısrak kurban edilirse edilsin, depremler şehirleri yıkmaya, denizde fırtınalar gemileri batırmaya devam ediyordu; Zeus’a kaç tane boğa kurban edilirse edilsin, yıldırımlar can almaktan geri durmuyordu. Asklepios’a hediye edilen horozlar her hastanın iyileşmesini temin etmiyordu. Tales ve Anaksimandros dindeki bu keyfilikten rahatsız olmuşlardı. “Acaba” diyorlardı, “Şu içinde yaşadığımız dünyanın da geometri gibi akılcı bir açıklaması var mıdır?”.

        Bu soruya bu iki arkadaşın, fakat bilhassa Anaksimandros’un verdiği cevaplar Yunanca konuşan şehirlerde yeni bir geleneğin, bilimin doğmasına neden olmuştur. Buna paralel olarak sanatta da yepyeni, eleştirel bir uyanışa şahit oluyoruz. Bundan sonraki birkaç yazımda bu uyanışın tarihini anlatacağım ve onu aynı uyanışı gerçekleştirememiş olan toplumlardaki düşünce akımlarıyla karşılaştıracağım. Bu, kanımca insanlık tarihinin en önemli ve en zevkli öyküsüdür.

        Diğer Yazılar