'Bizi severken devletten farkları yoktu'
HADİ canım!" Başörtülü dostum böyle dedi, Kemalist kadınları korkutabileceğini söylediğimde. Şöyle devam etti: “O kadar uzun süre kendimizi mağdur hissettik ki bizden korkacaklarına ihtimal vermiyoruz.”
Mesele de bu: Taraflar birbirine “ihtimal vermiyor”. Çatışmanın iki tarafı da tedirgin. “Cumhuriyet elitinin” amansız ve içe işlemiş kibri varsa, mağdur koltuğundan aceleyle fail koltuğuna geçmiş muhafazakâr kesimin “Bana benze” diyen “tebliğ nezaketsizliği”. İki tarafın da itiraf etmediği korkuları var. Üstelik iki taraf da birbirinin korkusunu samimi bulmuyor. Atatürkçüler için iktidara gelmiş muhafazakârların “mağduriyet hissi”; muhafazakârlar için Atatürkçülerin kendilerinden gerçekten korkması inandırıcı değil.
GÖNÜL ARKEOLOJİSİ
Tek bir çaresi var: Herkes kendi “mahallesine” dışarıdan bakacak. Herkes kendisinin, mahallesinin bir toplumsal projenin ürünü olduğunu teşhis edecek. Empatinin ötesinde bir girişimden, bir tutumdan söz ediyorum. Tanışmadan bahsediyorum. Karşı tarafa dairmeraklarımız, korkularımız ve kanaatlerimiz üzerine bir kazı çalışmasından. Şimdi, buna cesareti olanlar konuşacak. “Kafa Dengi” programından tanıdığımız yazar Tarık Tufan, akademik ve edebiyat kitaplarıyla Taraf Gazetesi yazarı Cihan Aktaş, “Yaşayan Kuran” adlı devrimci sayılabilecek Kuran-ı Kerimmeal ve tefsirinin yazarı, İslami hareketin vicdanlı entelektüeli İhsan Eliaçık, son romanı “Rüya” ile birlikte birçok kitabın yazarı Ümit Aktaş ve kadın hareketi içinde kıymetli bir yere sahip Başkent Kadın Platformu kurucularından, Star Gazetesi yazarı aktivist Hidayet Tuksal Şefkatli... Hepsi hemkendi hemde öteki mahallede saygın isimler. Aynı nedenle de ikimahalle tarafından topa tutulan bağımsız entelektüeller. Yaşları tibarıyla da üç ayrı kuşaktan geliyorlar. Onlara “Büyük Tanışma”yı sordum. Hepsi umutla ve heyecanla destek oldular. “Ötekimahallenin gazetesine” konuşmanın tedirginliğine kapılmadan kalplerini açtılar.
İLK İŞ AKP’DEN AYRILMAK!
Konuşanlar, AKP’nin iktidara gelmesinin ardındanmahallenin iktidar çevresinde toplanmasıyla daha da “kıyıda” kalan isimler.Muhafazakâr mahallenin hızlı zenginleşmesi sırasında “iktidar sofrasına” tamah etmeyen İslamcılar. Onlar, eski mahalle arkadaşlarının hızla iktidara yaklaşma sürecine mesafe aldılar. Tarık Tufan bu meseleyi şöyle teşhis ediyor: “Kendimizle, geleneksel muhafazakârlık ve Yeşil Kuşak Projesi arasına nasıl birmesafe koyacağız? İslamcılar bu sorunun cevabını bulamadan, bu toprağın özgün İslamcı kimliğini oluşturamadan iktidara çağırıldılar. Sağ-liberal-muhafazakâr siyasetin esiri oldular. 90’larda kültür, sanat, felsefe ile uğraşıyorduk şimdi iktidar ve piyasanın tamortasındayız. Bu iktidar alanlarını kullanmak kişisel dönüşümlere neden oluyor. Aynı safta namaz kıldığın adamla artık randevusuz görüşemiyorsun. AKP’nin sahip olduğu sivil bürokrasi yeni bir insan tipi üretiyor. Aynı cemaatemensup olduğu “kardeşiyle” ilişkisi değişiyor. Bir sürü insanın hayal kırıklığı vardır ama konuşulmuyor. Çünkü bunları şikâyet edenler komünistlikle suçlanıyor.” Cihan Aktaş AKP iktidarıyla kendileri arasındaki ayrımın dışarıdan hiç bilinmediğini şöyle anlatıyor: “Başörtülü olduğumiçin insanlar gelip şöyle demeye başladı: ‘Sizin tuzunuz kurudur şimdi. Bizim oğlana da bir iş bulsanız.’ Alakası yok tabii.” Eliaçık bu “karışıklığın” nereden kaynaklandığını tarihsel olarak açıklıyor: “Şimdi gördüğümüz birçok kişi, malını korumak için önce antikomünist, sonra ülkede bunu savunanlar dindarlar olduğu için Müslüman oldu. Hiçbir hoca sana şunu anlatmaz: Peygamberimizin en büyük sünneti mülksüzlüktür. ‘Üzerimde mülkiyet olduğu halde Rabbimin huzuruna gitmekten haya ederim’ demiştir. Zenginleri küstürürüz, vakıflarımıza, cemaatlerimize zenginler para vermez, diye korkup anlatmazlar. Peygamberimizin ‘Ticaret yapınız’ dediği de yalandır.Müşrik bir tüccarın sözü Peygamberimize mal edilmiştir. Peygamberimiz yoksuldu. Ama şimdi Başbakan yoksula ağlayamıyor. Adalet, doğadaki güçlü zayıf dengesini aynen korumak değildir. Bu, afyon dindir. Din, adalet, eşitliktir. Yoksulun derdiyle hemhal olmaktır. Biz diyoruz ki; ‘dindar zihin: Senin bilincinde, tarihinde bu var. Uyan.” En yakıcı biçimde adalet kavramının tesisinde birbirinden ayrılan İslamcılık ve muhafazakârlığın Türkiye’deki tarihsel kardeşliğine(?) Ümit Aktaş’tan çarpıcı bir örnek geliyor: “İslamcılıkla muhafazakârlık ilk kez birbirine karışmıyor. 12 Eylül öncesi Ülker’de, önce grev sonra lokavt oldu. Sabri Ülker cemaatlere haber ulaştırdı. Bir sürü Müslüman genci asgari ücretle işe başlattı. Oraya gidenler bunu, İslami mücadelenin bir parçası olarak gördü. Ama muhafazakârlık sadece İslamcılıkla karışmıyor. Örneğin zon 8 Mart’ta komutanların eşleri Anıtkabir ziyaretinde eşlerinin rütbelerine göre sıralandılar. Çağdaşlık adına yapılan bir eylemde eşler kocalarının gölgesinde. Bu da muhafazakârlığın Kemalizm’le karışmasıdır.”
MAĞDURİYETİN ASLI VAR MI?
Öteki mahallenin en büyük şikâyeti iktidarın mağdur edebiyatı. Mağduriyet söyleminin aslı varmı? Nereden besleniyor bu söylem? Nasıl her seferinde, en yüksek rakımlı toplumsal statüdeki muhafazakârlar arasında bile karşılık bulabiliyor? “Mağduriyet hâkim psikolojidir” diyor Hidayet Tuksal Şefkatli, “Pratikte çok mağduriyet olmasa bile resmi alana hâkim olan duygudan dolayı böyle hissedildi. Hafızalarda, Kuran okuyan insanların hapse girmesi kaldı. Hiçbir zaman solcular kadar çekmediler ama azınlık gibi hissettiler. Sayıları çok olan bir azınlık gibi. AKP’yi iktidara getirenler azınlık gibi hisseden bu çoğunluktur.”
SİNİK MÜCADELE
Ümit Aktaş ise tarihsel perspektiften bakıyor “mağduriyet siyasetine”: “Mağduriyet politikası Osmanlı’dan başlayan bir kültürel deformasyondur. Örneğin Fethullah Gülen’in ağlamasının salt dini duyarlılıktan kaynaklandığını söyleyebilirmiyiz? Osmanlı’nın ürettiği mağduriyet üzerinden mazoşist bir direnme biçimidir bu. Halk sünniliğinin savaşı siniktir. Ne iktidarın tam karşısına çıkar ne de teslim olur. İslamcılar, 12 Eylül’de solcularla aynı tırpanamaruz kalmadılar. Sol, İslamcıların daha sonra yürüyeceği yolu açtı. Devletin şiddetini onlar göğüsledi, İslamcıların böyle deneyimi, geleneği yoktu zaten.” 12 Eylül’de solcularla birlikte Mamak’ta “tırpandan” geçen İhsan Eliaçık, mağduriyet söyleminin tohumlarını, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına, o yıllarda atılan toplumsal psikolojik tohumlara bağlıyor: “Devletin kronik önyargıları var. Cumhuriyet, Osmanlı’ya karşı kurulurken meşrulaşmak için ‘Osmanlı kötüdür’ demiş. Dini meseleleri de Osmanlı ile ilişkilendirmiş. Bu yüzden dine ait bir görüntü görünce ona ‘irtica’ diyor. ‘Cumhuriyet eski düzene dönmeyecektir’ geriliminden kurtulmak lazım. Cumhuriyet, çağdaşların dindarlarla, Kürtlerle birlikte kurduğu bir şeydir. İslamcılarda da ‘Cumhuriyet bize karşı kuruldu’ gerilimi var. Cumhuriyet elitleri, dindarları, Kürtleri Cumhuriyet’e ortak etmekten kıskanıyorlar. Onların da ‘Size bunu yıktırmayacağız’ demekten vazgeçmesi lazım. Çünkümağduriyet, dışlanmışlık söylemi buradan kaynaklanıyor.”
Tarık Tufan ise AKP’yi iktidara taşıyan genç kesime dair içeriden gözlemlere sahip. Vaktiyle bana sorduğu bir soruyla “Büyük Tanışma” yazı dizisi fikrinin oluşumuna katkı sağlayacak kadar çarpıcı gözlemler bunlar. Şöyle sormuştu Tufan: “Sence niye kişisel gelişim kitapları, yaşam koçluğu gibi kapitalizmin ürünleri en çok Müslüman gençler arasında rağbet görüyor? Bir dışarıda kalmışlık duygusu var onun dibinde.”
BORDO CEKETLİLER
Tufan’a bu zaviyeden soruyorum mağduriyetmeselesini. O da aynı kalp zaviyesinden anlatıyor: “İnsanlar çocuklarını kendileri gibi yetiştirmek istediği için imam hatip liseleri var. Herkes bilir oradan imam çıkılmayacağını. Öte yandan mağduriyet çift taraflıdır. Hakan Albayrak’ın bir dizesi vardır: ‘Bizi severken devletten farkları yoktu’ Devlet senin sakıncalı olduğuna hükmeder, kadınların önü kesilir.Muhafazakârlar da bunu kabul eder. Cemaatlerin çocuklarının okumalarını tek yönlü hale getirir, farklı bir dünyaya kulak kesilince totaliter yöntemler uygulanır. Ali Şeriati ile Kafka’yı aynı anda tanımaya izin vermezler. Avukat, doktor olursun yine de imamhatipli olduğunu saklamak zorunda kalırsın. İçki içmediğini, namaz kıldığını saklayanlar olmuştur. Örneğin en fiyakalı olmaları gereken gençlik yıllarında hacı amcaların kimseye satamadığı o bordo kumaşlardan yapılan ceketleri giyer bu çocuklar. Bu bile bir kırgınlık yaratır. Ve şimdi o kırgınlıkla
iktidarlar.”
Peki öteki kırgınlıklar? Mahalle içi kırgınlıklar yani? Karşı tarafa malzeme olur diye anlatılmayan. Onlar da yarına...
Mahallelerin karşılaşma anlarından konuşuyoruz. Ben, Nihal Bengisu Karaca ile yaşadığımız likör hadisesini anlatıyorum. Likörü Nihal’a uzattığım anda karşılıklı manasız bakıp kalışımızı. Benim likörü içkiden saymamamı, içki içilmediğine “ihtimal vermememi”, Nihal’in de buna gülecek kadar bu sürçmeyi samimi bulmasını. Giderek herkes güldüren-düşündüren karşılaşmalarını anlatıyor. Tarık’ın Romanlarla yediği yemekte yaşadığı ikram hadisesi şöyle: “Adam elinde birayla geldi. ‘Abi’ dedi, ‘Senin içki içmediğini bildiğim için sana bira getirdim’. Güldüm tabii, ne yapacaksın?”
İhsan Eliaçık’ın bürosuna her kesimden insan geliyor. Solcu ateistlerle İslamcılar birbirine karışıyor. İslamcılardan biri solcu ateistin vicdan, merhamet gibi kavramlardan söz ettiğini duyup da söylenenleri fazlaca onaylamaya başladığını hissedince sinirleniyor: “Sen de ne biçim ateistsin kardeşim!”
Hidayet’in ki ise o kadar eğlenceli değil: “8 Mart yürüyüşü yapılıyor, 2005’te. Bir grup başlarına küçük, kırmızı sembolik başörtüleri örtmüşler. Kortejde biz onların arkasındayız. Başörtülüyüz ya bizimle karıştırılmaktan korktular. Komiteye söyleyip yerlerini değiştirdiler. Öte yandan da polisten başka bir baskı. Onlar da ‘Bu solcularla aynı yerde olursanız başörtülü demez, size de aynı muameleyi yaparız’ gibi bir muamele. Enteresan değil mi?”