Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bize gereken şey bu: Büyük tanışma! Çünkü Türkiye yeni bir Anayasa ile yeni bir toplumsal sözleşmenin eşiğindeyken, daha önce görmediğimiz bir biçimde değişiyor. Dağlardan “Ne mutlu Türküm diyene” yazısının kaldırılması konuşuluyor. Çocuklar belki güne “Türküm, doğruyum, çalışkanım” diye başlamayacak artık.

        Ülke, Habur kapısından girenlerin bir tarafta öfke ve korku, diğer tarafta sevinç ve umut yarattığını ilk kez apaçık izliyor. Poşulu Kürt çocuk, uzak topraklarda değil, şehirlerin yanıbaşımızdaki sokaklarında anlatıyor öfkesini. Türkiye, First Lady’nin başörtülü olmasına alışmaya çalışırken, Hayrünnisa Hanım başörtüsünün üzerine binici kepi takıp ata biniyor. Cumhuriyet’in atları artık yüksek sesli bir “Bismillahirrahmanirrahim” ile sürülüyor. Hacı amcaların hibelerine kanaat eden bordo ceketli imam hatipli çocuklar şimdi cipleriyle en pahalı mağazaların önüne park ediyor, işverenler kokteylinde ayakta karşılanıyorlar. Dersim katliamı ile tanışıyor hiç bilmeyenler. Aleviler, çalıştaylar ile yeniden tarif edilirken, gizli kalmış acılarını kalplerinde ve türkülerinde gizleyerek birbirine tutunan bir halk şimdi “anlatmaya” alışmaya alışıyor. Cumhurbaşkanı’nın cemevine girmesine nasıl pozisyon alması gerektiğini düşünüyor solcu Aleviler.

        MERMER ÇATLARKEN

        Hakkında her şeyi bildiğimizi sandığımız insanlar, bakıyoruz ki yeni keşfettiği Ermeni köklerinden söz ediyor. Dedesinin bilmediği bir dilde konuştuğunu hatırlıyor insanlar ve ninesinin adının aslında Satenik olduğunu. Hep yedekteki Türkçe isimleriyle tanıdığımız insanlar ilk kez Ermenice isimlerini kullanıyor. Bir tarafta da, bunca yıldır “Ne mozaiği ulan! Türkiye mermerdir” cümlesine inanmış olanlar, mermerin çatlayışına tanık oluyor. Dağılıp gittiğini düşündükleri Türkiye’yi geri, eski “oyuna” çağırmak istiyorlar. Belki darbe istemiyorlar ama “paşalar” gözaltına alınırken, bildikleri kudret simgeleri yıkılırken yerine ne konacağını anlamaya çalışıyorlar. Ülkenin toprağının kum taneciklerine dönüşüp parmaklarının arasından kaydığını düşünüp, endişeleniyorlar, öfkeleniyorlar. Halkın sözcüsü olduğuna inanmış solcu aydınlar “halktan kopuk olmak” cezasıyla ipe çekiliyor. İyi-güzel, doğru-yanlış, alçak-yüksek nedir, bunlara karar vermeye alışkın olanlar, artık görüyorlar ki kimse onları dinlemiyor. Bu ülkede onlara yer olmadığını düşünen insanlar giderek çoğalıyor. Her gün otobüse binmelerine, varoşların kıyılarında yaşamalarına rağmen sabahları gazetelerde “elitist” olduklarını okuyup şaşkına dönüyorlar.

        İTİRAF EDELİM: BİLMİYORUZ!

        Türkiye, büyük ve bulanık bir değişimden geçiyor. Değerler sistemini altüst eden bütün büyük toplumsal değişimlerde olduğu gibi “sağduyu” felç oluyor. Psikiyatr Engin Geçtan’ın Zamane adlı kitabında koyduğu teşhis üzere Türkiye’de “kitlesel ketlenme” yaşanıyor. Ketlenme, ülkedeki yoksullaşmanın da etkisiyle giderek daha şiddet dolu, irili ufaklı çatışmalara neden oluyor, yeni çatışmalar olabileceği korkusu yayılıyor. Şimdi bize “Büyük Tanışma” gerekiyor. İçinden geçtiğimiz kör topal sürece içtenlikli, açık sözlü bir katkı. Her kesimin beklentilerinden, korkularından söz etmesi, kalbini açması gerekiyor. Seksen yıldır ertelediğimiz bir tanışmayı, evet şimdi, gündem bu kadar tepetaklakken, evet şimdi yeni bir toplumsal sözleşmeye niyetlenmişken yapmak gerekiyor. Çoğumuz, çoğumuz hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Bilmemeye, görmemeye, yok saymaya yemin etmişler bir kenara dursun. Ama hakiki anlamda bir bilmeme hali de bu kör dövüşü besliyor. Kürtler, gün yirmi dört saat Kürt meselesiyle yatıp kalkıyor, ama Rize’deki bir genç kendi yaşındaki Kürt gençlerinin neye öfkelendiğini, çocukların panzerlere niye taş attığını bilmiyor. İslamcılar, yılların mağduriyet alışkanlığıyla Atatürkçü bir kadını hakikaten korkutabildiklerine inanmıyor; Atatürkçü kadın bir Müslüman’ın kendini mağdur hissettiğine ikna olmuyor. Aleviler dededen toruna fısıltıyla geçen Dersim acısını sessizce saklarken Nevşehir’de bir adam Dersim’in Tunceli olduğunu bilmiyor. Ermenilerin Türklere diş bilediğini sanan milliyetçiler, Satenik’in canını en çok yakan şeyin dedesinin açlıktan ölmesini bir de ispatlamak zorunda bırakılmak olduğunu bilmiyor. Ve ismini hep fısıldayarak söylemek zorunda kalmanın sızısını...

        Bir imparatorluktan bir cumhuriyet olmaya doğru yaşanması gereken süreci, seksen yıl boyunca bir mermere hapsedilerek dondurulmuş bir değişimi yaşıyoruz. Konuşmak gerekiyor. Siyasi yasaklarla, geleneksel sessizlik alışkanlığıyla elimizden alınmış, unutulmuş sözcükleri hatırlamamız gerekiyor. Silahların, sözcüklerin yerini çok hızlı alabildiği bir toprakta, insanların şimdi konuşması gerekiyor.

        SAMİMİYET - CEHALET

        Konuşmak, insanların ekranlarda birbirine bağırması değildir. Üstelik hepimiz için aynı şey geçerli değil mi? Her kesim, utanç verici bir şekilde temsil ediliyor o ekranlarda. İslamcıları temsil etmeyen neo-liberal dindar karakterler; Atatürkçüleri temsil etmeyen emekli, öfkeli paşalar; Kürtleri temsil etmeyen galiz sözcüler; Alevileri temsil etmeyen Sünnileşmiş Aleviler; Ermenilerin ne kadar Anadolulu olduğunu

        anlatmayan Ermeni entelektüeller...

        Ekranlar bu karikatürize “tiplerin” çatışmasını seviyor. Çünkü cansuyunu korkudan alan statüko, birbirimize dair korkularımızı besleyen bu “tip”lerin çatışmasını istiyor. Tanışmamızı bu da engelliyor. “Samimiyet moda olduğundan beri cahiliyet meşrulaştı” diyor Yazar Umut Sarıkaya. Samimiyet adı altında üslupsuzlaşan “polemik hezeyanı” bir süredir konuşmak, diyalog kurmak sanılıyor. Polemiğin “samimi cehaleti” ise işimizi daha beter zorlaştırıyor. Her kesim, kendini ne olmadığı üzerinden tarif etmek zorunda kalıyor:

        “Darbeci değilim”, “Şeriatçı değilim”, “Terörist değilim”...

        Ne olduğumuzu, ne istediğimizi anlatmaya zaman ve enerji bırakmayan polemik hezeyanından dolayı bitkiniz. Tanışmamızı engelleyen bir başka mesele ise hep birbirimizi “çıldırma” anında görüyor, birbirimize o zaman bakıyor olmamız. Atatürkçüler darbecilikle suçlanmaktan öfkelenmişken, İslamcılar depremde yıkılan Kuran kursunda ölen çocuğunun hakkını aramazken, Aleviler çalıştaylara karşı kavga ederken ve Kürt çocuklar taş atarken... Kameralar tam o anda bize dönüyor ve kendimizi, Türkiye’yi o anda görüyoruz: Hep kavga ederken. Bu da ülkenin kendiyle ilgili bir kanaat oluşturmasına neden oluyor: “Biz birlikte yaşayamıyoruz!” Televizyonlarda kimse Atatürkçü bir kadının Ramazan Bayramı’nda evinde yaptığı baklavayı, okuduğu Yasin’i anlatamıyor. İslami kesimden bir genç de başı açık kızlarla “çıkmayı” nasıl istediğini... Ermenilerin de bu ülkede biraz Müslüman gibi yaşadığını, Kürtleri dünya üzerinde Türklere en çok benzeyen halk olduğunu...

        BENZERLİKTEN KORKMAK

        Hepimiz, birbirinden farklı toplumsal projelerin ürünüyüz. İslamcısından Atatürkçüsüne, Kürt’ünden Türk’üne... Hepimizin içinden geldiğimiz toplumsal projeye dışarıdan bakarak konuşmayı öğrenmemiz gerekiyor. Birbirimize yaralarımızı göstererek tanışmak zorundayız. Niye birbirimizden saklanıyoruz? Farklılıklarımızdan korkuyoruz. Ama bu, meselenin sadece bir tarafı. Esasında korktuğumuz başka bir şey daha var: Benzerliklerimiz! Kendimizi “ötekinden” ayırmak için onunla olan benzerliğimizi de reddediyoruz. Biz aslında benzerliklerimizin ortaya çıkmasından da korkuyoruz. Ya birbirimize hepten karışırsak!

        “TÜRKİYE’NİN RUHU”

        “Türkiye’nin Ruhu” adlı romanına çalışırken kaybettiğimiz Oğuz Atay, Günlük’teki notlarında şöyle diyordu: “Bizim ‘ilk günahımız’ belki de budur: Kapalı sistem yarattıklarının dış dünyaya karşı beslediği korkudur. Yaşama korkusudur.” Hepimizin ortaklaştığı yer burası olmasın sakın? Tanışmaktan korkuyoruz. Birbirimizden artık korkmamaktan korkuyoruz. Yani korkusuz yaşamaktan... Ülke; Kürtlerden endişelenmemekten, İslamcılardan korkmamaktan, Atatürkçülerle barışmaktan ve daha birçok şey ile birlikte bu “dağınık fotoğrafın” normalleşmesinden korkuyor. Toplumsal kesimler tanışmak yerine, enerjilerini, karşı tarafın kendisinden sakladığı bi “ajandası” olduğu sanrısını bina etmeye harcıyor.

        KİBRİ GİZLEYEN “HOŞGÖRÜ”

        Toplumların psikiyatrisiyle ilgilenen Arno Gruen “Demokrasi Mücadelesi” kitabında şöyle diyor: “(Birbirimizi) anlamak, ancak çocukluk acılarımızı yok saymamakla mümkün olur. Bu önkoşul yerine gelmedikçe, ‘anlamak’ ancak ardında kibir ve küçümsemenin gizlendiği bir anlayışlı olma pozundan ibaret kalır.” Bugüne kadar yücelttiğimiz ve yapmaya çalıştığımız şey “hoşgörüydü”. Kibri ve küçümsemeyi, çatışmayı ve ilişkisizliği daha iyi gizleyen bir sözcük olabilir mi! Oysa yapmamız gereken, hoşgörünün yerine serinkanlı ve samimi bir tanışmayı geçirmek. Sakin olup, sadece bir parçamızı değil, bütünümüzü gösteren bir aynaya bakmak! Üstelik sadece yaralarımızı değil sevinçlerimizi, neşemizi, dostça selamımızı da görmeliyiz aynada. Hiçbirimiz yaralardan ve korkulardan ibaret değiliz nasılsa. Bir tür “derin barış imkânı” da var bu memleketin hamurunda. Olmalı.

        “MAHALLESİZLERLE” BAKMAK

        Bugüne kadar Türkiye, aynaya baktığını sanırken, duvarda asılı, 1923’te çizilmiş bir tabloya bakıyordu. Şimdi aynaya baktığımızda görüntünün ne kadar bulanık olduğunu görüyoruz. O görüntüye bakmanın zamanı geldi. Çocukluktan kurtulmanın, yetişkin olmanın önkoşulu kendi varoluşunun sorumluluğunu almaktır. Türkiye için bunun vaktidir. Bir kere de “mahallesizler” konuşsun. Kendi mahallesine mesafe alabilenler öteki mahalleye muhabbet duyanlar. Birlikte yaşamak isteyenlerin konuşma vakti geldi. Gelin kendimize onların serinkanlı gözleriyle ferah feza bir bakalım.

        Ne dersiniz? Tanışalım.

        Diğer Yazılar