'Alevi Açılımı mı, Sünni çalımı mı?' sorusunun ötesinde...
Bir Alevi açılımı hikayesi... Kayseri-Sivas yolu üzerinde bir Alevi köyü. Açılım heyecanına kapılan köylüler yıllar sonra cemevini yeniden gündeme alırlar. Arazi tamamdır. Para için Kayseri Müftülüğü'ne, Diyanet İşleri Başkanlığı'na başvurulur. Cevap: Red! Almanya'daki hemşeriler imdada yetişir: "Masrafı bizden, siz inşaat izni alın yeter." Köylü bir umutla başvuruyu tekrarlar. Yine red! Derken muhtarın aklına bir fikir gelir:
"Anadolu mozaiğini yaşatmak için bütün dinlerin ibadet edebileceği bir kültür merkezi!"
Mimari çizimlere şahsen başlar. Hedef: 200 nüfuslu Alevi köyüne, cemevi, camii, kilise ve sinagog olan bir kültür merkezi kurmak!
Köylü "Hıristiyan'ı boş ver, köyde Sünni bile yok, kiliseyi n'apalım?" diye sorup, Almancılar da "Buna para vermeyiz" deyince... Muhtar istiareye yatıp yeni fikirle kalkar. Nüfus kütüğünü tarayıp Kore savaşı sırasında şehit olan bir askerin köydeki kaydını bulunca... Türk Silahlı Kuvvetleri sağ olsun! Şimdi köyde cemevi yerine çitle çevrili, ortasında Türk bayrağının dalgalanan bir şehitlik var.
Türkiye'de Alevilerin "açılımdan" sonraki hali, Zeynep Erdim'in bianet.org haber sitesinde yazdığı bu gerçek hikayeye benziyor. Alevilerin bir kimlik, cemevlerinin ibadethane olarak tanınması, zorunlu din derslerinin kalkması için başlayan açılım süreci, din dersinin ilkokul 1. sınıfa kadar indirilmesiyle sonuçlandı. Bu yüzden Aleviler içinde Alevi açılımına "Muaviye Açılımı", "Sünni çalımı" diyenler çoğunlukta. Üstelik açılımın Aleviliğin tarifi talebi de işleri karıştırdı.
Kerbela'dan darağacındaki Pir Sultan Abdal'a, Dersim Katliamı'nda "Ayıptır, zulümdür, günahtır" derken asılan Seyit Rıza'dan, 70'i çocuk yüzlerce masumun katledildiği Maraş Katliamı'na, bir Hıdırellez günü Deniz ve Yusuf ile birlikte idam edilen, arkadaşları arasında, Alevi olması sebebiyle "Dede" adıyla bilinen Hüseyin İnan'a ve en son Sivas Katliamına... Kendini, kayıpları ve direnişiyle tarif etmiş bir toplumu, cemevlerine ideolojik galoşlarla girerek tanımak, aynı galoşlarla tarif ederek anlamak mümkün mü? Alevilerin tarihi kırgınlıklarının ötesinde bugün bu yarada atıyor kalpleri. Türküler yaktıkları yarıları, sol yarıları, tarifin dışında kalıyor.
"Bir daha mı anlatayım kendimi!"
Alevi toplumu, iktidarla "açılım" sofrasına oturmanın dağınıklığını yaşarken kendilerini, hakikatlerini anlatmalarını istenince...
"Kendimizi yeniden anlatmak... Bana en çok dokunan bu. Diyor ki mesela ‘Benim Alevi arkadaşım var.' Ne bu şimdi? ‘Normalde olmaz' der gibi. Mum söndü hakaretine, ‘Yok böyle bir şey, yapmıyoruz' demek bile aşağılayıcı. ‘Gelin cemimize bakın' lafları... Bunlar rencide edici şeyler. Bunca yıl korunmak için saklanmışsın, katliamlardan geçmişsin. Şimdi diyorlar ki ‘Hele bi' anlat kendini bakalım'.
Arif Sağ, elini masaya vura vura konuşuyor. Duvarlarda bağlamalar. Hepsinin yumruğu havada...
"Açılım sofrası" o sağ yumruğu görmüyor, Alevilerin söylemedikleri, kalplerindeki mesele bu. Aslında bir Alevi dedesi olan, ama dedelik etmeyen Şair Haydar Ergülen bu yüzden "Aleviliğin rejimle ilgili bir meselesi var" diyor:
"Öncesinde de vardı, açılımda da aynı tutum devam ediyor: Aleviliği Sünnileştirme eğilimi! ‘Hepimiz Ali'yi seviyoruz' demek bile Sünnileştirmenin bir yöntemi olarak kullanılıyor. ‘Dünya Türk, Aleviler Sünni olsun' anlayışının devamıdır bu. Örneğin bu yüzden MHP Alevi adaylar çıkarır seçilmede, AKP'nin bu yüzden Alevi milletvekilleri vardır."
Ama açılımla birlikte iktidarla Aleviler arasında diyalog sürecine girildi. Bu uzlaşma masasına oturunca Sünnileştirme operasyonuyla "uzlaşma masasına" mı oturulmuş oldu?
Arif Sağ, dağ gibi sesiyle kızıyor:
"'Arif Sağ Başbakan'la niye aynı masaya oturdu?' Çünkü ülkemi seviyorum arkadaş! Başbakana oy vermeyeceğim, o da biliyor bunu. Ama bu, onun bu ülkenin başbakanı olduğu gerçeğini değiştirmez. Tayyip Erdoğan diyor ki "Bu proje parti projesi değildir, devlet projesidir". Aksi olana kadar buna inanmak zorundayım. Benim bir ömür ideolojik bir duruşum olmuş, başbakan'ın gözlerinden etkilenip 1 dak'kada AKP'li mi olacağım? Şiirle, bağlamayla kavga etmiş bir toplum eline silah almaz. O zaman bu sorun nasıl çözülecek? Masaya oturarak."
Haydar Ergülen, gülüyor, "Beni çağırmadılar bile" derken. Haydar, Alevi-Bektaşi Dernekleri Konfederasyonu Danışma Kurulu üyesi. "Niye gideyim ki?" diyor, "Ökkeş Şendiller'i çağırmışlar! Adam, Maraş Katliamı'nın bir numaralı aktörü. Sonra bir şekilde o işin üzerini kapattılar, çalıştaya gelmedi."
Haydar, açılımın mimarlarının Türkiye'ye sunduğu yaşama biçiminin Alevilere uygun olmadığını anlatırken "Git Samsun'a" diyor, "Mendirekte her yerde, uzaydan bile görülebilecek çoklukta ‘Alkol almak yasaktır' yazıyor. Sana ne kardeşim benim içkimden!"
İslamcı entelektüel Ümit Aktaş'ın önceki gün yayınlanan sözlerini söylüyorum, Alevilerin, Sol'un, muhafazakarlaşmaya tepkisinin "Rakımızı içemiyoruz" düzeyinden daha derin olması gerektiğini söylediğini. Haydar itiraz ediyor:
"Yok kardeşim! Her şey orada başlıyor. Bak anlatayım. Ninemler zamanında jandarma boğma rakı yapıldığı zamanı kollarmış. Rakı yapılıyorsa orada Aleviler var, demek ki cem yapılıyor. Cem'leri basmak rakıya bakılır yani."
Açılım sürecinde iyice gerilen sinirler yüzünden Arif Sağ yine vuruyor masaya yumruğu:
"Alevilerin hayat yaşam biçimini tanıyacaksın! Bak, mesela tarihte Alevi isyanı yoktur. Nefsi müdafaa vardır. Zulme isyan eden geleneğe hayır desem Pir Sultan Abdal pirim olmazdı. Bu toplum katliamlar görmüş ama direnmiş. 1000 yıl cem'e izin vermediler de biz cem yapmadık mı? Yani bu insanlarla barışsan iyi olur. Barışmazsan da... Ben yine buradayım."
"Aleviliğin bir ‘kibri' vardır" diyor Haydar Ergülen aynı "inatçı varlık" zaviyesinden bakınca. Devam ediyor:
"Abartarak söylüyorum tabii ‘kibir' diye. Müdanasızlıktır o, kendini dışlanmış hissetmez. Bir ara ‘Ülkenin asli unsurları kimler?' diye soruldu. Kimse asli ya da yedek değil. Ama, Türkiye kültürünün, türkülerinin ne kadar Alevi olduğunu da fark etmeli."
Katliamı "tarif" dışı bırakmak: AYIPTIR, GÜNAHTIR, ZULÜMDÜR
"Ben karakolda dayak yerken öğrendim" diyor Haydar. Ototamircisi babası çalışmak için gittiği Almanya'dan oğluna bir daktilo gönderiyor. Haydar, lise öğrencisi ve Deniz'ler asılmayı bekliyor. Bir bildiri döşeniyor yeni daktilosu ile. Ertesi gün bildiri sınıfa dağılınca...
"Bak" diyor polis, masanın üzerindeki dosyaları gösterip, "Bunlar 3K dosyaları". 3K?
"Kızılbaş, Komünist, Kürt! Ona göre! Hem Kızılbaş hem Komünist olursan başına gelecek budur."
Ne gelecek?
O gün Haydar, okulun önünde otuz kişiden dayak yiyor. Ülkü ocakları bu "kızılbaşı" yaşatmama kararı almış. Haydar'ın okuldan atılma kararı güç bela "sürgün"e çevrilip Ankara'ya gelince..
"Arkadaş olacağım herkese baştan söylerdim: ‘Ben Aleviyim, ona göre'. Arkadaşlarımdan biri, ailesi de solcuydu bak, tahtaya şöyle yazdı: ‘Haydar... Mumsöndü?' Enteresandır adı da Ömer'di. Kırılmıştım. Ama daha enteresanını söyleyeyim, en yakın üç arkadaşımın adı da Ömer'dir. Hatta oğlum oysaydı adını Ali Ömer koymayı düşünüyordum. (Gülüyor) Kırgınlıklar geçer, barışmak gerekir."
Ama barışmak için de nezaket. Arif Sağ o noktada kırgın hala:
"Savcı Cihaner'in iddianamesinde Alevileri ziyaret etmiş yazıyor. Adamın suçu Alevilerle iyi geçinmek! Sonra bir evlendirme programında adam ‘Ben Kızılbaş mıyım?' diye söylemez mi! Bu topluma, bunun hakaret olduğunu öğretmek lazım. Mumsöndü lafının hakaret olduğunu bilmeyenler var."
Haydar, babasının bu mumsöndü saldırılarına verdiği cevabı anlatıyor. Kırgınlığını nasıl şakayla karıştırdığını:
"Eskişehir sanayide babam tamircilik yaparken Tatarlarla iyi geçinirlerdi. Beraber rakı içerler filan. Sonra çarşı Sünnileşmeye başlayınca, babama sorar olmuşlar ‘Mumsöndü yapıyor musunuz?' diye. Babam da bir gün dayanamamış, ‘Yapıyoruz' demiş, ‘Bir gün yengeyi de getir!' Kırılır insan karısına aynı muamele yapılınca."
Tek tek yaşananların ötesinde neye kırgındır Aleviler? Semahları, kendilerinden alınıp değiştirilmiş türküleri kadar tanınmasını istedikleri şey nedir? Hep zulme karşı durmuş, o duruşun karşılığı hep kanı dökülerek almış Aleviler, kimliklerinin "tarifinden" bir şey çıkarılmasını istemezler. Daha önemlisi, Sivas'ı, Maraş'ı ve Dersim'i, hiç değilse acılarının ellerinden alınmaması, yok sayılmaması. "Tarihin farklılaştırılarak yeniden yazımı yaşanıyor. Örneğin Sivas Katliamı'na karşı Başbağlar Katliamı'nı söylüyor radikal Sünniler" deyince ben, Ergülen hatırlıyor aslında en çok neye kızgın olduğunu:
"Bir şiir yarışması jürisindeydim. Söz, İsmet Özel'e geldi. Ben de ‘Şiirlerini severdim ama Sivas Katliamı'ndan sonra söylediklerinden dolayı artık şiirine bile gönül indiremiyorum' dedim. Genç, Müslüman şairlerden biri demez mi, ‘Abi sen o olayda Arif Sağ'ın rolünü unutuyorsun? Onun tabancasından çıkan kurşunla kaç kişi öldü?' Kavga çıktı tabii. Sivas gibi bir katliamı bile olmamış gibi yapmak... Ayıptır, günahtır, zulümdür!"
Dillenmeyen yara hep taze kalıyor
"Yavuz Semerci anlatırken bu iş bir gazete söyleşisi olmaktan çıkıyor. O anlatırken göz göze gelemiyoruz bazı anlarda. Acılı bir ülke hikâyesi bu..."
İclal Aydın, yaptığı röportajın bir yerine böyle bir-iki cümle sıkıştırmıştı. Sonra Semerci'den dinledim karşılıklı birkaç damla yaş döküldüğünü. Kimlik meselesine pek de takılmayan, iki soğukkanlı gazeteci olarak başlayan konuşmanın, yarasını geç itiraf etmiş iki insanın dertleşmesine dönüştüğünü. Hikaye şöyle başlamıştı...
Yavuz Semerci bir gün, "Bir Dersim Hikayesi" diye bir yazı yazdı. Anlattığı ailenin kim olduğu belli değildi, Dersim Katliamı'ndan kurtulan çocuğun Semerci'nin dedesi olduğu da... Bir sonraki yazıda Semerci bunu açıklayacak ve geç fark ettiği Alevi köklerinin tarihin yaralarıyla birlikte kucağına düştüğünü söyleyecekti. O güne kadar Alevi olarak ortaya çıkmamış iki Alevi gazetecinin konuşması ise ona yeni bir şey gösterecekti. Yara, hiç kimse konuşmasa bile, nesiller boyu aktarılıyor ve bir gün dillenmeyi bekliyordu. Dillenmeyen yara hep taze kalıyordu...