Söz
...SONRA işte, çıkıyorum caddeye. Bir sigara yakıyorum. Niye bilmiyorum, Beatles’tan “Here comes the sun”ı üflemeye başlıyor dudaklarım. İşte güneş geliyor! Ne bileyim, iyi gibiyim. Efkârlı ama iyi. Evine ekmek getirmiş biri gibi belki...
Beter bir hava var New York’ta. Beni bulur böyle şeyler. Garip taksi şoförleri, enternasyonal bir gerçektir bu, beni bulur muhakkak. Adamın
canı sağa dönmek istemiyor arkadaş!
- 20 numaraya gidiyorum ben. Burası 1790!
- Birkaç blok yürürsünüz hanımefendi!
Bu blok kültürüne manasız bir biçimde aşinayız elbette, filmlerden. Fakat bu blok denen hadise geniş bir sokak. Hafiften de yağmur başlıyor. Tabii ki. Aksi düşünülemezdi!
Dev bir binanın önündeyim. Bir işhanı. Girmeden bir sigara içeyim diyorum. Tam yakıyorum... A-ha! Yerde bir dil duruyor. Vallahi ne yalan söyleyeyim hayvan diline benzemiyor. Dille uzun uzun bakışıyoruz. Sigaradan vazgeçip içeri giriyorum, 10. kata çıkıyorum. Tabii ki kapı numarasını almamışım. Bir işhanının bir katında kaç oda olabilir ki! Değil mi? Kat bir labirent ve ben kapalı mekânda yön duygumu kolayca kaybederim... Kayboluyorum. Tabii ki. Aksi düşünülemezdi!
Nihayet biri yardım ediyor, buluyoruz. Geniş bir ofise giriyorum. Julie, “Ah, hoşgeldin” diyor, “Kitaplar da şimdi geldi.” A-ha! Dışarıdan öyle görünmeyi belki becerebilirim bir gün ama gerçek anlamda havalı bir yazar olamayacağım. Başlıyorum Julie’den önce kolileri açmaya.
“Vay canına!” diyorum, “Yakışıklı kitap olmuş ha!” Sessizce izliyor Julie, Verso Yayınevi’nin tanıtım görevlisi. Benim için anlamını bilmesine çok olanak yok. Bir şeyler söylüyor, dinlemiyorum: “Bence bayağı yakışıklı” deyip duruyorum, “Biraz ciddi, ama iyidir. Laubaliliğe gerek yok!” Sevinçten lüzumsuz espriler yapıyorum.
Beş kopya kitabı, hiç de şık olmayan bir kâğıt torbaya koyup çıkıyorum Verso’dan. Elimde kitaplar biraz yürüyeyim diyorum, fakat romantik bir ortam yok. Brooklyn Köprüsü’nün altındayım ve etraf inşaat. “İyi oldu ha?” diyorum kendime, “İyi oldu yahu!”
Aksi düşünülemeyeceğine göre taksi bulamıyorum bir süre, yağmurda duruyoruz kitaplarla. Nihayet bir Hintli taksici duruyor, birbirimizi uzun süre anlamasak da sonuçta Park Avenue’ya gitmeyi başarıyorum. Hep anlatıp durduklarına göre bu Park Avenue’da bir numara olmalı. Kutlama yapmak için iyi bir yer gibi geliyor kulağa. Elbette çoğu kez olduğu gibi tek başıma! Ama astronomik ölçülerde küçük olan otel odasına dönmek yakışıklı kitaba yakışmayacak. Bir lokantaya giriyorum. Mümkün olan en pahalı şarabı söylüyorum. Bütün parayı bu kutlamaya yatırmak niyetindeyim.
Kitabı masaya koyuyorum, şarap gelinceye kadar dokunmak yok. Nihayet kadeh gelince kitabın yanına koyuyorum, içimden iyi dilekler geçirerek ilk yudumu içecekken... Duruyorum “Deep Mountain”ın (Ağrı’nın Derinliği) 171. sayfasını açıyorum. Hrant’ın yüzü...
Birden, hızlı ve ince bir “Özür dilerim” geçiyor içimden, “Özür dilerim arkadaşım. Umarım yukarıda bir yerde beni affedebilirsin. Dilerim bu kitabı sen de yakışıklı bulursun”. Kadehi kaldırıyorum, Hrant’a içiyorum. Ruhuna değsin! Bu kitaptaki röportajları, onun ölümünden sonra yaptıklarımı bile o ayarlamıştı. Bunu yazmamı istemişti. İşte yazdım. İşte şimdi en çok görmek istediği yerde, Amerika’da yayınlandı. Ruhuna değsin arkadaşım!
Sonra işte en pahalı konyağı seçiyorum... “Ermenistan’a gidince muhakkak konyak iç! Ararat konyağı, müthiştir...” Ah! Olacak gibi de değil, konyağı kâğıt bardağa koyduruyorum. Park Avenue’da yürümeye başlıyorum böylece...
...Sonra işte bir sigara yakıyorum. Niye bilmiyorum Beatles’tan “Here comes the sun”ı üflemeye başlıyor dudaklarım. İşte güneş geliyor! Ne bileyim, iyi hissediyorum. Efkârlı ama iyi. Göçüp gitmiş bir arkadaşa verilmiş bir sözü tutmuş gibi...
okur@ecetemelkuran.com