Yürü be Halide!
"Paşa, biz buraya senin uşağın olmaya değil, memleket için geldik."
Halide Edip, tam da benim yaşlarımda o sırada. Çoluğu çocuğu bırakıp, ölüm tehlikesi altında ve at üzerinde Ankara'ya gelmiş. Hakkında idam kararı var. Bağımsızlık Savaşı'nın örgütlendiği günler. Karşısında kendisinin dev egosuyla aşık atacak bir Mustafa Kemal egosu var. Paşa diyor ki: "Ben fikir filan istemiyorum, tam itaat istiyorum."
Beraber yola çıkılmış ama belli ki paşaya sıkıntı gelmiş, "Ne dersem o" ruh halinde. Fakat karşısındaki de Halide! Suriye'deki Cemal Paşa'yı, Yahya Kemal'i, Rıza Tevfik'i ve daha nicelerini... Nasıl desem, etkisi altına almış bir kadın. Belli ki iki ego bir yerde boynuz boynuza gelecek. Geliniyor da zaten. Kaptırıp bir günde 250 sayfasını devirdiğim, İpek Çalışlar'ın hazırladığı müthiş heyecanlı "Halide Edip"in bu safhasındayım.
Bir kadın, bir başka kadının biyografisini okurken, kim ne derse desin, biraz da kendisine benzeyip benzemediğini, hatta giderek bu kadının arkadaşı olup olmayacağını düşünerek, daha da fenasını söyleyeyim, "Ben bu kadını tanısam gıcık olur muydum olmaz mıydım?" sorularını sorarak okuyor.
Uzatmadan söyleyeyim, ilk sayfalarda Halide ile hayatta arkadaş olmazdım, diye düşündüm. Kendini kaptırıp koyuveren bir kadın değil, ağlamıyor ve reel politik olarak neyi ne zaman söylemesi gerektiğini iyi bilip, çoğu kez güçlü adamların etrafındaki tek kadın olmayı becermeye bakıyor. Hatta biraz da olaylar tamamen kendisiyle ilgiliymiş gibi abartılı bir kendini ciddiye alışı var. Sevmem.
Bir ara, 1915 Ermeni kırımından sonra Suriye'ye gidişi ve orada Cemal Paşa ile kimsesiz Ermeni çocuklarıyla ilgilenişi var ki lüzumundan fazla artist. Üstelik olup biteni görmesine, yapılanların yanlış olduğunu kendisine zarar vermeyecek(!) ortamlarda söylemesine rağmen sonradan yapılanları savunuyor. Her zaman kazanan tarafa geçmeyi bilenleri de sevmem. Üstelik romanları da neredeyse ona âşık olunsun diye yazılmış gibi, kendini anlatıyor. Hiç olmaz. Kadınlara davranışı da pek şık değil. Sanki bir tür, "Esas kadın benim" pozu var. Baş kadın tavrı da erkekleri hep etkiler. Ne bileyim, anne meselesi herhalde.
Fakat Halide'yi şefkatle takip ettiğim bir nokta da yok değil. Âşık olup evleniyor ve evliliğinde gencecik bir kadın olarak aşağılanıyor. Üst sınıftan gelen babasının kızının bir tür paçası aşağıya alınıyor. Zaten galiba bunun etkisiyle erkekleri kontrol altına alma ihtirası başlıyor. Bu türle eşit, samimi ve sevgi dolu bir ilişki kurulamayacağına, bunlara ancak üstünlüğünü belletirsen sana insan gibi davranacaklarına kanaat getirmiş olmalı. Kırıcı bir gerçek. Öyle görünüyor ki Dr. Adnan'la evliliği de "Eşitlik diye bir şey yoksa en iyi durum kral olmaktır" tezine dayanıyor.
Ona yakın hissettiğim nokta ise siyasetten ne zaman sıkıntı gelse edebiyata dönmesi. Bir kadının egosunu erkek dünyasının yangın yerinden ancak böyle koruyacağını el yordamıyla anlamış olmalı.
Peki hayatının kumarını oynadığı Ankara'dan, savaş günlerinden nasıl bir kadın olarak çıkacak? Daha doğrusu okur olarak, kadın olarak ben nasıl çıkacağım bu kitaptan? Macera devam ediyor...
Fatih Altaylı ve Cemal Paşa
AMBERİN Zaman dün sağolsun hakkımda beni mahcup edecek şeyler yazmış. Bahtiyar olduk. Yazısını okurken Halide'yi düşündüm. Halide'nin Cemal Paşa'yı müthiş etkisine aldığı söyleniyor. Öyle ki insanlar, Paşa'nın Halide'ye sormadan kararname bile imzalamadığını iddia ediyorlar.
Amberin de demiş ki, "Ece, Fatih Altaylı'ya bir fetva verdi bana oda ayarlandı". Belki Halide'nin hakkında rivayet de böyle doğdu. Çünkü ben "fetva" verirken Fatih pek etkilenmemiş olarak her zamanki gibi iPhone'una bakıyordu. (Şahsen yakında Serdar Turgut'tan "Fatih ve iPhone'u" başlıklı bir yazı okuruz diye umuyorum. Bizim gazetenin de bir sitcom'u olmasın mı yani!) Fakat belki dokunmamak lazım, alsın yürüsün bu olay. Bakarsın sonunda ben de bir Halide olur çıkarım!
*
Barış davası
"TÜRKİYE'nin ekseni mi kayıyor?" sorusu belli ki bu dönemin meselesi olacak. Fakat soru, Türkiye'nin İran'la yakınlaşması ve Gazze meselesi üzerinden konuşuluyor. Kimsenin bu soruyu hak ettiği gibi Türkiye'nin "kendi Ortadoğu'su" bakımından sorduğu yok.
Önceki gün Mahmur'dan gelenlerin tutuklanması, Türkiye'yi Ortadoğu'ya başka hiçbir biçimde yapılamayacak kadar yakınlaştıracak, eksenini, rotasını dramatik şekilde kaydıracak. Avukat Sezgin Tanrıkulu, dünkü duruşmada hâkimlere barışa katkı vermeleri için çağrıda bulunmuş. Kulak verilmemiş.
Devletin sözünü tutmadığını gören Kürt siyasetinin bir tepkisi olacaktır. Bu yaz sıcak geçecek. Tutulmamış sözlerin sıcağı. AKP'nin Kürt açılımı sürecinde, başından beri söylediğim gibi, fikri ortaya atıp "Bakalım neler olacak?" demesinin, işler karışınca büründüğü sessizliğin sıcağı. Kan akacak.