Kelebek ihtimali
“Son günlerde özellikle İstanbul’da rastladığımız kelebeklerin gözle görülen artışı vatandaşları tedirgin etti ve bu artış halk arasında değişik yorumlara neden oldu.” (30 Haziran 2010 tarihli haberlerden)
Dikkat! Havada bir kelebek ihtimali var...
Yazmak ağlamanın bir türüydü eskiden. Gülmenin bazen. Ama un ufak olunca insanlık... Anlıyorum niye uzun hava diye bir şey var, niye bazen upuzun. Kelimeler un ufak olunca... Boğazından bir ses çıksın istiyorsun, yutkuna yutkuna yara ettiğin yerinden gırtlağının, bir ses çıksın, upuzun. Duyan her kulaktan aksın, östaki borusundan geçip dinleyenin, onun da aynı yerini acıtsın, diyorsun. Herifin biri şemsiye satan, şemsiyeden küçük çocuğun yüzüne vuruyor. Ben de adama vuruyorum Taksim Meydanı’nda şemsiyeyle. Çocuk geldiği şehrin Türkçe ismini bilmiyor, hep fısıldıyor bu yüzden, ağlayınca Türkçe değil. Fındık kadar burnu da kanayınca... Anlıyorsun niye upuzun oluyor uzun hava.
ŞÜPHELİ KELEBEK
Sonra yağmur diniyor. Kelebek istila ediyor Taksim Meydanı’nı. İyi bir şey mi olacak acaba? Hop ediyor insanın içi. Ama işte... Acı mühim değil, umut yoruyor insanı. Umuttan yorulan insanın havası bambaşka, upuzun bir hava. Çünkü sonra bir adam daha vuracak bir çocuğa. Biliyorsun, köpek gibi biliyorsun aslında.
Şüpheli bir kelebek ihtimali var İstanbul’da. “Güve” diyor kimileri, kimileri bir felaketin habercisi sayıyor bu uçuşmayı. Kimse ihtimal vermiyor iyi bir şey olacağına. Yorgunuz Taksim Meydanı’nda. Halimiz yok ne kelebeğe ne de ömrü kelebek kadar olacak iyi haberlere. Yeiste idmanlı ağızlarımıza sevinçle gülümseyerek çatlamaktansa şüpheyle mühürlenmek daha kolay.
TEKERLEME MAHKÛMU
“Eşlerini arıyor kelebekler” diyen de var. Yani hep birlikte, yani hepsi yalnızmış meğer. Beyaz kelebekleri arıyorlarmış. Nerede şu Allahın cezası beyaz kelebekler! Belki artık sadece kelebekler, eşlerini bulabileceklerine inanıyorlar. Ancak onlar, şuncacık ömrü uçarak bir kelebeğe kurban edecek kadar kahramanlar.
“Savaş bitsin, barış olsun”diyen bir kırık plağa dönüştürüyor bu ülke beni. Seni de. Ahmaklık ahmak yapıyor bizi de. İnsanlığın en eski, en yenik ve en temel tekerlemesine mahkûmuz seninle ikimiz. Bilmiyorum, belki de sadece sen, ben ve bir de kelebekler. Varız. Yok değiliz nereden baksan. Ama kelebekler olmasa pek kalabalık da değiliz. Birileri isim takmış bana “Kürtlerin vuvuzelası”! Cahillik bayağılığa, kabalık vandallığa dönüştüğünde... Kelebekleri değil, güveleri bile hak etmiyor belki bu ülke. Güvelerin getireceği ehven-i şer haberleri bile.
KIRILAN HAYALLER
Yine de seviyorsun, işe bak! Kelebek kadar akıl yok bende. Ve belki ancak o kadar ömür, savaşı bu kadar sevenlerin içinde. Başını yukarı kaldırınca Taksim Meydanı’nda havada neşeli lekeler uçuşuyor, hepimizin tepesinde iyilikten bahseden çırpıntılı harfler. Herkes önüne eğiyor başını Meydan’da. En çok şemsiye satan, şemsiye kadar bile büyümemiş çocuklar. Umut dayanılmaz şey olur hep aynı eklemden kırılınca hayaller. Öyle değil mi? Hep yanlış kaynamaz mı hayal kırığı?
VUVUZELA HA?
Evime girip ölüyor kelebekler. Bir kelebeğin ölümü epey uzun sürüyor, ona baktım. Epey uzun bir hava. Zamanı oluyor yani, katilinin adını kanıyla yazmaya. Vereceği haberi duyacak bir kulak bulamayınca telef oluyor kelebekler, benim ondan duyduğum böyle. Anlıyorum şimdi, bugün bilhassa, eşini bulamamış umutlar, güvelere dönüşüyor insanın karnında. Hepimizin içini yiyorlar.
“Vuvuzela” ha? Ne diyeyim? Yıllardır dinlediğim hikâyeleri dinlerken, işkence edilmiş yüzlerce çocuğu, tecavüz edilmiş kız çocuklarını görürken yutkuna yutkuna nerem acıdıysa oraları acısın diye... Artık yazmak da istemiyorum, biliyor musun? Bir uzun hava söyleyeyim. Çok uzun bir hava. Böyle işte. Ben böyleyim. Kelebekler böyle. Tek tek düşüyorlar ve yine de hâlâ geliyorlar bu şehre. Kimse bilemiyor niye. Hâlâ niye!