Ikea kafası
ANNEMLE babamın evinde bir masa var. Kendisi tarihin başlangıcından beri orada. Kardeşimle onun etrafında belki bin kez koşmuşuz, yorgun bir emektar yani. Hatta İnan masanın üzerinden atlamayı âdet haline getirmişti dört yaşındayken, tahmin edilebileceği üzere dünyanın en mühim avantür hadisesiydi bu. Doktorlara filan gidildi bu masa yüzünden fakat masa gitmek bilmedi hayatımızdan.
Ben de evin bütün melamin tabaklarını alıp pikniğe giderdim masanın altında. Daha az medikal şahsi avantür anlayışım! Söz konusu masanın etrafında epey kavga edildi, rakı içildi, ağlandı, gülündü, yumruk vurulup kalkıldı, dirsekler dayanıp barışıldı. Masa başından hamiyet sahibi bir masa, ağır başlı, pek konuşkan değil; nereden baksan evin büyüğü konumunda. Masa belki hepimizi gömecek, dirayetli. Kendine göre tamir edilme, cilaya gitme merasimleri vardır. Masa değil, upuzun metraj, epik film: “Masa da masaymış ha!”
Oysa dünyanın en düz, en dört ayaklı, en kendi halinde masası sözünü ettiğim. Fakat asla malzemesiyle anılmayacak kadar şahsiyet sahibidir kendisi. Çünkü o “masadır”. “Masa” denince evdeki diğer masaların değil, bizatihi “masa”nın kastedildiği anlaşılır. Yani şöyle diyebiliriz:
Temelkuran Ailesi için “masa” kavramının karşılığı belli bir masadır. Aksi düşünülemez, değiştirilmesi teklif edilemez!
İSVEÇLİYLE OYUN OLMAZ!
Gelelim bugüne...
“Arif Usta” diyorum, “İsveç’e kafa tutma. Bu adam bu vida buraya takılacak diyorsa buraya takılacak.”
Ikea’dan bir masa aldık üzerinize afiyet,monte ediyoruz. Arif Usta normal bir insan olduğu için bu masanın “şöyle de monte edilebileceğini” söyleyerek masa ile birlikte verilmiş, normal Türk insanında alınganlık yaratacak düzeyde basit broşürdeki basamakları izlemeyi reddediyor. Ben deneyimliyim. Daha önce, “Bu vida fazla galiba” diyerek kafaya göre yaptığım Ikea masayı söküp yeniden takmışlığım var. O yüzden biliyorum: İsveçliyle oyun olmaz!
Arif Usta’ya durumu “Alman panzerleri” üzerinden anlatıyorum, sistemli oyun planı, futbol matematiği filan. Nihayet beklenen oluyor, her Ikea montaj macerasında olduğu gibi her şeyin bizim için önceden eksiksiz bir biçimde düşünülmüş olduğuna, vidaların tam sayısında verildiğine hayranlıkla hayret ediliyor.
SİNİR BİR ŞEY!
Ikea seferleri sürecinde sıra perde bahsine geliyor. Mahallenin elektrikçisiyle, efendim rustik diyorlar, onu monte ediyoruz canhıraş. Elektrikçi de ustalık gururuna yediremediği için biz faniler için verilmiş broşüre bakmayı reddediyor. Olayı sükûnetle izliyorum. Ruh halim, “Şampiyon belli, ikinci kim?” dolaylarında. Nihayet usta İsveç kafası karşısında beklenen iflası yaşıyor ve her şeyi söküp yeniden takıyoruz. Kurum tarafından şahsi saldırıya maruz kaldığı hissini sık sık yaşayan Türk ustalarının Ikea karşısındaki ortak isyanını dile getiriyor kendisi:
“Ya bu Ikea hep böyle yapıyor. Sinir bir şey!”
Ikea sinir bir şey. O kadar sinir bir şey ki memleketi büyük oranda İsveçli yapmış durumda. Büyürken İsveç köftesi yemişçesine bir coşkuyla Ikea’ya köfte yemeye gidenler şöyle dursun, genciyle yaşlısıyla geniş Türk ailesinin de kalbini kazanmış durumda. Ikea’nın pazar günlerinin tercih edilen mesire yeri görüntüsü arz etmesinin başka bir nedeni olamaz. Engellilere birtakım hizmetler sunuyor olmalı ki tekerlekli sandalyesini kapan Ikea Müzesi’ne atıyor kendini. Süpersonik kevgir, kendin pişir kendin yelle mobilya parçalarını ve dahi zengin işi süsü verilmiş orta sınıf mallarını ziyarete gidiyor insanlar. “Bir millet İsveçleniyor” konseptine bu canı gönülden katılımın bir sonucu da şu cümlenin giderek gönüllerde yer etmesi:
Adamlar düşünmüş!
SİZİN MASA BİZİM MASA MI?
Ikea’da geri dönme olayı yok biliyorsunuz. Tek giriş ve tek çıkış var. Diyelim ki perde almaya gidiyorsunuz, muhakkak başka reyonları da geziyorsunuz. Dolayısıyla muhakkak aklınıza hiç ihtiyacınız olmayan bir şeye ihtiyacınız olduğu geliyor ve muhakkak onu alarak ilerliyorsunuz. Kasada acayip bir para ödeyerek çıkarken üzerinizde oynanan bu oyuna yine hayranlıkla hayret ederek şöyle diyorsunuz:
Adamlar düşünmüş!
Doğrudur, adamlar düşünüyor. Fakat adamlar konuşmuyor. Bir çekyat alırken ahbap haline geldiğiniz ve bir sandalye alırken kendi hayatınızı manasızca anlatmaya başladığınız ya da bir sehpa yüzünden bütün Türkiye politikasını masaya yatırdığınız esnaflık müessesesinin son bulduğu yer Ikea. Normal insanlar yerine sarı tişörtlü, sevimliler sevimlisi oğlan ve kız çocukları var. Onlar da size, beraber baktığınız ve neredeyse eşit ölçüde yabancı olduğunuz bir nesnenin depoda hangi raf ve kaçıncı kısımda bulunduğunu söylüyor.
Siz de sizin gibi olan ve biricik olduğuna nafile inanmaya çalışan binlerce insan gibi bir masa seçiyorsunuz o raf ve o kısımdan. O masa aynı anda, aynı ya da başka şehirlerdeki Ikea’dan başka evlere de gidiyor. Yani sizin evde “masa” dendiğinde başka evlerdeki masa da kastedilmiş oluyor. Hiç tamir edilmeyecek, o evden çıkarken muhtemelen orada bırakacak olduğunuz, muhtemelen model adı sadece “Ştrömhs” olan ve Arif ustaları sinir sahibi yapan bir mal sahibi olmuş oluyorsunuz. Yani sizin “Masa da masaymış ha!” olmuyor. Bir koltuk var Ikea’da, durmadan ağırlık deneniyor üstünde, çok sağlam hesabı! Yine de bilmiyorum Ikea masalar bizim “masa” kadar anıyı taşıyabiliyor mu? Sanmam...