Tabancasız
HİÇKİMSE/LER
Ben hiç kimseyim. Peki ya sen? Sen de hiç kimse misin? Öyleyse ikimizden bir çift eder Sakın konuşma Bilirsin;
İkimizi de sürerler...
Birisi olmak ne kadar sıkıcı zaten
Nasıl da sıradan
Bir kurbağa misali
Bütün gün, bataklığa söylemek
ismini
Hayran hayran!
Emily Dickinson (Çeviren: Remzi Şanlı)
Harvard Üniversitesi'nin kitapçısında kendi kitabımı ziyarete gitmiştim, doğrusu bu. Deep Mountain (Ağrı'nın Derinliği) olması gereken yerde duruyordu. Sonra birden aklıma düştü, "Dur bakayım sen" dedim, "Olur olur, belli olmaz". Nitekim hiç de umulmadık bir biçimde Book of the Edge'i (Kıyı Kitabı) gördüm. Herhalde bir insan ses çıkarmadan ancak bu kadar hayret edebilir.
Neden duygularımızın seslerini yanımızda biri olduğu zaman çıkarabiliriz. Hayret, sevinç, üzüntü... En tuhafı da şu: Fiziksel olarak canımız yandığında bile ancak yanımızda biri olduğunda bir ses çıkar ağzımızdan. Siz hiç yalnız başınızayken ayağınızı bir yere vurup sonra da "Çok acıyor!" diye bağırdınız mı? Bir insanın bir insan için yapıldığının en büyük delilidir o an. Neyse.
'EYVALLAH'IN İNGİLİZCE'Sİ
Hiç de beklemediğim bir biçimde kitabımı gördüğümde biri beni izliyordu. Boynundan aşağısı felç bir genç adam. ABD'de âdet olduğu üzere, göz göze gelince, öylesine "Nasılsın?" diye sordu. Ben de hiç bilemedim bu soruya nasıl karşılık verilir. Hep iğreti duruyorum bu soru karşısında, tanımadığım birinden gelince. "Çok iyiyim" demişim, yetmezmiş gibi "Ya sen?". Adam yüzüme öyle bir baktı ki... Kendi vücudunu başıyla, gözüyle gösteremeyecek durumdaki bir adam gözleriyle ancak bu kadar işaret edebilir bütün varlığına, üstelik alaylı bir gülümseme parçasıyla ağzında. Cevap verdi nihayet:
"En iyi günümde değilim güzelim!"
Ben de "Eyvallah"a benzer bir hareket yaptım başımla. Sanırım fazla Türkçe kaçan bir şey oldu ve fazla yersiz. Ama böyle oldu. Sonra nasıl oldu bilmiyorum, elektrikli sandalyesiyle ilerledi ve gitti. Belki de elektrikli sandalyesi kahroluşla çalışan cinstendi.
HAYAT NASIL BİR YER?
Sonra döndüm, kitabıma baktım. "Vay anasına!" dedim. Ben "cool" bir yazar değilim çünkü sevindim. Hiçbir şey yapmadım bu kitap için çünkü. Kendi başına, aldı başını gitti Amerikanya'ya. Sonra şöyle baktım kimler var benim kitabımın yanında. A-ha! Gardens of Emily Dickinson! Emily Dickinson'ın Bahçeleri! (Judith Farr-Louise Carter) Daha önceki New York seyahatimde depresif bir tembel teneke olduğum için almamıştım bu kitabı. Zaten o zaman bir bahçem de yoktu. Şiir okuyup içimi dışarı çıkarasım da...
İnsan bazen bazı yanlarıyla ilişkisini kesmeli. Ellerine bakıp kederlenen yanıyla... Ya da mesela bir çocuğa bakıp hayretten katılan yanıyla... Çünkü normal insanların normal hayatı öyle bir yer değil. Nasıl bir yer? Hiç bilemedim. Neyse.
SÖYLEMEDİKÇE KÜÇÜLÜR SÖZ
Bu kez alayım dedim kitabı. Aldım da nitekim. Sonra da Boston-New York trenine bindim.
Emily Dickinson, doğal ve bariz sebeplerle en sevdiğim Amerikalı kadın şairlerdendir. Bir bahçesi olduğunu da biliyordum. Fakat hayatının, şiirinin bu bahçeyle bu kadar ilgili olduğunu... Hatta hayatının bahçenin bittiği yerde bittiğini... Bilmiyordum. Bilmek de istemezdim doğrusu. Fena halde incelikli ve zarif olduğu için hikâyesi fena halde kederli. Hiçbir yere gitmesine izin verilmeyen bir kadının kendisine "gitmek" için bir bahçe kurması herhalde zamanla o bahçeden başka hiçbir yere gitmek istememesine neden oluyor. Söylemedikçe küçülür ya sözler, sonra da yok olur, kadın da öyle. Şiir de. Ha keza, bilmiyor olabilirsin bunu, ama sen de. Neyse.
Şimdi Emily'nin yetiştirdiği, sonra da gönderdiği mektupların altına yapıştırdığı ya da bir mana ile bir ima ile insanlara gönderdiği çiçekleri okuyorum. Yaseminin, karanfilin, menekşenin anlamına, sonra da Emily'nin kendi sözlüğündeki daha kırılgan anlamına bakıyorum. Tam o sırada işte bir savaşa gidesim geliyor. Afganistan'a mesela. Kabil'e... Bu kadar incelikle çünkü yani giderek dalarsa insan bu kadar zarif bir dünyaya derisiz kalır, albino olur, av gibi, tabancasız. Anlatabildim mi? Anlatmadım da, anlaşıldı mı?