Vay bizim ecdadımız! Sevişsek de mi saklasak? Sevişmesek de mi saklasak?
“Muhteşem Yüzyıl” dizisi üzerinden yapılan ve bir kimlik hezeyanının aniden ve fena halde ortalara saçılmasından başka bir şey olmayan tartışma, bir heyulaya dönüştü. Dizinin senaristi Meral Okay‘ı canı gönülden tebrik ederim. Milletimizin bu gözlerden ırak tutulan apsesindeki irini patlattı. Allahın izniyle şimdi belki biraz rahatlayacağız. Osmanlı ile kurduğumuz kolektif ve bireysel ilişki nedir, bunu biraz tartacağız. Bir edebiyatçının, film yapımcısının Atatürk‘ü bir insan olarak tasavvur ya da tahayyül etmesine tahammül edemeyen “Kemalist refleks” nasıl çalışıyorsa muhafazakâr hassasiyetlerin de aynı kaslarla çalıştığını göreceğiz. Biliyorsunuz refleks iradeye bağlı olmayan hareketlere deniyor. İradenin olmadığı yerde zekâ ve akıldan bahsedilmeyeceğini herhalde söylemeye gerek yok.
10. YIL VE MEHTER: ALAYINA TEKNO!
Kemalist ülke ve tarih tasavvurundan doğan ezberlerin nereden kaynaklandığını biliyoruz. Bu tasavvura göre 1923 yılı “Sıfır Yılı”dır. Ondan önce bir şey olmamıştır. Olmuşsa da yanlıştır. Önceki tarih bizim için 1923’ten sonra “Nutuk”la yeniden yazılmıştır ve harflerin bir günde değişmesiyle bizim şahsen o tarihi bilmemizin önünde müthiş bir engel oluşmuştur. Artık herkes komple Türk ve kâfi derecede Müslümandır. Resmi tarihin Osmanlı ile kurduğu ilişki de şizofrenik düzeyde mütereddittir. Osmanlı büyük ve güçlüdür ama Osmanlı yanlış ve kötüdür. Osmanlı muhteşemdir ama Osmanlı düşkündür. İnsanın ağzını meraktan sulandıran bir zenginlikten ve işretten söz edilir ama aynı anda bundan tiksinilir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının 1923 öncesi tarihle böyle ne kuş ne deve bir ilişki kurması beklenir. Bugün gece kulüplerinde, birbirinin peşi sıra Mehter Marşı ve Onuncu Yıl Marşı’nın aynı tekno ritmle dinlenebiliyor olmasının öyle bir tarihselliği vardır.
OSMANLI MAGAZİNİNİN ŞERBETLİ TADI
90’ların başında başladı bu hadise. Osmanlı tarihi, sıkıcı ortaokul kitaplarındaki gibi değil, sarayın kapı aralıklarından izlenmiş gibi, iç gıcıklayıcı ayrıntılarıyla ortalara döküldü azar azar. Böylece “Çırpınırdı Karadeniz”ciler ile o günlerde siyasi ve toplumsal bir güç haline gelen “Atatürk bize dinimizi unutturdu”cular, padişah adı ezberlemekten manyağa dönmüş apolitik darbe çocuklarıyla ortaklaştı. Artık herkes saray hayatını merak ediyor, muhafazakâr, milliyetçi, İslamcı ve bunların hiçbiri olmayan kitleler ortak bir ciddiyetli magazin etrafında Osmanlı ile ilgili “light” kitapları best-seller haline getiriyordu. (Bu arada dükkân isimlerinin “... Sarayı” olarak değiştirilmesi de aynı kolektif dip dalgadan kaynaklanır kanımca.) Böylece herkes, kimsenin içine yeterince sinmeyen 1923 toplumsal sözleşmesinin ötesinde tarihle bir bağ kuruyor, “Sıfır Yılı”nın öncesiyle hem şehvetli hem de tarihsellik ihtiyacını “Türk, öğün, çalış, güven”den daha iyi karşılayan bir kimlik sahibi olmuş oluyordu. Tarihle kurulan ilişki hâlâ ufak çaplı şizofrenikti ama artık “Ceddin deden, neslin baban” ezgisi kulaklara “Dağ başını duman almış”tan daha sempatik ve tanıdık geliyordu.
BACAK ARASI OSMANLI
Bu yüzden “Muhteşem Yüzyıl”ın zaman içinde olgunlaşıp dibine düşen bir meyve olduğunu düşünmek gerekir. Ekilen tohumlar er ya da geç popüler kültürde “muhteşem” ürününü verecekti. Verdi de. Ülke ahlaki meselelerini (Binbir Gece, Fatmagül’ün Suçu Ne?), yakın siyasi tarihini (Çemberimde Gül Oya, Öyle Bir Geçer Zaman ki) ve halihazırda süren sosyal gerilimlerini (Türkan, Sakarya-Fırat vs vs...) diziler üzerinden “hallettiği” için bu tarihsel kimlik kargaşasını da elbette bir dizi ile, dev bir prodüksiyon olarak ele alacaktı. Elbette dünyanın ve hayatın anlamının büyük oranda bacakların arasında olduğunu düşünen kalabalıklar bu kimlik problematiğine de böyle bakacaktı: Ecdadımızı sevişsek de mi saklasak, sevişmesek de mi saklasak? İnsanlık tarihi boyunca dönemlere göre toplam seks miktarının değişmediğini aslında herkes bilir. Dolayısıyla Osmanlı’ya dair dizi üzerinden yaşanan bu kolektif sinir krizinin de pek yakında yerini dizi kahramanlarıyla ilgili güncel magazin haberlerine bırakacağını sanıyorum. Böylece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının Osmanlı ile kurduğu tarihsel kimlik ilişkisinin de tıpkı diğer dizilerde ciddi meseleler nasıl “tatlıya bağlandıysa” öyle “hallolacağını” tahmin ediyorum.