Kuğunun savaşı
KADINLIĞIN en büyük trajedisi, belki de tek büyük trajedisi, kendisinden, kendisini izleyen dış gözler üretmesidir. Kendini izleyen bir çift zalim göz ürettikten sonra artık kimsenin onun karnını deşmesine, kalbini kanatmasına, kimsenin onu aşağılamasına, bacaklarının arasını bıçaklamasına gerek yoktur. Kadın, dışarıya yerleştirdiği o bir çift zalim gözle bunları başkaları için halleder. Kadın, en azılı düşmanını kendi doğurur; bu işi başkasına bırakmaz.
Artık rezil olmak, beceriksiz olmak, herkesin bildiği bir şeyi bilmemek, hiçbir zaman yeterince iyi olamamak, hiçbir zaman tamamlanmış hissetmemek gibi bütün o kâbuslu duyguların devridaim makinesi çalışmaya hazırdır. O bir çift zalim göz aslında kime aittir peki? Bir çocuk, zulmü kendisi icat edemez. Zalimlik bir çocuğa öğretilir. Demek ki kız çocuğunu sonsuz ve kesintisiz bir sınavda takılı bırakacak olan bu bir çift zalim göz de birilerine aittir... Neyse. Bu başka bir fasıl.
ZALİM GÖZLER ZEMBEREĞİ
Esas mesele, o bir çift zalim göz dışarıya bir yere yerleşip sizi izlemeye başladığından itibaren artık yaptığınız hiçbir şey yeterince iyi değildir. Ne kadar alkışlansanız da geçmeyecek bir eksiklik bilgisi... “Boşver”ler, “Kafana takma”lar, “Bu kadar çok didikleme kendini”ler, “Kimse kusursuz değildir”ler, “Kendini bu kadar hırpalama”lar... Artık sizin kulağınız sağırdır bunlara. Zemberek kurulmuştur ve o bir çift göz her yerdedir. Artık kendi kendinize yaptıklarınızı o zalim bir çift gözü size hediye eden esas fail bile değiştiremez. Siz, kendi cinayetinizi artık başka hiçbir düşmana ihtiyaç duymadan kendi kendinize işleyeceksinizdir. Her sabah, her akşam, her an ve her an...
BALERİNİN KANI
Altın Küre Ödülü’nü alan Natalie Portman’ın oynadığı “Siyah Kuğu” filmi bunu anlatıyor. Genç bir kadının, dünyanın ondan beklediklerinin değil, kendinden bekledikleri ya da beklemek zorunda bırakıldıkları altında ezilip yok olmasını... Şimdi sormak isterim:
Bir erkek bundan ne anlar? O kadar ümitsizim ki bu sorunun cevabıyla ilgili film bittiğinde şunu sordum:
“Acaba yönetmen, bir kadın için ne korkunç ve ne derin bir meseleyi anlattığının farkında mı?”
Kadınların ya da bazı kadınların içinde sürmekte olan bu kavganın dehşetinin bir balerinin çektiği bedensel işkence metaforuyla anlatıldığı filmin bir erkek için “rahatsız edici” olmasının nedeni ancak ekranda görünen kanlı sahneler olabilir. O kanlı sahnelerin gönderme yaptığı ve aslında çok daha korkunç olan esas kavganın vahşetinin bir erkek tarafından anlaşılması... İmkânsıza yakın gibi.
ERKEKLER NEYİ ANLAMALI?
Peki bu neden önemli? Erkekler de bunu anlamayıversin, öyle değil mi? Yani anlamasalar ne olur? Onların anlamaları neden önemli?
Şundan... Kusursuzluk çabası yüzünden parlak bir ışığa sahip olan bu kadınların yaşadıkları dehşet verici gerilimi gizlemek için verdikleri yıpratıcı mücadeleye karşılık ihtiyaç duydukları şefkatin boyutunu anlamaları için... Evet hâlâ! Hâlâ kadınların kendi kendine kurdukları cehennemlerden erkeklerin yardımıyla çıkabileceklerini düşünüyorum. İnce ince ördükleri, keskin camları üst üste koyarak kurdukları hastalıklarını hiçe sayarak içeri giren bir adamın, evet! O zalim gözleri ancak içten bir hayranlıkla ve derin bir aşkla bakan bir çift gözün bertaraf edebileceğini... Çünkü aşk bu yüzden var... Çünkü kadınlar bu yüzden dokunuyor hâlâ adamlara.
İkna olmadıkları hayallere inanabilen bir cinsiz biz. Hiçbir prens kurtarmaz bizi canavarlardan. Ama ancak bir prens bizi sevdiğinde kendimizi kurtarırız kendimizden. Canavarlarımızı kesecek bıçağı o zaman tutar elimiz. Dışımıza yerleştirdiğimiz o zalim gözlerden kurtulmanın vakti o zaman gelir. Biri bizi bize rağmen sevdiğinde... İşte öyle.