Sevgilisine sarılamayan adamlar: Nedim ve Ahmet ile açık görüş
“Geleceğini biliyordum” dedi Ahmet. Sarıldık. Omuzlarımdan tuttu, yüzüme baktı, gözlerimiz dolu doğal olarak, bir daha sarıldı: “Biliyordum, arkadaşım!” Silivri Cezaevi’nde, insanca olan her şeyden arındırılmış avukat-tutuklu görüşme odasında, tam ortamızda kaderimiz, kederimiz ve bu ikisi de yokmuş gibi yapan gülmelerimiz, sustuk. Sanki her şey normalmiş gibi yapar ya insanlar böyle zamanlarda, biz de öyle yaptık. “Nasılsın?” dedik mesela birbirimize, “İyidir ya, sen?” dedik. Gardiyanlar çift tarafı camlı odanın iki yanında devriye gezmiyor olsalardı, Ahmet odaya girmeden aranmasıydı ve bu kadar hızlı hızlı konuşmaya çalışmasaydık... Belki o zaman Türkiye tarihinin bize berbat bir oyun oynadığını unutabilirdik. Çarşamba günü, Ahmet’in eşi Yonca, Avukat Can Atalay, Gazeteci Ertuğrul Mavioğlu, avukat kimliğimle ben, Ahmet Şık’ı ve Nedim Şener’i görmeye gittik.
MİNA’NIN KARGALI MEKTUBU
“Mina, ben, Ahmet, üçümüz en son ‘Çizgili Pijamalı Çocuk’u izlemiştik, Nazi kamplarını anlatan bir film. İlk açık görüşe giderken Mina, Silivri’yi merak ediyor tabii, ‘Anne orası toplama kampı gibi bir yer mi?’ dedi. ‘Yok canım’ dedim, ama bir gittik ki aman yarabbi! Görüşçüler birden koşmaya başlıyor, kapılara yığılıyor insanlar, yaka paça. Mina o günden sonra açık görüşlere değil, kapalılara geliyor.” Bu yüzden Yonca’nın yanında 11 yaşındaki kızı Mina yok. Sadece mektubu var. Mektubunda karga resmi çizmiş; balede yeni öğrendiği figürleri, arkadaşlarıyla yaşadıkları maceraları anlatmış, “Seni çooook seviyorum” diye bitirmiş. Hava, bir cezaevine gidilirken olması gerektiği gibi; çamur yağıyor gökten, sıkıntılı bir bulanıklık. Yonca, hapishaneye değil de sevgilisiyle buluşmaya Boğaz’a gidiyormuş gibi neşeli, elinde Kanat Atkaya’nın Ahmet’e gönderdiği Manu Chao tişörtü, “mahpus eşi” deneyimlerini anlatıyor: “Öğreniyoruz işte. Haki renkli tişört yasak, belli sayıda çamaşır götürebiliyorsun. Görüşe giderken balenli sutyen giymiyorsun, herkesin ortasında çıkarttırıyorlar. Hatta geçen sefer Doğan Yurdakul’un eşi kansermiş, kadına sutyenini, sonra da peruğunu çıkarttırdılar.”
SESLER... SESLER...
Bir buçuk saatte gidiliyor Silivri’ye, Avukat Can ile ikimiz önce giriyoruz. Diyarbakırlı çocukların duruşmasından sonra hayatımda ikinci kez işime yarıyor Baro kartım. Herkes camın arkasından görüşürken biz bir odada yalnız görüşebiliyoruz Ahmet’le. Bir süre ağlamalı gülmeli karmakarışık yüzlerle hayatın bizi nereye getirdiğine baktıktan sonra Ahmet başlıyor anlatmaya: “Kafayı yemek üzereyim. Sesler... En çok onlar fena geliyor. Nedim yan hücrede gazete açıyor mesela, ben bu tarafta delirecek gibi oluyorum gürültüden. Ah unutmadan, buraya zarflarla para gönderiliyor, yaz da kimse para göndermesin.”
‘CEZAEVİ EKONOMİSİ’
Dağınık konuşuyoruz. Ahmet “Bu işin iyi tarafı da oldu” diyor, sayıyor: “1. Eleştirilerin ‘Ergenekon’u sulandırmakla’ suçlanmasının saçmalığı ortaya çıktı. 2. Bizimle birlikte 68 gazetecinin içeride olduğu söylendi ve böylece Kürtlerin, sosyalistlerin de gazetecilik yaptığı kabul edilmiş oldu. Bir de... Tuhaf işte. Vaktiyle benim yaptığım haberleri sansürleyen adamlar Taksim’de gazetecilere özgürlük diye yürüdü. İyidir yine de.” Sonra duruyor: “Aslında şeyi yazsana... ‘Cezaevi ekonomisi’. Buradaki kantinde olan hiçbir şeyi alamıyorsun dışarıdan. Çorap, havlu vesaire. Düşünsene 120 tutuklu ve hükümlü var, hepsi oradan alışveriş etmek zorunda. Bir de gardiyanların özlük hakları meselesi var. Sözleşmeliler, kadrolular...” Ahmet, belli ki kederini unutmuş, her zamanki gibi başkalarının derdine derman arıyor. Dışarıya dair bir tek Alper Görmüş’ün yazısına hiç şaşırmadığını, ama Orhan Miroğlu’nun yazısının çok içini yaktığını söylüyor. Ve hep çok sıkıldığını, yeniden ve yeniden. Ama yine de Doğan Yurdakul için endişelendiğini söylüyor, geceleri çarpıntıyla uyandığını... “Yine gelin” diyor, “Hep birileri gelsin. Yoksa delireceğim burada.”
SAÇMA, ÇOK SAÇMA
Biz çıkıyoruz, Yonca ve Ertuğrul kapalı görüş bölümüne giriyor. Nedim’in eşi Vecide de var. Şule Perinçek ve başkaları. Herkes siyaseten birbirinden ayrı ama aynı x-ray cihazında ve ellerindeki temiz çamaşır torbalarında birleşiyor, bitişiyor kaderleri. Arabada bekliyoruz Can ile. Poğaça yiyoruz, önümüzde Silivri Cezaevi, radyoda Gülden Karaböcek “Sürünüyorum” şarkısını söylüyor, Ahmet şu binadan çıkamıyor, Yonca elinde dev bir kirli çamaşır torbasıyla çıkıyor... Her şey çok saçma. Ben avukat olduğum için Ahmet’e sarılıyorum, âşık olduğu kadın Yonca ya da güzel kızı Mina ona dokunamıyor. Ahmet çok tehlikeli çünkü, çok fena. Her şey çok saçma bir şaka gibi ve birileri bütün bu olanlara inanmamızı, boyun eğmemizi bekliyor. Ahmet’i o acayip binaların içinde bırakıp İstanbul’a dönmemiz mesela, çok saçma. O kadar ki insanın başı çatlıyor düşünmeye başlayınca. Bu yüzden işte on bir yıl sonra ilk defa o gün saçlarımı kestiriyorum ben de. Başım hafiflemiyor yine de... (Aynı gün Nedim’le yaptığımız görüşü de yazacağım bir dahaki sefere.)