Sınır boylarından: 'Öörtmene söyleme!'
"ŞU ismak habibi?"* dedim, boş bulunup cevap verdi:
"Ali. Şu ismik?"**
Durduk öylece. Ben güldüm, o gülmedi. Buz yutmuş gibi durdu ve Türkçe devam etti:
"Abla öörtmene söyleme ama."
"Neyi?"
"Arapça konuştuğumu."
"..."
"Bak söyleme abla, n'olur!"
ATATÜRK'LE SAKLAMBAÇ
Güneş iniyordu. Sınır köyünde birbiriyle Arapça konuşan çocuklar, derme çatma okulun bahçesine girdiklerinde, devletin kapısından giren büyükleri nasıl kravat takıyorsa onlar da dillerini düğmeliyordu. Bu yüzden iki kelime Arapçamla konuşunca onlarla, boş bulunup cevap verdiler diye buz yutmuş gibi duruyorlardı.
Sonra; güneş, incecik, kanlı bir hançer gibi kaldı dağların tepesinde. Vakit geldi ve çocuklar devleti alacakaranlıkta ele geçirdi. Bahçe artık komple sivil, çocuklar tam dilliydi. O zaman başladılar saklambaç oynamaya. Ebe olunca gidip yüzünü kapatıyordun Atatürk büstünün kaidesine. Atatürk öyle büyük bir şeydi ki muhakkak tam arkasına saklanınca kimse göremiyordu seni. Atatürk'ün arkasına saklanınca neler yapılabileceğini sınır boyunun küçük köy çocukları nereden biliyordu?
Bütün bir yıl kaskatı durmuştu onlar da o büstün önünde:
"Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam..."
Şimdi çocuklar gevşemiş, ama büstün hâlâ taştandı yüzü. O taşı eritmek için belki çocuklar giderek çıldırıp tırmandılar büste ve sonunda salkım salkım çocuk vardı Atatürk'ün tepesinde. Hepimize böyle bir ölüm sonrası nasip olsa... Çocuklar sarksa kulaklarımızdan, burnumuzdan biz öldükten sonra. Gülüşseler kafamıza vura vura. Sarılıp boynumuza, omuzlarımıza tırmansa veletler... Bütün çocuklar ama, ama bütün dillerde...
ASILACAK ÇOCUKLAR
Sonra yine beni hatırladı çocuklar, unutmuşlardı ne güzel. Arapça söylediler:
"Öörtmene söylemeyeceksin de mi abla? Söyleme!"
"Öörtmenden" korkan bu çocuklar oysa, belki dün bir katırın tepesinde sınırı geçmişlerdi, sonra geri dönmüşlerdi bakkala gider gelir gibi. Bütün sınır çocukları gibi o dikenli çizginin iki yanındaki oyunların aslında aynı olduğunu biliyorlardı. İlk kez öğrendikleri ise, yeni gelen, korkmuş, perişan Suriyeli akranlarının yaptığı gibi kamerayı görünce yüzlerini gizlemeleri gerektiğiydi. Duydum bir çocuk, bir çocuğa "Geri dönersek bizi yakalarlar, asarlar" dedi.
DAR ŞÜKÜRLER
Yolculuktayız sınır boyundan devamla. Bir şey var insanlarda. Gözlerinin görebildiği uzaklıkta olmasına rağmen çaresizlik, çizginin bu tarafında oldukları için şükrediyorlardı. İki teyze, fotoğraf makinesini görünce gülen, deklanşör sesini duyunca iyice makaraları koyuveren iki teyze, sınırın ötesini gösterip "Şükür" diyorlardı. Dar bir şükürdü bu, iki kişilik; Suriyeliler sığmıyordu içine. Ortaokuldan sonra okutulmamış bir kız çocuğu, "Onlar da kalkışmasalardı" diyordu. Hâlâ okumakta olan kız kardeşi "Ama yazık onlara" diye düzeltmeye çalışıyordu. Zulmü görmüş olan zalim, henüz görmemiş olan kalbi yumuşak, sınırın ötesine dalıyordu. Yanlarında her şeyden habersiz, terlikleri birbirinden farklı, saçları taranmamış bir kız çocuğu duruyor, ancak bir köylünün bakabileceği kadar boş bakıyordu.
ANGELINA'NIN MESELESİ
Asi, tersine akar; Suriye'den Türkiye'ye doğru. Dünyanın derdi akıyor Asi ile. Ekranlardan ve nehirlerden çaresizlik akıyor. Hızlı bir nehir bu. Daha yakalayamadan birini, ötekini getiriyor su. Bakıyorum Angelina Jolie de bu akıntının içinde bir damla gibi önümüzden geçiyor. Sanırım ne kampın tellerinin üzerinden bağıran Nurettin'in ismini hatırlayacak dünya ne de Suriyeli kaçak askerin ağlayışını bana. Dünyanın öteki tarafında şöyle diyecekler bu sınır boyu için:
"Angelina'nın şeysi değil miydi o? Yoksa George Clooney'nin miydi o mesele? Yok yok, George'unki Darfur'du değil mi?"
İnsanlık, terlikleri birbirinden farklı kız çocuğu kadar boş bakacak buralara...
Dağlardan bahar geçiyor kansız bir gün görmemiş bu toprakların. Baharla birlikte ilerliyoruz sınırın yanıbaşından. İnsanlar niye hâlâ gülüyor? Niye hâlâ genç oluyor? Nasıl hâlâ?.. Tıpkı yol gibi, hayat devam ediyor. Kısmetse bu kardeşiniz yarın bölgeden bildiriyor...
* İsmin ne canım?
** Senin ismin ne?