Merasimler ve bizler
Akşama doğru gözle görülür bir telaş. Türkiye’den gelen ve hayli kalabalık olan kafilenin kaldığı otelin lobisinde gruplaşmalar, şakalaşmalar, bazı bazı “dertli iç çekişler” duyuluyor. “Beyaz eldiven giymek mecburi miydi yoksa?” diye panikle soruyor biri. “Aman üstadım, ben eldiven falan getirmedim” diye atılıyor beriki. “Yahu smokin hadi tamam, bir şekilde insan ayak uyduruyor da şu frak zor işmiş hakikaten” diye dert yanıyor bir başkası. Saklı ve tatlı bir heyecan var havada. Biraz da çocuksu galiba. Giyinip kuşanıp gezmeye gideceğini bilen çocuklar gibiyiz bir yanıyla. Koca koca adamlar, kadınlar olsak da. “Erkeklerde frak, kadınlarda uzun beyaz elbise tavsiye edilmekte.” Bana gelen ilk bilgiler bu yöndeydi. Ben ki hiç beyaz giymedim, giymem. Varsa yoksa siyah. Hele beyaz elbisem hatırladığım kadarıyla hiç olmadı. Evlenirken bile. Dolayısıyla benim telaş etme sebebim bambaşka. Kıyafetten ziyade renklerle ilgiliyim. Ne giyeceğimden ziyade ne renk giyeceğimden mustaribim. Neyse ki son anda aldığım haberle endişelerim dağılıyor, rüzgârda seyrelen sis gibi. “Elbise uzun olduğu müddetçe her renk serbest.” Yaşasın siyah! Akşam belirlenen saatte otelin lobisinde Türk gazeteciler, akademisyenler ve işadamları kümeleşmiş bir kez daha. Bu sefer fraklar giyilmiş, ayakkabılar cilalanmış. Herkes birbirini süzüyor; yarı muzip yarı mütebessim. Laf atmalar, takılmalar, beraber fotoğraf çektirmeler... İstanbul’da yahut Ankara’da iken her gün hızlı ve stresli bir iş temposuyla çalışmaya alışkın çehreler şimdi gevşemiş, gayet dingin. İnsan alıştığı ortamın dışına çıkınca nasıl da değişiveriyor kimyası. Sonra doluşuyoruz araçlara, konvoy halinde varıyoruz Buckingham Sarayı’na. Eski ve köklü bir imparatorluğun torunları, eski ve köklü bir imparatorluğun torunlarıyla buluşmaya gidiyor...
*
Sarayın kapısında arabalardan iniyoruz. Kırmızı halılar, ışıklandırılmış avlular, kenarlarda adım başı bekleyen ve tıpkı eski zamanlardaki gibi giyinmiş uşaklar, az ötede göz alıcı bir bina. Modern bir metropolün ortasında masalımsı bir ortam. Bakıyorum da ben dahil tüm konukların yürüyüşü değişiyor ister istemez. Meğer kaldırımda ilerler gibi yürüyemiyormuş insan kırmızı hali üstünde. Merasimler ve usuller bizleri nasıl da yoğuruyor aslında. İçeri girdiğimizde paltolarımız gene benzer bir törenle alınıyor üzerimizden. Ardından mermer merdivenlerden çıkarak, devasa tablolardaki asilzade portrelerinin gözleri önünde usul usul yürüyoruz. Az ilerideki tablodan beni süzen yüz adeta canlı. 18. yüzyılın loşluklarından bakıyor sessizce.
Büyükçe bir salonda, yüzlerce tarihsel tablo arasındayız şimdi. Tek tek Kraliçe ve Edinburgh Dükü’nün, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Hayrünnisa Gül’ün ellerini sıkıyor, sıcak sözlerle buyur ediliyoruz. Bir başka odada fraklı insanlarla dolu etraf. Anlaşılıyor ki Kraliçe’nin yakın saray görevlileri onlar. Kimi diyor ki, “Ben majestenin atlarından sorumluyum”, kimi diyor ki “Ben yürüyüş alaylarındaki filanca taburdan sorumluyum”. Cam çerçeveli masalar var dört bir yanda. İçlerinde tarihsel el yazmaları, mücevherler, gravürler... Meğer bu akşamın şerefine saray arşivlerinde Osmanlı İmparatorluğu’yla ilgili ne kadar kitap, belge ve nesne varsa çıkartılmış; Türkiye’den gelen konuklara gösterilmekte. Hangi cam masaya yaklaşırsanız anında bir görevli beliriyor yanıbaşınızda. Başlıyor size teferruatlı bilgi vermeye. “Bu baktığınız kitap filanca tarihte falanca tarafından yazılmış ve şu kadar adet basıldıktan sonra şöyle olmuştur.” Bir başka köşede bir mücevher. “İşte bu elmas, Kırım Savaşı esnasında Osmanlı Sultanı tarafından kraliçemize hediye edilmiştir.” Beni tüm bu tarihsel eserler kadar onları severek ve sahiplenerek saklayan arşiv görevlilerinin tarih aşkı şaşırtıyor. Muazzam bir süreklilik duygusu, geçmişi bugünde, gelenekleri modernite içinde yaşatma gayreti. Bizdekinin aksine!
Etrafa göz atıyorum. Prens Charles bir köşede Türk işadamlarıyla sohbet ediyor. David Cameron, gazetecilere Türk basınıyla ilgili sorular soruyor. Yemek masasında sağımda bir general oturuyor, solumda ise HSBC’nin başkanı. Birinden askerlik, diğerinden bankacılık üzerine fikirler dinliyorum. Bilmediğim dünyalar. Sonra söz edebiyattan açılıyor; romanlardan konuşuyoruz bol bol ve ben her ikisinin de edebiyat ve sanat bilgisine hayret ediyorum. İsteyenler için içki var masalarda, isteyenler için meyve suyu. Yemek sonrası Cumhurbaşkanı güler yüzlü bir incelikle Türk konukları tanıtıyor Kraliçe’ye. Gençlerin yeterince kitap okumadığından şikâyet ediyor. Türkiye’deki kitap dünyasından konuşuyoruz ve kadın okurlardan... Akşam kendiliğinden noktalanıyor. Tarihin sakladığı ortak hikâyeleri merak ederek çıkıyorum saraydan, sessizce. www.elifsafak.com.tr
- 14 sene sonra et yemeye nasıl başladım10 yıl önce
- Türkler ağaçlara öyle hürmet ederler ki...11 yıl önce
- Hatunlar ve romanlar11 yıl önce
- Anadilde eğitim hakkı11 yıl önce
- Babalarının günahlarını oğullar mı sırtlar?11 yıl önce
- Irkçılığın takımı var mı?11 yıl önce
- Güçlü hafıza insanı güçsüzleştirir mi?11 yıl önce
- Alevi komşuma dokunma11 yıl önce
- Küfrün üç hali11 yıl önce
- Neden?11 yıl önce