Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

“Otomobil tarihinin en başarılı modelleri hangisidir?” diye sorulsa, herhalde ilk sıraya yazılması muhtemel iki otomobil vardır.

Bunlardan biri Toyota’nın Corolla’sı ise diğeri ve muhtemelen birincisi Volkswagen’in Golf’üdür.

Şimdilerde 7. nesliyle haşır neşir olduğumuz Golf’ün macerası 1974 yılında başladı.

1974’ten 1983’e kadar ürettiği ilk nesil Golf’ler, 1981’de arka stop lambalarında yapılan küçük ama güzel değişiklik dışında hemen hemen hiç değişmeden 9 yıl boyunca satış rekorları kırdı.

Bugünküne oranla çok daha küçük hacme sahip olmasına rağmen, benim için en güzel Golf hâlâ 1. nesil Golf’tür.

Galatasaray Lisesi’nde felsefe hocam Olivier Abel, gördüğüm ilk Golf’ün sahibiydi. Bizim neslin gençleri daha çok büyük motorlu, gürültülü otomobiller peşindeydi. Ta ki, 1979 yılında büyük motorlu otomobillerin ithalatına kısıtlama getirilinceye kadar.

Yeni nesil bilmez, eskiler belki hatırlar, Türkiye’nin petrol ve döviz sıkıntısı içinde olduğu o yıllarda 1.6 litreden büyük otomobillerin ithalatına “yasak” getirilmişti.

Hal böyle olunca da otomobil meraklılarının alabileceği pek az otomobil vardı. Bunların başında Golf ve BMW 315 geliyordu. 1.6 litre motoruyla 110 beygir güç üreten Golf GTİ, body kitlerle süslenip altın değerine satılıyordu memleketimizde.

Ta ki, Özal diye tombik biri çıkıp bu yasakları kaldırıncaya kadar.

Yasaklar döneminde sıfır araba almak bana nasip olmadı; çünkü küçük motorlardan asla hazzetmedim ama pek çok arkadaşım bu dönemde ya Golf aldılar ya BMW. Golf R dışarıdan baktığınız zaman sıradan bir Golf’ten çok da farklı görünmüyor.

Arka tarafındaki 4’lü egzoz çıkışlarına, egzozların arasındaki difüzöre dikkat etmez ve hem önünde hem arkasında hem de iki yanında yer alan yatık R harfini görmezseniz dış görünüş son derece “aile” tipi.

4 kapılı bildik bir Golf.

Tabii Golf R’yi çalıştırdığınız anda bu “aile” tipi ortadan kayboluyor ve bir Golf’ten asla beklenmeyecek bir hırıltı yükseliyor.

Açık söyleyeyim, tam bir “pislik hırıltı” bu. Tasma ile dolaştırılan bir panterin hırıltısı gibi. “Elinden bir kurtulursam yapacağımı bilirim” diyen bir ses.

Benim kullandığım tarzla 100 kilometrede 16 litre ortalama tüketim yaptı. Yani tüketim çok da parlak değil. Fiyatına gelince. 190 bin TL’lik bir etiketi var. Bir Golf için çok mu çok. Ama Porsche ile yarışacak bir Golf için kabul edilebilir bir rakam. Sonuçta çok usta işi bir otomobil olmuş Golf R.

280’E KADAR ÇIKAR

Bunun dışında iç mekânda çok büyük bir farklılık yok.

Göstergeler Golf’e oranla biraz daha sportif. Alüminyum pedallar da öyle. Vites kolu elbette daha sportif.

Deri koltuklar da oldukça spor. Deri döşeme kusursuz. Vites kolunun hemen önünde ise 4 motion yazısı var. Yani bu otomobil 4 çeker. Arka tarafta ise geniş diz mesafesi otomobilin aile karakterini öne çıkarıyor. Bana göre bir otomobildeki motor, şanzıman, diferansiyel, direksiyon ve fren dışındaki her şey gereksiz teferruat.

En keyifli an ise çalıştırma düğmesine bastığınız anda yükseler motor sesi.

280 beygirin kişnemesi duyuluyor sanki.

Gaza bastığınız anda sanki bir Golf değil de bir Porsche kullanıyormuşsunuz gibi bir duygu oluşuyor.

İvme gerçekten heyecan verici. Sıfırdan yüz kilometreye çıkış zamanı 5 saniye gibi.

Gaza yüklenmeye devam ettiğiniz sürece 140 kms sürate kadar otomobilin ivmelenmesi pek azalmıyor. Sonrasında biraz düşüyor ama yine de 200 kms sürati çok rahat buluyor. Ardından biraz zayıflıyor. Son sürat 250 kms ile sınırlandırılmış. Göstergedeki 320 biraz abartılı ama otomobilin 280 kms sürate çıkabileceğini zannediyorum. Yol tutuş ise gerçekten çok çok iyi. Benim en sevdiğim Porsche olan Cayman’ı hatırlatan bir hali var ama tabii ona göre daha havaleli olduğu için biraz daha yatıyor. Direksiyon tepkileri kusursuz.

Frenler gerçekten şahane.

PETRUS BAĞLARINA DİKİLEN GÜLLER...

Geçen hafta Fransa’nın batısında, daha doğrusu güneybatısında, Aquitaine adlı bölgede bir hafta geçirdim.

Benim Fransa’da en sevdiğim bölgedir, daha önce de bahsetmişimdir. Bölgenin en önemli özelliklerinden biri, gastronomi geleneği ve bağlarıdır.

Çünkü Bordeaux da bu bölgenin içindedir. Sık sık gittiğim bölgede bu kez dünyaca ünlü Petrus bağlarını ve Chateau Petrus’u gezdim. Başşarapçısı Olivier Berrouet’nin anlattığına göre, buradaki bağ ve şarapçılık geleneğini başlatan aslında Romalılar. 200 yıl önce Galya’yı işgal ettiklerinde Bordeaux’ya yerleşen Romalı konsüller bölgede bir araştırma yapmışlar ve kalkerli toprakları görünce, bir Roma geleneği olarak kalkerli topraklara bağ ektirmişler.

Petrus bağlarının da içinde bulunduğu Pomerol ve St. Emilion bağları, Bordeaux’nun doğu tarafında. Batıdaki Margaux ve diğerleri kadar büyük bir alan değil ama yine de çok önemli şarapların üretilmesine imkân sağlıyor. Hatta en büyük beş şarabın en az ikisi burada Pomerol bağlarında üretiliyor. Bunlardan en bilineni Petrus bağları. Görece olarak çok küçük bir arazi. Bağdan çıkan üzümlerden yılda topu topu 25 ila 30 bin şişe arası şarap yapılıyor.

Petrus bağlarında üretilen şarabın pazarlama diye bir derdi yok; çünkü üretimini daha üretmeden satıyor. Olivier hem şarap üretiminden, hem de bağlardan sorumlu. 37 yaşında.

Daha önce Petrus bağlarının başında babası varmış. Olivier okulu bitirince bir başka büyük markanın başına geçmiş. Babası emekli olunca da babasının yerine gelmiş. Bordeaux’nun toprağını anlatıyor uzun uzun.

Üstte çok az, birkaç santimlik bir humus tabakası, altında ise kil ve kalkerden oluşan iki tabaka olduğunu, bunun da üzüme asla fazla su vermediğini ama yıl boyunca da hiç susuz bırakmayan sürekli bir nemlilik sağladığını söylüyor. En önemli şey işte bu toprak. Birkaç dönümlük arazilerde bile toprağın değişim gösterebildiğine dikkat çekiyor. Petrus bağlarında ekilen tek üzüm Merlot. Çok az bir bölgeye Cabernet Franc da ekmişler ama bunu şaraplarında asla kullanmıyorlarmış. Alain’e bağ sıralarının başlarına ekili gülleri soruyorum.

Petrus bağlarının üzümünden üretilen şarabın büyük şöhret sahibi olmasının nedeni ise bir ABD Başkanı. Başkan Kennedy bir gün övünce, o gün patlıyor ve birdenbire en büyük ve en pahalı üreticiler arasına giriyor. Aslında çok mütevazı bir üretim. Toplam 6 büyük tank şarap üretiliyor. 1 ay kadar kırık üzümler beton kazanlarda mayalandırılıyor. Sonra 3 ay kadar çelik tanklarda muhafaza ediliyor. Ardından yeni meşe fıçılara alınıyor. 2 yıl saklandıktan sona şişeleniyor ve çok önceden alınmış siparişlerle satılıyor. Fiyatlardan en çok şikâyet eden ise bağların sahibi. “Bu kadar pahalı bir şarabı içecek kadar zengin olmadığımı düşünüyorum bazen” diyor. Pazarlama gibi bir dertleri olmadığı için de ne tadım yaptırıyorlar, ne de Chateau’nun kapılarını açıyorlar. Ama asla havalı değiller.

Alain’e hiç Türk şarabı içip içmediğini sordum. “İtalyan şaraplarından nefret ediyorum ve içmiyorum. İspanyol içiyorum. Türk ise hiç içmedim” dedi. “Yollarsan içerim” dedi. Şimdi ona 5 şişe Türk şarabı götüreceğim. Bir fırsatını bulursa İstanbul’a da gelecek. Tam aksine son derece alçakgönüllü, kendi hallerindeler. Aslında yazılacak şey çok ama şu yasakların gözü kör olsun.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar